edildi-gì ortaya çıkarılmıştır; hakimler cahildir ve para ile satm alınabile
cek karakterdedirler; hazine memurları ise, ahlâksız ve gaddardır.
III ncü Valentinianus'un «citatio» kanunu, hukukçuların içtihatları
nın değerini kendiliğinden tayin edecek bir sistem tesbit etmiştir, bunun sebebi hakimlerin en doğru olan içtihadı kendiliklerinden bu
lup çıkartamıyacak kadar ehliyetsiz olmalarıdır.
Ekonomik durumu hiç bir zaman iyi olmamış bu ülkede, pro-vençialar sömürülerek ve esirlerin ihtiyaçtan çok fazla olan el eme
ği sayesinde ancak mutlu bir azınlığın refahı sağlanabilmektedir;
son bir yüzyıldan beri gittikçe daha da fakir düşen bu imparatorluk
ta, gelir kaynaklan gün geçtikçe azalan bir hazine, ordunun, idare mekanizmasının ve sarayın her gün biraz daha artan masraflarını karşılayamaz olmuştur; fetihler devrini çoktan kapamış olan ve bun
dan böyle gelip geçen işgal çetelerinin yağma ettikleri, yakıp yıktık
ları bir ülke olan bu imparatorlukta, baştaki yöneticiler de ehliyet
siz, dirayetsiz olunca bu durumun ancak çok kötü sonuçları olacağı açıktır. İşte, son imparatorluk devrinin, bir gerileme devri olarak kabul edilmesinin ve son imparatorluk devri krizinden söz edilme
sinin sebebi ve taşıdığı anlam budur.
Son imparatorluk devrinin bir kriz devri olduğunu değişik açı
lardan incelemek ve bu konuda pek çok deliller vermek mümkün
dür. Ben burada sonuç olarak, belki o devri ve o devrin insanlarını daha iyi tanımamızı sağlayacak olan bir konu üzerinde durmak is
tiyorum, hukukçular arasında olduğumuza göre de, imparatorluk mevzuatını ele alacağım.
Bu mevzuatın «tutarsız» olduğundan söz edilmiştir. Bu konu
da Codex Theodosianus ve codex Justinianus bize pek fazla bir bilgi verememektedir. Bu devirde yasama faaliyeti son derece fazladır.
Ne var ki bu mevzuat bolluğunun, fazla etkili olamadığı görülmek
tedir. Çünkü evvelki bir mevzuatta yer alan bazı tedbirlerin bir kaç yıl ara ile tekrarlandığı görülmektedir. Cezalar yönünden bu mev
zuat son derece ağır hükümler ihtiva etmektedir : ağır para cezaları, sürgün, bir uzvun kesilmesi, ölüm cezaları bunlar arasındadır. Hıris
tiyanlığın telkin ettiği sert hareketlerden kaçınma prensibinin, im
paratorlar üzerinde fazla bir etki yapmadığı söylenebilir. Fakat bu sert ve haşin hareketler dahi imparatorların aczinin, bir itirafı ve teminatı niteliğini sahiptir. İmparatorların aczinin bir itirafıdır, çün
kü ancak ağır ceza tehdidi altında imparatora itaat sağlanmağa
ça-lışılmıştır ve hepimizin bildiği gibi, aile içinde olduğu kadar, Devlet içinde de, bu usul hiç bir zaman bir işe yaramamıştır, yani beklenen sonucu vermemiştir. Bu tutum aynı zamanda imparatorların aczinin bir teminatıdır, şöyleki, çok ağır bir cezaya hükmetmek durumunda olan bir hakim bu cezayı işlenen suça nisbetle çok ağır görebilir ve bu durumda hakim bu cezaya hükmetmekten vazgeçebilir ve geç-miştirde.
Aynı zamanda imparator constîtutio'larının, emirnamelerinin üslûbu, dili son derece kötüdür. Klâsik hukukçuların kullandıkları açık ve seçik ifadeler yerlerini burada tumturaklı, ağır ifadelere bı
rakmışlardır. Bu devirde, anlatılmak istenen şeyin tam karşılığı olan terimi kullanmamak, hukuk kaidesini anlaşılması güç cümleler için
de saklamak, bir hukukî zarafet olarak sayılmıştır. Kullanılan dilin güç anlaşılır olması, hukuk tarihi ile ilgilenen bir çok hukukçuyu bu metinleri tetkik etmekten alakoymuş, bu metinlerin incelenmesi çok sıkıcı, usandırıcı olduğundan, bunların fazla önemli olmadıkları kanısı doğmuştur.
Sözlerimize bu kötümser hükümlerle mi son vermemiz gereke
cektir ? Sanmıyorum. Çünkü, bir defa, tarih insanlara kötümser ol
mamayı, daima geleceğe ümitle bakmayı telkin eder. Son impara
torluk devrinin bir gerileme devri olması, belki bir imparatorluğun çöküşünü, bir dünyanın yıkılmasını ifade etmektedir, fakat, aym zamanda yeni bir dünyanın doğuşunu müjdelemekte, batı avrupa-smda esaretin sonunu ifade etmektedir ki, bu da, hiç te küçümsene-miyecek bir olaydır.
Özellikle bu devrin imparatorları, genel olarak, kendileri hak
kında verilmiş olan kötü yargıları hak etmemektedirler. İmparator
ların teoride sahip oldukları mutlak kudrete karşılık, bunların ger
çekte çok zayıf maddi imkânları olması, kendileri hakkında verilen kötü yargının pek de haklı olmadığının bir delilidir. İmparatorların ileri sürdükleri iddiaların pek büyük olduğu düşünülebilir, fakat böyle bir tutumun dahi, kendine göre asîl bir tarafı vardır, bu im
paratorlar, kendilerini büyük roma imparatorluğunun varisleri ola
rak görmektedirler. Bu imparatorlar, yabancı istilâlarına, çok bozuk ekonomik duruma rağmen eski gelenekleri sürdürmek istemektedir
ler... İmparatorlar, emirnamelerinin baş kısmında yüklendikleri gö
revin ne derece yüce olduğunu belirtmişlerdir ve bunlar, gelişi gü
zel söylenmiş sözler değildir. Bu devirde Alaric'in İtalyayı yakıp
yık-tığı, Romayı yağma ettiği, Honorius'un hemen hemen muhasara al
lında bulunduğu Ravennes'leri tehdit ettiği, batı ülkelerinin büyük bir kısmının imparatorun otoritesinden çıktığı bir devirde, impara
torun nazırları çalışmalarına devam etmekte, suiistimalleri önleme
ğe, hukuku devrin yeni ihtiyaçlarına uydurmak için gayret sarfet-mektedirler. İmparatorluğun ortadan kalkma tehlikesi ile karşı kar
şıya bulunduğu bir zamanda/hukukçuların bir hususî hukuk mese
lesini tartışmaları, onların gerçeklerden çok uzak olduklarının bir delili olarak ortaya konabilir. Fakat ben bu fikirde değilim. Birbiri ile çelişen fakat Romayı yıkmak için birleşmiş olan kuvvetler karşı
sına, büyük iddialar fakat yetersiz imkânlarla çıkan bu zayıf impa
ratorlar, ehliyetsiz kimselerle çevrilmiş bu yöneticiler, eski devirle
rin mirasını korumak için mücadele eden bu insanlar, kendilerine karşı saygı duymamızı zorlayan bir cesaret ve büyüklük örneği ver
mişlerdir.
KUVVET VE HUKUK (1)
Saygı değer Rektör, sayın Dekan, aziz dostlarım, genç meslek
taşlarım, ve değerli misafirlerimiz !
Açılış dersi konusuna girmeden önce, Ankara Hukuk Fakültesi
ne ve onun sayın öğretim üyelerine olan önemli borçlarımı, hiç de
ğilse kısmen, ödemeği bir vazife bilirim.
Bu borçlarımın başında, sarsılmaz bir sadakat ve bağlılık duy
gusu gelmektedir. Bu anda aranızda bulunarak, hep birlikte, eski günleri yâdetmek fırsatını buluşumuz, benim için derin bir heye
can ve büyük bir zevk kaynağı olmuştur. Hepinizi candan selâmlar, yeni ders yılınızın mutlu ve başarılı geçmesini temenni ederim.
Meslekî çevreme olan önemli borçlarımın bir diğeri de aziz ar
kadaşlarımın, hakkımda herzaman izhar ettikleri samimî teveccü
hün son bir delili karşısında duyduğum şükran hislerini kendilerine bildirmek görevimdir. Bugün, Ankara Hukuk Fakültesi Profesör, do
çent ve asistanları ile eski öğrencilerim olan diğer Türk ilim adam
ları, şerefime bir Armağan yayınlamak lûtfunda bulunmuşlardır. Bu eseri hazırlamış olan meslektaşlarım pek kıymetli ve orijinal incele
melerle ilim hazinesini zenginleştirmişlerdir. Bir nevi âbide değerin
de olan bu armağan, hayatımda bana bağışlanan en kıymetli hedi
yedir. Bundan başka bu eser, Türk hukuk bilginleri ile aramızda teessüs etmiş olan çözülmez bağları, bugünün ve yarının nesillerine ebediyyen hatırlatacak olan kıymetli bir vesika vazifesini görecek
tir.
Bu değer biçilmez taltiften dolayı,Armağana katılmış olan bütün dost ve meslektaşlarıma ve bilhassa tertip heyetinin sevgili üyele
rine candan gelen teşekkürlerimi alenen sunmama müsaade buyur
manızı rica ederim.
( 1 ) 1 9 6 4 - 6 5 Ders yılı açılış töreni münasebetiyle Ord. Prof. Dr. Hirş tarafından verilen açılış dersidir.
Bundan başka, diğer bir şükran borcum daha vardır ki bu da 1952 yılma kadar öğretim kadrosuna dahil bulunduğum Fakülteni
ze bu seferde misafir profesör olarak davet edilmek şerefine maz«
har edilişimden dolayıdır. Nihayet, bütün bunlara ilâveten, bu ders yılı başında, mutad olarak yeni öğretim devresini açmak için ilk dersi vermek hakkı kendisine ait olan en genç profesörün, bu hak
kından benim lehime feragat edişi ve kadirşinas Profesörler Kuru
lunun, bu şerefli vazifeyi bana tevcih etmek lûtfunda bulunuşu do
layısıyla hissetmekte olduğum şükran duygularını da belirtmem lâ
zımdır.
Bu nazikâne hareketlerinden dolayı, gerek sayın Prof. Münci Kapani arkadaşıma, gerek sözü geçen teklifi karara bağlıyan Fakül
te Profesörler Kuruluna samimî teşekkürlerimi arzetmeyi vazife bi
lirim.
Açılış dersinin konusuna gelince; bu, tâ eski zamanlardanberi filozofların ve hukuk bilginlerinin işlemiş oldukları bir meselenin, bu defa Hukuk Sosyolojisi açısından işlenmesidir.
Konumuz, «Nüfuz kudreti» ile «Hukuk» arasındaki münasebet problemidir.
«İktidar», «Erk», «Kuvvet» gibi sözler; siyasete ve hukuka dair bazı tasavvurları ve kavramları ihtiva ettiğinden, almanca M a c h t , fransızca P o u v o i r ve, ingilizce p o w e r kelimelerini, bizim mak
sadımızı ifade için « N ü f u z k u d r e t i » tabiri ile karşılamayı da
ha uygun buldum.
Herkes, fiilen sahip bulunduğu bir şeyi, yanında alıkoymak, elin
den bırakmamak emelindedir. Bu veri (mûtâ), gerek hayvanlarda, gerek insanlarda, hatta insan topluluklarında müştereken mevcut olan bir hususiyettir. Ahkonması veya muhafazası arzu edilen şeyin mahiyeti ve ne suretle ele geçirilmiş olduğu hususları, onun hakkın
da beslenen sahiblik duygusunun şiddeti yanında ikinci derecede ka
lan unsurları teşkil eder. Meselâ, elden çıkarılmamak, başkasına kap
tırılmamak istenen şey bir kemik, bir altın, bir arsa, bir insan, bir şehrin tamamı, veya bütün bir devlet olabilir. Keza bu şey, elinde bu
lunduğu kimsece başkasından iktisap edilmiş, ecdattan tevarüs edil
miş, yahut sadece emanet olarak teslim alınmış bulunabilir.
Sözü geçen bu, ve buna mümasil bütün hususlar, hukukî ba
kımdan ne kadar mühim olurlarsa olsunlar, elindeki şeyi
başkası-174
na bırakmak zorunda kalan kimse için ikinci plânda kalan mesele
lerdir. O'nun için önemli olan tek şey, fiilen sahip bulunduğu nes
neyi ilerde de yanında alıkoymaktan, her ne suretle olursa olsun başkasına kaptırmamaktan, kısacası, elden çıkartmamaktan ibaret
tir.
Her canlıya has olan bu tasarruf ve muhafaza arzusu, yalnız maddî mallara maksur olmayıp, aynı şiddetle, bir ferdin veya gu
rubun hâkim olduğu veya hâkim olduğunu zannettiği nüfuz sahasına da şâmildir.
Böyle bir sahaya hâkim olan ferd veya gurup, muayyen yollar
dan ve belli vasıtalarla, kendi menfaatlarını korumak gayesi ile, kendi muhalif veya rakiplerinin menfaatlarına karşı cephe almaya, onları mağlûp etmeye çalışır.
Zira, biraz evvel temas ettiğim tasarruf ve muhafaza emeline, her canlıya has diğer bir insiyak, başka bir içgüdü tekabül eder ki o da, mamelekini çoğaltmak, veya nüfuz sahasını büyültmek arzu
sudur. Halbuki bu, ancak başkalarının zararına olarak doyurulabi-len bir arzudur. Hiçdeğilse birçok hallerde durum budur.
İşbu antagonizm, bu tezad, yani bir kimsenin kendi nüfuzunu sağlama hususundaki menfaati ile, başkasının kendi nüfuzunu mu-hafasa hususundaki menfaati arasında cereyan eden bu çarpışma vetiresi, canlıların içgüdülerine hakkedilmiş bir sabite olup, insan
ların birlikte yaşamalarından doğan ve hiçbir suretle bertaraf edi
lemeyecek olan bir gerçekliğin ifadesidir. Kısacası bu, bir tabiat ve
risi, bir «mûtâ» dır.
Kadîm Yunan filozofu Heraklit'in, «Harbin herşeyin Halikı ve Kralı olduğu» yani, hayat mücadelesi olayının sosyal hayatı yaratan ve ona hâkim olan faktör olduğu anlamına gelen meşhur sözünün manası budur. Nerede ve ne zaman olursa olsun, insanlar hep bir arada, yanyana yaşadıkça, bunların arasında devamlı şekilde men
faat ayrılıkları olacak ve bunun neticesinde de, tabir caizse, daimî bir «iktidar kavgası» meydana gelecektir. Ana ile çocuk, erkek ile kadın, ana ile baba arasında; aynı derneğin, aynı ortaklığın, hatta aynı vatanın mensupları arasında üyeler-arası, yurttaşlar-arası mü
nasebetlerde, ve nihayet ferdle devlet ve bir devletle diğer devlet veya devletler arasında, sözün kısası, sosyal hayattaki bütün insan gurupları içinde ve aralarında «iktidar» .uğruna sonu gelmez bir