• Sonuç bulunamadı

2.2. GÖLGESĐZLER

2.2.2. Tematik Kurgu

2.2.2.1. Varoluş

Bireyin kendi gerçeğine eğilip varlığını çeşitli açılardan sorgulaması insanlık tarihi kadar eski bir konudur. Daha çok felsefi bir boyut taşıyan bu konu, Gölgesizler romanında sanatın kendine özgü estetik düzleminde sorgulanmıştır. Yazarın romanın çokkatmanlı yapısı içerisinde, imgesel bir anlatım kullanarak ele aldığı tema, eser üzerinde yapılabilecek farklı okumalarla değişik şekillerde yorumlanabilir.

Romanda, varoluş sorunsalı “yok oluş” ana motifi üzerinden işlenmiştir. Anlatı kişileri farklı yok olma yöntemlerini kullanarak kaybolurlar. Köyün berberi Nuri, bir sabah uyandığında “ruhum daralıyor” deyip evden ayrılır ve ortadan kaybolur; bir zamanlar köyde yaşamış oldukları düşünülen Aynalı Fatma ve Asker Hamdi’ye yaşadıkları birliktelikten sonra ne olduğu bilinmez; Cennet’in Oğlu delirerek bir anlamda kendi varlığına karışarak; köyün muhtarı ise intihar ederek yok olur. Köyde bu yok oluşlar meydana gelirken şehirdeki berber dükkânında ise önce berberin jilet almaya gönderdiği çırak ortadan kaybolur, daha sonra onu aramaya çıkan Berber dükkâna geri dönmez.

Yazar, temelinde hayatın anlamını sorgulamanın yer aldığı “yok olma” edimiyle bireyin özüne dönük evrensel bir sorunu ortaya koyar. Đnsanı belirlediği kalıplar çerçevesinde yaşamaya zorlayan hayat, onu çizdiği dar sınırlar içerisine hapsetmiştir. Yaşam, tekrara mahkûm döngüsel bir çizgide ilerler ve bu çizgide yol alan insan tekrarı yaşamaktan öteye gidemez. Yazar, insanın hayat karşısında yaşadığı bu çıkışsızlığı şu sözlerle ifade eder:

“Aynı yolda yürümekten başka çaresi olmayan tuhaf birer yaratıktı insanlar; tekrarın tekrarlananın örüntüsü olduğunu anlayamadan, aynı el sallayışların, aynı gülüşlerin, aynı yürüyüşlerin ya da aynı oturuşları içinden geçe geçe damaklarına bulaşan uzak bir serüvenin tadıyla dönüp dolaşıp aynı noktada yaşıyorlardı.” (G, 156)

Anlatıda, yaşadıkları her şeyin olduğundan başka bir şey olabileceğini fark eden kahramanlar anlamsızlık, boşluk ve hiçlik duygusuna kapılırlar. Kişinin “birlikte olduğu

ya da yapmayı tasarlayabileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna, yararına, önemine ve gerçekliğine inanmama duygusu” (Gençtan, 2007: 135) biçiminde beliren bir tür

varoluş bunalımı yaşarlar. Yazar, endüstrileşmiş toplumun yarattığı yirminci yüzyıl insanının yaşadığı bu bunalımı farklı bir bakış açsından, taşra insanı üzerinden sorgulamıştır.

Roman kişileri varoluş alanlarını daraltan bu yapı içerisinde, kendilerini ortaya koymanın yolunu “yok olmak”ta bulmuşlardır. “Ruhlarını daraltan” bu dar kalıptan, yok olarak çıkmaya çalışırlar. Bu edimle, bir oyun olarak nitelendirilen hayatın kurallarını çiğneyip ona meydan okudukları gibi bir anlam arayışı içerisine de girerler. Aniden yok olan ve köye bir meczup olarak dönen Cıngıl Nuri’nin yok oluşu bu durumu en iyi açıklayan örnektir.

Romanda deliliğin, bir yok oluş biçimi olarak düşünülmesi dikkat çekicidir. Cennet’in Oğlu adlı kahraman yok olma yöntemi olarak deliliği seçmiştir. Bu kahraman, köydeki diğer kişilerden farklıdır. O, hiç kimseye yazmadığını söylediği mektuplar yazar. Bu yönüyle yazara en yakın “ben”idir. Köyün en güzel kızı Güvercin ortadan kaybolunca Bekçi suçu Cennet’in Oğlu’na yükler. Yazara en yakın kişi olması bakımından suçun ona yüklenmesi anlamlıdır. Muhtar ve Bekçi; Cennet’in Oğlu’nun evini basar ve yazdığı mektupları okur. Köydeki her şeyden haberdar olup otoriteyi temsil eden bu kişiler, böylece onun yazdıklarını da görmüş olur. Her şeyin şeffaflaştırılmış olması, bireyin özel alanını yok eder ve bireyselleşmesini engeller. Bekçi, Cennet’in Oğlu’nu o günden sonra göz hapsine alır. Kahramanının varoluş alanını daraltan bu durum, benliğini özgürce ortaya koymasını engeller. O ise çareyi kendi içinde yok olmakta, delilikte bulur. Her an gözleyerek kişinin özel alanlarını yok eden, ona varlığını ortaya koyup birey olma imkânı vermeyen, onu yalnızlığa mahkûm eden toplum karşısında kahraman, çözümü yok olmakta bulmuştur.

Romanda yok olma çeşitli açılardan ele alınan bir temadır. Yazar; baskıcı ve kısıtlayıcı niteliğe sahip bürokratik sistemi ve bireyin bu sistem karşısındaki silikliğini bu tema üzerinden ele almıştır. Köylüler “devlet”i her şeyin üzerinde kutsal bir güç olarak görür. Onlara göre bu güç her şeyi bilir ve bütün yaşananlar onun kontrolü altında gerçekleşir. Tanımlayamadıkları bu güç karşısında kendilerini konumlandıramaz. Kişinin kafasında yarattığı tüm davranışlarının gözetlendiği hissi,

onun sürekli bir korku ve baskı altında yaşamasına neden olur. Bireyin kişisel varlığı bu güç altında ezilir.

Romanda olayların geçtiği köyün adı yoktur. Gelecekleri söylenen milletvekilleri için hazırlık yapılır. Fakat hiçbir zaman gelmezler. Devlet görevlisi olarak düşünülebilecek bir tek postacı gelir. O da getirmesi gereken belgeyi zamanından çok sonra getirir. Kaybolan köylüleri “devlet”e haber vereyim diye ilçeye giden Muhtar, aslında hiçbir zaman “devlet”e gidemez. Hasan Ali Toptaş, taşranın kaderine terk edilmişliğini, yalnızlığını ve değersizliğini farklı bir dille ortaya koymuştur. Yazarın bu durumu ironik bir dille aktardığı şu bölüm dikkat çekicidir:

“Sonunda Güvercin’in yerini buldular tabi, üç dört kişi defteri kucaklayıp muhtarın önüne getirdi. “Bak”, dediler, “işte!” Muhtar baktı; gördüğü şey, Güvercin’in yokluğuna benzeyen küçücük, belli belirsiz bir işaretti. Nokta bile değildi hatta, sayfayı dolduran binlerce tuhaf çizginin arasında, pire gözü gibi daracık bir boşluktu. Herhalde o boşluğa, kaybolup gitme korkusuyla bakakalmıştı muhtar, sonra toparlanmış ve devletin gözünde kendisinin ne kadar yer tuttuğunu anlamak için gözlerini raflarda gezdirmişti.” (G, 196-197)

Köyün muhtarının intiharı yani yok oluşu bu güç karşısında kendisini var kılma çabası olarak düşünülebilir. Muhtar, görev yaptığı muhtarlık odasında intihar ederek bürokratik sistemin, dinin ve hayatın belirlediği kuralların dışına çıkmış olur.

Romanda üstkurmaca düzleminde gerçekleşen bir yok oluştan da bahsedilebilir. Yazarın gölgesi olarak düşünebileceğimiz yazar anlatıcı, romanı yazarken onun içinde yok olur. Bu yok oluş, sürekli başka bir roman kahramanına dönüşmekle gerçekleşir. Varlığını siler ve kendi içindeki “ben”ler olarak nitelendirdiği roman kahramanlarına dönüşür. Bu “yok oluş” roman kahramanlarınınkine benzer. Yazar anlatıcı, dolayısıyla bir anlamda yazar, kendisini yok ederek bir anlam arayışı içerisine girmiş ve anlatının sonunda ortaya koyduğu romanla kendini var kılmıştır.

Yıldız Ecevit ise “yok oluş” imgesini yazarın gerçek hayatıyla ilişkilendirir ve bu konuda şunları söyler:

“Metnin yazarı Toptaş da reel gerçeklik düzleminden ‘yok oluş’ imgesinin oluşmasına omuz veriyor, ‘Çevremdeki insanlardan ve kendimden kaçmak için yazmaya başladım,’ diyordur. Anlaşılıyor ki, romanın yazarı da metnini yazarken satırların arasında yok olmak istemiştir.” (2006a: 45)

Yazar, varoluş sorunsalını “yok oluş” imgesi üzerinden işleyerek bir tezatlık oluşturmuş ve belirgin bir biçimde görünür kılınmasını sağlamıştır. Bu imgeyi farklı kaynaklarla beslemiş ve değişik şekillerde yorumlanabilecek biçimde tasarlamıştır. “Yok olma” kişiyi yalnızlığa iten ve kişisel varlığını ortaya koyacak bir alan yaratmayan toplum yaşantısı karşısında roman kahramanlarının ortaya koyduğu bir tepki olmakla birlikte; kişinin hapsolduğu hayat sınırları içerisinde hissettiği anlamsızlığı, boşluğu aşmak için başvurduğu bir yol olur. Bu imge, hem baskıcı bir sistem içerisinde bireyin yok oluşunu hem de bu yok oluşa karşı kişinin ortaya koyduğu karşı duruşu ifade eder.

Benzer Belgeler