B. Ekonomik yapının değişmesi ve bunun Fransız ceza huku
II. Umumî âdab ile alâkalı sosyal tahawüller ve bunun Fransız ceza hukukuna tesiri
Şimdi tetkike başlayacağımız alanda, Fransız ceza hukuku bir çeşit enflâsyona gitmektedir. Fakat umumî âdabın uğradığı değişik
lik yalnız bir enflâsyon tevlit etmekle kalmamıştır.
Bir çok memleketlerde olduğu gibi Fransa'da da ahlâkta bir gevşeme olmuştur. Biz burada bunun sosyolojik sebeplerini tetkik etmeyeceğiz. Bunlar zaten malûmdur. Herşeyden evvel bunlar, si
nema, tiyatro, basın ve edebiyatın tahrik edici tesirleri, eşlerin egoi-ziminden ve kadının kendini yuvasına vereceği yerde çalışmak mec
buriyetinde kalmasından dolayı ailenin dağılması, sınaî işin çok sıkı çalışmayı gerektirmesinden ileri gelen yorucu şartlar, daha aydınlık ve teiniz olmasına rağmen birlikte ikamet edilen büyük gayrimen-kullerdeki daha gürültülü hayat, istihsalde ve bilhassa yarı lüks eş
yanın istihsalinde fevkalâde artış : otomobil, televizyon cihazı, ça
maşır makinesi vesaire gibi. Bunun yanında eğlence imkânlarının artışı : Deniz kenarında, dağda tahrik edici ve bir çok kimseyi bun
ları sağlamak için meşru olmayan yollan kullanmağa sevkeden ta
tiller sayılabilir. Biraz evvel söylediğimiz gibi servet ve konfor artı
şı insanları yalnız maddî değil, ahlâkî bakımdan da daha rahat bir hayata sürüklemiştir. Âmme efkârının tesiri altında ahlâkî gevşeme cezaî takiplerde ve cezaların hükmolunmasında da bir gevşeme tev
lit etmiştir. Fransız kanun vazu bu fiilî duruma karşı gelmiştir.
Diğer bazı mevzularda umumi âdabdaki değişiklikten mütevel
lit kötü hareketlere karşı âmme efkârı daha ciddi hareket edilme
sini istemiş ve Fransız kanun vazu, mevcut bazı suçların cezasını arttırmış, sahalarını genişletmiş ve bazı yeni suçlar ihdas etmiş
tir.
Aşağıda umumî âdabdaki değişiklikten mütevellit iki zıt akıma, yani bir taraftan bazı mevzuların tadilinde gevşeme ve bunun neti
cesinde kanun vazımın tepkisi, diğer taraftan umumî âdabdaki deği
şiklik sebebi ile bazı konularda tedibin takviyesini tetkik edeceğiz.
A. Umumî âdabın değişikliğinden dolayı bazı sahalarda gevşeme ve kanun vazımın tepkisi.
Bugün, mahkemelerin bazı suçlar için belki de umumî ahlâkı az ihlâl ettiğinden pek hayırhah davrandıkları malûmdur.
Buna misal olarak zinayı zikredebiliriz. Bu suçun para cezası ile tecziyesi prensip haline gelmiştir. Halbuki kanunun derpiş ettiği müeyyideler oldukça ağırdır. Kanundaki ceza, zina eden karı için üç aydan iki seneye kadar, koca için (ki onun bakımından suçun te
şekkülü karısı ile beraber oturduğu evde diğer bir kadın ile karı koca gibi yaşamak şartı aranır). 360 Franktan 7.200 Franka kadar
para cezasıdır. Bu suç, medenî suç diye anılan suça doğru gitmek
tedir. Zinanın dâva mevzuu olabilmesi için mağdurun şikâyetine ih-tihaç vardır. Şikâyetçinin bilhassa maksadı, bir mahkûmiyet karan istihsal ettikten sonra boşanma dâvası açabilmektedir.
Hırsızlık suçlannda da ceza miktarı pek manalıdır. Hırsızlık ve bilhassa hizmetkârlar ve müstahdemler tarafından işlenmiş olanlar, prensip itibarile cinayet sayılır ve cinayet cezalan ile cezalandırılır.
Halbuki, tatbikatta çok hafif cezalarla cezalandırılmaktadır.
Kanun koyucu, zina konusunda gevşemeğe kolaylıkla rıza gös
termiş, hırsızlıkta ise biraz daha az mülayim olmuştur. Bunun se
bebi, evvelâ mülkiyet hakkının mutlak vasfında husule gelen hafif
leme ve diğer taraftan da hapis cezalarının müessir olmadığı yolun
da pek yaygın olan şüpheciliğin tesiri olabilir.
Eskiden, kamu ahlâkın fazlaca rencide eden bazı suçlar hakkın
da, ağır ceza mahkemelerinde yer alan halk jürilerince o kadar bü
yük bir müsamaha ile karşılandı ki kanun vazıı tepki göstermek mecburiyetinde kaldı.
Kanun vazıı dolaylı bir usul ile tepki gösterdi : Bu cinayetleri cünha haline getirdi. Misal olarak çocuk düşürme, yeni doğmuş ço
cuğun öldürülmesi, çifte evlilik, küçükleri baştan çıkarma gösterile
bilir. Bu suçlar cinayet sayılmıştı ve kanunda oldukça ağır cinayet cezalan ile cezalandınlıyordu. Fakat cinayet sayıldıkları için, ağır ceza mahkemelerinde, yani jürilerin (halk hâkimlerinin) iştirak et
tiği, büyük rol oynadıkları mahkemelerde muhakeme ediliyorlardı.
Fakat bu jüri azaları bu çeşit suçlarda o kadar müsamahalı hareket ediyorlardı ki kanun vazıı bu hali kusurlu gördü ve cezasız kalan veya pek hafif şekilde cezalandınlan bu durumlar için, ciddi bir tep
ki gösterdi. Çünki bunlar gerçek bir sosyal salgın ve ahlâka taar
ruz teşkil ediyordu.
Âmme efkârı ile hukuk arasında bir ayrılığı bertaraf edebilmek için ceza hukukunun halkın vicdanından neşet etmesi lâzım geldiği söylenir. Bu fikir ihtiyatla kabul edilmelidir. Zira umumî âdab ha
zan mübalâalı bir gevşeme arzeder ve kanun vazıının tepkisi gerekli hale gelir.
Bu cünhalaştırma ameliyesi bir suçu cinayet gurubundan cün
ha gurubuna geçirir. Bu yol ile kanun vazıı bu suçları ağır ceza mah
kemesinin, dolayısile jürinin müsamahasından kurtarır. Bu suçlar,
bundan sonra ahlâkî gevşemeye halk jürisi azaları kadar hassas ol
mayan meslekten hâkimlerden kurulmuş cünha mahkemelerinin va
zifesine dahil olur.
Nazarî olarak cezanın indirilmesi gibi gözüken bu ameliye esa
sında bilâkis cezaların teşdididir. Çifte evlilik, küçükleri baştan çı
karma ve çocuk düşürme suçlarında kanun vazıının neden bu yola gittiği bu suretle açıkça anlaşılmaktadır.
Yeni doğmuş çocuğun öldürülmesi suçu bir ara cünhalaştınl-mış idi, sonra tekrar cinayete çevrildi. Fakat burada yeni bir sosyolo
jik faktör müdahale etti. Çünki âmme vicdanı son senelerde çocuk
lara karşı işlenen suçlarla sarsıldı ve bu çeşit suçlarda ağır ceza mahkemesinin ve halk jürilerinin adaletine itimat etmekte fazla bir mahzur görülmedi.
Bununla beraber, yukarda işaret ettiğimiz cünhalaşmaya rağ
men mahkemelerinin meslekten hâkimlerden kurulmuş olmalarına rağmen, bazı suçlarda, bilhassa çocuk düşürme suçlarında pek mü
samahalı hareket ettikleri görüldü. Bu sosyal ve salgın felâketin ge
nişliği malûm olduğuna göre mahkemelerce verilen mahkûmiyet ka
rarlarının azlığı (meselâ 1961 de 500 mahkûmiyet) hayret uyandırdı.
Bu mahkûmiyetler bilhassa, çocuğunu kendi düşüren kadınlar için pek hafif idi. Bu kadınlar umumiyetle kısa müddetli cezalara çarp tınlmaktadır ve çok defa bu cezalar da tecil ediliyor. Hâkimler, meslek sahiplerinin çocuk almalarına, yani hekimler, ebeler, ecza
cılara karşı daha sert davranıyorlar. Filhakika bu çeşit suçların meydana çıkması pek güçtür ve meydana çıkmamış çocuk düşürme
lerin adedi pek büyüktür. Hâkimler, sadece talihi olmadığı için ele geçen kadınları, başkalarına ibret olsun diye, ağır cezalara çarptır
makta tereddüt ediyorlar.
B. Umumî âdabdaki değişiklik sebebi bazı konularda tedibin kuvvetlendirilmesi.
Bazı sahalarda, bilâkis âmme efkârı daha fazla heyecanlanmış ve tedibin kuvvetlendirilmesini istemiştir :
a) Çağımızda fazlaca artan ve kamu ahlâkını rencide eden bazı suçların cezalarının arttırılması gerekti. Bu suretle silâhlı hırsızlık 23 novembre 1950 tarihli kanun ile: ölüm cezası ile cezalandırıldı ve mülkiyete karşı, modern bir suç şeklini alan «up-hold» önlenmesi istendi.
Aynı şekilde «çocuk celladı» diye isimlendirilen kimseler, yani ebeveyn veya üçüncü şahıs olsun, çocuklara karşı cebir kullanan şahıslara ölüm cezası verildi : Bu fiiller, kasdi müessir fiil, aç bı
rakmak, çocuğun sıhhatini tehlikeye sokacak derecede bakımsızlık fiillerdir.
b) Bundan başka bazı mevcut suçların cezalan arttırıldı. Şu halleri misal olarak gösterebiliriz :
1) Proxénétisime'in (kollayıcılık) m tecriminde azamî elestiki-yet : Kollayıcılar (Proxénètes) 1885 kanunundan evvel, serseriler gibi cezalandırılırlardı. 1885 kanunu kollayıcıları serseriliğin husu
si bir şekli saydı. Bundan sonra 1903, 1946, 1958 ve 1960 kanunları bu konuyu genişletti ve mahkemelere proxénetisme'in değişik şekil
lerini cezalandırmak hususunda azamî imkânı sağladı.
Halen, fahişelerle yaşamağı itiyat edinmiş olan veya bir fa
hişe ile yaşayan ve sürdüğü hayatın maddî kaynaklarım göstereme
yen, fahişeliği kolaylaştıran, bu sırada hazır bulunan veya fahişe
liği himaye eden kimse kollayıcı sayılmaktadır. Tecrimin, bilhassa ikinci halde, ne kadar elâstikî olduğu görülmektedir. Kollayıcıların bilhassa hor görülmesi gereken şahıslar olmasına rağmen, bazı hu
kukçular bu elastikiyetin mahzurlarından bahsederler. Biz şahsen buna inanmıyoruz. Fakat bu mesele ortaya atılmıştır.
2) Cebir kullanmaksızın ahlâkî taarruzlara karşı da kanun va-zıının sertleşen tutumu manalıdır.
1810 Ceza Kanunu cebir ve şiddet ile işlenen ahlâka taarruz suçlarını cezalandırıyor ve cebirsiz olanları cezasız bırakıyordu.
Bunlar rızası muteber sayılamıyacak olan küçüklerle cinsî müna sebetlerdir. 1832 tarihli bir kanun, 11 yaşından küçük çocuklarla bu çeşit münasebetleri cezalandırdı. Bu yaş 1863 de 13 e, 1945 de
İ5 e çıkarıldı. Çocukların korunmasındaki telâkkilerin inkişafını ve cinsel ahlâkın etkisi bu suretle ceza hukukuna tesir etti.
c) Yeni suçlar ihdası suretile tedibin takviyesi :
1) Bu yeni terimler, ailenin ve çocuğun himayesine matuftur.
Bu sebeple kanun vazıı «aileyi terk» halini suç saydı. Bilhassa işçi muhitlerinde, «kendi hayatmı yaşamak» a, ailesi ile meşgul olma
mağa, onları tam bir mahrumiyete terketmiş olabiliyor. Malların haczi ile birşey sağlamak hayali kalıyor. Borç için hapis de
mül-gadir. Bu suretle aile fakirlere yardım âmme müesseselerinin sığın
mak zorunda kalıyor. Neticede ailevî borçların ihlâlinden maddî va ahlâkî açıdan müteessir oluyor.
Bu sebeple, bu salgını önleyebilmek için «aileyi terk» 7 joillet 1924 kanunu ile bir suç haline getirildi. Aşikâr bir ihtiyaca cevap verdiği için bu kanun çok geniş tatbikat gördü. 1930 yılında 3.000 mahkûmiyet karan verildi. Bugün bu miktar 8.000 civanndadır.
Âmme efkârının tesiri altında kanun vazıı 1942 senesinde kü
çük yaştaki çocukları mevcut olmasına rağmen, «yuvayı terk» eden ana veya babanın fiilini, yani yuvaya gelmemek, ebeveyn olmaktan gelen ahlâkî borçlan kısmen veya tamamen ifa etmemek halini suç saydı. Bu kanun, mühim bir olmaksızın, gebe olduğunu bildiği ka
rısını ihtiyarı ile terkeden kocanın durumunu «yuvayı terk» suçu
na benzetti. Nihayet 1958 yılında kanun vazıı itiyadî sarhoşluk ve aşikâr surette uygunsuz hareket vşya çocuklarının sıhhat, emniyet ve ahlâkları için zarurî ihtinamı göstermemek suretile kötü örnek olan ebeveyni de cezalandırdı.
2) Nihayet son zamanlarda, aydın efkârı umumiye, genel efkâ
rı umumiyenin bazı kimseler hakkında fazla müsamaha gösterdiği
ni anladı. Bu şahıslar, henüz suç işlememiş olmakla beraber, yaşa
yışlarının hareketlerinin, yakın bir zamanda suç işleyeceklerini gös
terdiği kimseler, yani uyuşturucu madde mübtelâları ve alkolikler
dir. Evvelâ uyuşturucu madde mübtelâları ile alkolikler kendileri ve aileleri için çok zararlıdırlar. Alkolikler, ayrıca başkalanna da çok zararlı olmaktadırlar. Fransa'nın bazı mıntakalannda alkolizmin artışı adam öldürme ve müessir fiil suçlarının da artmasını intaç etmiştir. Umumiyetle, bütün Fransa'da, pek çok malûm trafik ka
zasının sebebi sürücünün sarhoşluk halinde olmasıdır.
Bu sebeple iki büyük kanun, uyuşturucu madde mübtelâları hakkında 24 décembre 1953 tarihli, alkolikler hakkında 15 Nisan 1954 tarihli kanun uyuşturucu madde mübtelâları ve alkolikler hak kında tedbirler ittihaz etti. Umumî telâkkiler suç işlenmemiş olan uyuşturucu madde mübtelâları ile alkoliklerin cezalandırılmasını değil, onları zararsız hale getirecek ve mümkün olduğu kadar be
den ve ruhça sıhhatli insanlar haline sokacak tedavi tedbirlerine mecburî olarak tabi tutulmasını istiyordu. Bu kanunlar uyuşturu
cu maddeden ve alkolden kurtarma tedbirleri derpiş etmiş ve
ter-cihan bu şahısların kendi arzuları ile, fakat zaruret halinde zor ile uygun müesseselerde tedavilerini derpiş eylemiştir.
Biraz konumuzun dışına çıkmakla beraber işaret edelim ki bu tedbirlere herhangi bir suçun işlenmesinden evvel karar verilmek
tedir. Bu suretle meşhur bir ceza hukuku nazariyesi olan «tehli-kelilik hali» nin kabulü neticesi hasıl olmakta ve bu tedbirlerin it
tihazında sağlık makamları büyük bir rol oynamaktadır. Bu hal, Fransa'da ilk defa adlî makamlar ile sağlık makamları arasında doğrudan doğruya olan işbirliği tesis eylemiştir.
Bu kanunlar Fransa'da yeni neşredilmişlerdir. Kaldı ki uyuştu
rucu madde mübtelâları Fransa'da çok fazla değildir. Fakat ne ya
zık ki alkolikler pek fazladır. Aydın efkârı umumiye bunlar hakkın
da 1954 kanununun en geniş şekilde tatbikini ısrarla temenni et
mektedir. Fakat bu kanunun tatbikatı çok kolay değildir. Zira uy
gun bir tıbbî organizasyon ve bilhassa elverişli antialkolik tedavi müesseselerinin kurulmasını gerektirmektedir. Diğer taraftan aydın
latılmış bir kısım halk efkârı alkoliklere karşı müsamahasında ısrar etmektedir. Temenni edelim ki aydın efkân umumiye hâkim ol
sun.
Netlice :
Bu suretle, izahlarımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Konuş mamızın giriş kısmında işaret ettiğimiz gibi, sosyal değişmeler, di
ğer memleketlerde olduğu gibi Fransa'da da, belirli bir cezaî enfilâs-yona sebep olmuştur. Şüphesiz, bir çeşit ahlâkî gevşeme neticesin
de, mahkemeler, bilhassa kısmen halk jürilerinden kurulmuş ağır ceza mahkemeleri, umumî âdaba taallûk eden bazı suçlar hakkında
ki cezaların ciddiyetini azaltmıştır. İşaret ettiğimiz gibi kanun vazıı bu suçlardan bazılarım cünhalaştırmak, yani halk jürilerinin takdi
rinden onları ayırmak suretile bir tepki gösterdi.
Buna mukabil, bazı yeni suçlar ortaya çıktı, bunları 1810 kanu
nunu hazırlayanların tahayyül dahi etmedikleri söylenebilir. Yine aynı şekilde mevcut bazı suçların cezaları arttırıldı. Yalnız hukuk
çular değil, başka kimseler de bu ceza enfilâsyonunun ferdin hürri
yeti için bir tehlike görmektedirler. Fakat bu hâdise kaçınılmaz gö
rünmektedir. Zira sosyal hayat, gittikçe karışık bir hal almakta, suç işleme vesileleri, imkânları artmaktadır. Diğer1 taraftan, Devletin ekonomiye müdahalesi, ekonomik ceza hukuku alanına giren yeni
suçların ihdasına sebep olmuştur. Bu yeni suçlar Fransızlarca az çok sun'i görünmüştür. Fakat bu teorimin hukukumuzda mevcut ol
ması zaruridir.
Bununla beraber, müeyyidenin ciddiliğine, şiddetine, suçu ön
lemenin faydalarının eklenmesini kanun vazu unutmamalıdır.
Eğer Devlet cezalandırmakla iktifa ederse, ve başlıca güveninin, sosyal, ailevî, terbiyevî ve ekonomik önleyici tedbirlerle milletin ah
lâk seviyesini yükseltmek olduğunu unutursa vazifesini yapmamış demektir. Fakat şüphe yoktur ki bu uzun vadeli bir iştir ! Mahke
melerce hükmolunan müeyyidelere tam bir müessiriyet tanınmak is
tenirse ideal bir infaz teşkilâtı kurmak lâzımdır. Hiç olmazsa şim
dilik cezaların, hükümlüleri ifsat etmemesini temenni edelim. Te
menni edelim ki cezalar korkutucu ve bilhassa ıslah edici, suçluyu cemiyete intibak ettirici olsun. Fakat bu konular üzerinde durmı-yacağız. Bunlar hakkında ayrı konuşmalara ihtiyaç vardır, biz ise fazla konuştuk.
Her ne kadar bize ceza enfilâsyonu bertaraf edilemez gözükü
yorsa da, bu enfilâsyon, para enfilâsyonuna benzer, nizamsız bir enfilâsyon değildir. Diğer pek çok memlekette olduğu gibi, Fran
sa'da da ceza hukukunun değişmeleri, kanun vazıımn az çok heye
canlı tepkilerinin tesiri altında vukua gelmez. Bu değişmeler, hu
kukçuların ve kriminoloklann müşterek çalışmaları ile meydana ge
len ilmî gelişmenin tesiri altındadır. Temenni edelim ki ceza kanun
larının ıslahından evvel, kanun vazu hukukçuların ve kriminolokla
n n mütalâasına başvursun ve bunlaır kanun vazıına rehber olsun.
CEZA EVRİMİNİN İKİ KANUNU (1)
Yazan : Çeviren :
EMİLE DURKHEIM Prof. Dr. HAMİDE TOPÇUOĞLU
Sosyal bilimlerin bugünkü durumunda, çoğu zaman, kollektif hayatın ancak en en genel görünümleridir ki akla yakın formüller halinde ifade edilebilirler. Böyle olunca da, bazan, sadece pek ka
ba taslak tahminlere erişilebileceği muhakkaktır. Fakat, böy
le de olsa, bu gibi tahminler tamamen faydasız değildirler. Zira, zekânın eşyayı ilk kavrayış şeklini temsil eden bu bilgiler, ne kadar şematik olurlarsa olsunlar, sonradan elde edilecek kesin bilgilerin ilk ve zarurî şartını teşkil ederler.
îşte biz, bu ihtirâzî kayıtladır ki, Ceza sisteminin evrimine hâ
kim gibi görünen iki kanunu bulmaya gayret edeceğiz. Bu suretle bizim, ancak en genel değişmelere dokunabileceğimiz doğrudur.
Fakat biz, bu karışık olgular yığınına biraz düzen katmaya muvaf
fak olursak, teşebbüsümüz ne kadar eksik olursa olsun, gene de faydasız olmıyacaktır.
Cezanın, tarih boyunca geçirdiği değişiklikler iki çeşittir : bun
lardan bazıları mikdarla, nicelikle ilgilidirler. Bazıları da .cezanın keyfiyeti ile, nitelikle. Bu değişikliklerden, birincilerin kanunla
rı ile, ikincilerin kanunları, tabiatiyle, birbirlerinden farklıdırlar.
— I —
Nicelikle ilgili değişikliklerin kanunu
Bu kanun, şöyle ifade edilebilir : «Cemiyet ne kadar az geliş
mişse, ve merkezî iktidar ne kadar mutlak bir karakterde ise ce
zanın şiddeti o kadar yüksek olur.»
U) «Deux Lois de l'Evolution Pénale» (Année Sociologique. IV. 1900, s. 65).
Ëwelâ bu terimlerin anlamlarını açıklıyalım :
Birinci terim, tarife pek muhtaç değildir. Bir cemiyet tipinin, diğerinden daha mı az, daha mı çok gelişmiş bulunduğunu tâyin et
mek nisbeten kolaydır. Yapılacak şey, bu cemiyetlerden hangisinin diğerinden daha fazla veya daha az mürekkep (composée) bulun
duğuna bakmak ve eğer bu bakımdan aynı derecede iseler, hangi
sinin diğerinden daha fazla örgütlenmiş (organisée) olduğunu ara
maktır. Cemiyet tiplerinin bu hiyerarşisi, birbirini takip eden bü
tün toplumların tek bir yönde gelişip, tek bir seri teşkil ettikleri
nin kabulü demek değildir. Bilâkis, cemiyetler silsilesi, daha zi
yade, her biri diğerinden azçok farklı birçok dalları budakları bu
lunan bir ağaç gibi, bir şecere gibi düşünülmelidir. Cemiyetlerden her biri bu ağacın muhtelif dalları üzerinde, birbirlerine nazaran daha aşağıda veya daha yukarıda bir yere; ve asıl ana gövdeye az veya çok yakın bir mesafede yerleşmiş bulunabilirler (2). İşte, ce
miyetleri, ancak bu görünüşleri ile ele almak şartıyleddr ki onların genel bir evriminden bahsedilebilir.
İkinci faktör ise, bizim, daha fazla üzerinde durmamızı gerekti
recek mahiyettedir: bu, hükümetin «mutlak» karakteridir. Bizim
«mutlak» dediğimiz hükümet iktidarı, toplumdaki diğer sosyal fonksiyonlarda, kendisini etkili bir şekilde dengeleyecek veya sınır
landıracak güçte hiçbir şeye rastlamamış olan iktidardır. Böyle mutlak bir sınırsızlık ise, hakikatte, hiçbir iktidarda bulunmaz.
Hattâ, sınırsızlığın bu derecesi düşünülemez bile. En kuvvetli hü
kümetlerde dahi, gelenek ve dinsel inançlar bir fren hizmetini gö
rürler.
Bundan başka, her zaman birtakım ikinci derecede sosyal organ
lar bulunur ki, sırası gelince, kendi varlıklarını ve güçlerini hissetti-rebilirler, direnebilirler. Yüksek nâzım fonksiyona tâbi bulunan bu ikinci derecedeki fonksiyonlar, hiçbir zaman, her nevi kişisel ener
jiden yoksun değildirler. Ancak, bu neviden fiilî sınırlanmalar, bun
ların etkilerine maruz bulunan hükümet için, herhangi bir hukukî zorunluluğu gerektirmeyebilirler. İktidar, kendi imtiyazlarını kul
lanırken, her ne kadar belirli bir ölçüyü, bir itidal derecesini mu
hafaza etse de, böyle yapmaya, yazılı hukuk veya örf hukuku bakı
mından mecbur değildir. Böyle bir halde hükümet, mutlak
denebi-(2) «Les règles de la méthode sociologiques adlı eserimize bakıla : Ch. IV.
lecek bir iktidarı kullanıyor demektir. Şüphesiz ki, bu iktidar, ken
dini aşırılıklara kaptırırsa, zarar verdiği sosyal güçler, ona karşı tepkide bulunmak ve onu sınırlandırmak için birbirleriyle birleşe-bilirler. Hattâ, böyle muhtemel bir reaksiyonu önlemek için, bizzat iktidar kendi kendisini sınırlayabilir. Fakat bu sınırlama; ister ken
di eseri olsun, ister dışardan maddî olarak yüklenilmiş olsun; gene de, adamakıllı ihtimali birşeydir. Bu sınırlanış, kurumların normal işlemesinden ileri gelmemektedir.
Bu sınırlanma, iktidarın teşebbüsü sayesinde vaki olmuşsa, bu, karşılıksız bir taviz, bir atıfet, ya da meşru hakların ihtiyarî bir terkedilişi gibi görünür. Yok eğer kollektif direnmenin bir so
nucu ise, bunun, açıkça ihtilâlci bir karakteri var demektir.
Mutlak hükümet, bir başka tarzda da belirlenebilir : hukukî hayat, tamamen iki kutup etrafında cereyan eder; hukukî hayatın nesrini dokuyan münasebetler ya tek taraflıdır, ya da iki taraflı ve karşılıklı. Hiç değilse bu münasebetlerin, aralarında gidip gel
diği iki ideal tip budur. Birinci tip münasebetler, hadlerden birine, diğer had üzerinde tanınmış olan haklardan meydana gelmişlerdir ve bu diğer had, kendisine düşen külfetlerin veya borçların karşılı
ğını teşkil edecek hiçbir haktan faydalanamamaktadır. İkinci tip münasebetlerde ise, bilâkis, hukukî münasebet, taraflardan herbi-rine bağışlanmış olan hakların tamamen birbiherbi-rine tekabül etme
sinden, arada tam bir mütekabiliyet olmasından doğmaktadır. Ay
nî haklar, ve hususiyle mülkiyet hakkı birinci nevi münasebetlerin en mütekâmil şeklini temsil eder. Mâlik, kendi aynı üzerinde her nevi hakka sahiptir, fakat o aynın, mâlik üzerinde bir hakkı yoktur.
Akid, bilhassa âdil akit, yani birbiriyle değiş edilen şeylerin veya karşılıklı borçların sosyal değerleri arasında tam bir denklik bu
lunan akit ise, karşılıklı münasebetlerin örnek tipidir.
O halde, en üstün iktidarın, cemiyetin geri kalan kısmı ile olan münasebetleri ne kadar tek taraflı karakterde ise; başka deyimle, bu münasebetler, ne kadar mâlik ile mülk arasındaki münasebet
lere benzemekte ise, hükümet o kadar «mutlak» tır. Bunun tersi, yani, en üstün iktidarın diğer sosyal fonksiyonlarla olan münase
betleri ne kadar karşılıklı ve iki taraflı münasebet tipine yakın ise, hükümet o kadar az mutlaktır. Netekim, mutlak iktidarın en mü
kemmel örneği eski medenî hukukta tarif edildiği şekliyle Romalı
ların patria potestas'ı dır ki burada oğul, bir mülke, bir ayn'a tem
sil edilmişti.
Böylece merkezî iktidarı az veya çok mutlak kılan şey, onu ta
dil maksadıyla usulen teşkilâtlandırılmış olan her türlü karşıt ağır
lığın, az veya çok radikal bir surette, yokluğudur. O halde, bu nevi
den bir iktidara vücut veren, bunu yaratan âmil bir cemiyetin bü
tün yönetici ve yön verici fonksiyonlarının tek ve aynı elde, az veya çok tam bir şekilde toplanmış olmasıdır denebilir.
Hakikaten, bu fonksiyonlar, kendi hayatî önemleri sebebiyle, tek ve aynı şahsın elinde, ona, cemiyetin bütünü üzerinde istisnaî bir hâkimiyet bahşetmeksizin toplanamazlar. Ve işte, bu istisnaî hâki
miyet, bu istisnaî üstünlüktür ki mutlaklığı teşkil eder. Böyle bir otoritenin hâmili, kendisini hertürlü kollektif baskıdan kurtaran bir kuvvetle donatılmış bulur, ve hiçdeğilse belirli bir ölçüde, bu yüzden kendisini sadece nefsine ve keyfine tâbi hisseder, bütün ar
zularını başkalarına zorla kabul ettirebilir.
Bu aşırı merkezileşme veya toplanma olayı, nev'i şahsına mah
sus öyle şiddetli bir sosyal kuvvet yaratır ki bu, artık, bütün diğer sosyal kuvvetleri hükmü altına alır ve kendine râm eder. Bundan başka bu üstünlük, bu nüfuz, sadece fiilen değil, hukuken de icra edilir. Zira bu imtiyaza sahip kimse öyle bir nüfuz, öyle bir prestij ile donatılmış olur ki adetâ insan-üstü bir yaratılışta farzedilir. Onun alelade insanlar için bahis konusu olan normal mükellefiyetlere tâ
bi olabileceği düşünülemez bile.
Ne kadar kısa ve noksan dahi olsa bu tahlil bizi, hâlâ o kadar yaygın olan bazı hatalara düşmekten alıkoyabilir. Görülüyor ki SPENCER tarafından yapılan karıştırmanın aksine olarak, hüküme
tin mutlaklığı, hükümet fonksiyonlarının sayısına ve önemine göre değişmemektedir. Bu fonksiyonlar ne kadar çeşitli, ne kadar çok olurlarsa olsunlar, tek bir elde toplanmadıkları müddetçe, hükümet
«mutlak» değildir.
Bizim bugünkü büyük Avrupa cemiyetlerimizde, özellikle Fran-sada meydana gelen durum budur. Burada Devletin faaliyet sahası Ondördüncü LOUIS zamanmdakinden çok daha geniştir. Fakat devletin cemiyet üzerinde haiz olduğu haklar, mütekabil vazifele
ri gerektirmeksizin doğmazlar. Bunlar, hiçbir veçhile bir mülkiyet hakkına benzemezler. Çünki, fiiliyatta, en yüksek tanzim fonksiyon
ları, sadece, birbirlerinden farklı ve birbirleriyle mütesanid olmak
la beraber gene de nisbeten muhtar olan organlar arasında