maktadır. Şöyle ki, gerek putperestlik, gerek hıristiyanlık kendi gö
rüş açılarından ve çeşitli yollardan imparatorun otoritesini kuvvet
lendirecek deliller ileri sürmüşlerdir.
1) İlk önce putperestliğin bu konudaki görüşlerine değinelim.
Putperestlik, imparatorların ilâhiaştırılmalarmı kabul etmişdir. Bu görüş eskidir, yunanda İskender ile ortaya çıkmıştır ve yunan mo
narşileri b u görüşü benimsemişlerdir. Esasen bu görüşün kaynağı yunan olduğu kadar, doğu medeniyetleridir de. Cumhuriyet devrinin son yüzyılında yunan gelenekleri Roma doktrinini etkisi altına al
mıştır. Sezar, öldürüldükten sonra «divus» ilân olunmuş. Aynı şey Sezar'dan sonraki imparatorlar için de, söz konusu olmuş, iyi impa
ratorlar, öldükten sonra Senatus tarafından «divi» ilân
olunmuşlar-dır. Prövençialarda Romaya ve Augustus'a karşı duyulan bağlılık his
si, bu ilâhlaştırma, kutsallaştırma olayını kuvvetlendirmiştir.
III ncü yüzyılda ise, bir imparatorun henüz hayatta iken, yaşar
ken ilâhlaştınlması tek tek kendini gösteren olaylar şeklinde orta
ya çıkmıştır ve bu olay daha çok Heliogabal gibi aklî dengesi bozuk olan, deli imparatorlar arasında görülmüştür.
Diocletianus kendisinin Jovius olduğunu, Maximianus ise, Her-culius olduğunu söylemiştir. Diocletianus kendini ilâh mertebesine yükselten, Tanrıya tapıldığı gibi kendine tapılmasmı istiyen ilk im
parator olmakla suçlanmıştır (Eusèbe ve Aurelius Victor).
IV ncü yüzyılın başlarında, batılı methiye yazanlar iktidarın kay
nağının, menşeinin ilâhî olduğunu söylemişlerdir. (Auguste tarihi bu konuda şöyle demektedir : «dii vos principes fecerunt».) İmparato
run doğrudan doğruya bir ilâh olduğu belki kabul edilmemiştir, fa
kat imparatorun insanlarla ilâhlar arasında yer alan bir yaratık ol
duğunda şüphe edilmemektedir. Ammianus, imparatorların «Tanrı
nın himayesi altında» olduklarım söylemiştir.
2) Hıristiyan kilisesinin bu konudaki tutumuna gelince, Cons-tantinus tarafından hıristiyan kilisesine hürriyet verildikten ve özel
likle IV ncü yüzyılın sonunda Theodosius'un hıristiyanlığı Devletin resmî dini olarak kabul etmesinden sonra, hıristiyan kilise doktrini imparatorların iktidarının mutlak olduğunu isbatlayan deliller ileri sürmüşlerdir. Bu delilleri iki kısımda toplamak mümkündür.
a) Bir defa St. Paul'un ileri sürdüğü «her iktidar Tanrıdan ge
lir» yani Tanrıdan gelmeyen iktidar yoktur görüşü, iktidar sahibine mutlak surette itaat etmek gerektiği prensibini ortaya koymuştur.
Putperestlerin hıristiyanlara karşı giriştikleri tenkitlere karşı onları korumak endişesiyle hıristiyanlığı savunanlar, hıristiyanlarm iyi bi
rer vatandaş olduklarını, iktidara karşı saygılı olduklarını ve vergi
lerini ödediklerini ileri sürmüşlerdir.
b) İmparatorun mutlak iktidarım doğrulayan ikinci bir delil de, St. Ambroise tarafından ortaya atılmış ve bu görüş batıda ortaçağ düşüncesi içinde büyük rol oynamıştır. Bu görüşe göre, iktidar bir vekâlettir, yani imparator Tanrının yeryüzündeki vekilidir; görevi Tannmn yer yüzünde gerçekleşmesini dilediği adaleti, yer yüzünde hâkim kılmaktır.
Tanrının yer yüzündeki vekili olduğu kabul edilen imparatorun iktidarı, bu sıfatı dolayısıyla, daha da kuvvetlenmiştir. İmparator emirnamelerinin, constitutiolarının başlangıç kısmında da impara
torların Tanrının vekili oldukları haatırlatılmaktadır : Digesta'ya gi
riş mahiyetindeki emirnamelerden bir tanesi olan Deo Auctore emir
namesinde «yüksek iradesi ile imparatorluğu idare etmek yetkisini bize teslim etmiş olan yaratıcı Allah...» denilmektedir.
B) Putperestlerin ve hıristiyanların savundukları bu görüşlere ek olarak, siyasî bir ideolojie, imparatorun faziletleri ve yüklendiğ gö
revin yüce bir görev olduğu konuları üzerinde durmuştur.
Bu siyasî ideolojiyi etraflı bir şekilde incelemek bu dersin sı
nırlarını fazlasıyla aşar, bu yüzden burada bu ideolojinin sadece bir kaç yönü üzerinde duracağız. İmparator emirnamelerinin tumturak
lı, ağdalı beyanları, titizlikle üzerinde durulmağa değer bir konudur.
1) İmparator bizzat kendisi ve imparatorluğun idarî işlerini yöneten nazırları, imparatorun merhametli, iyi ve müsamaha eden, hoş gören bir insan olduğunu söylerler.
İmparatorun şahsında topladığı kabul edilen bu meziyetleri sa
yesinde, toplumda uygulanan hukukun sertliği yumuşatılmakta, suç
lular affedilmekte, Devlete borçlu olanlara mehiller tanınabilmekte-dir.
2) İyilikseverliğin timsali olan imparator, aynı zamanda Tan
rının kudretidir, yani imparator hem rahman, hem kadirdir. Herkes üzerinde kudreti hâzır ve nazırdır. İmparator mademki, kâdir'i mut
laktır, öyleyse âlî cenap olmalıdır. Devletin herşeyi yapmağa yetkili olduğu görüşü, her yerde hâzır Devlet fikrinin bir karşılığıdır.
3) Roma şehri ile arasında ortak bir bağlantı bulunan impa
rator, Romulus'un sitesine vadedilmiş olan ebedî yaşantıdan yarar
lanmaktadır. Ebedî bir hayata sahip olduğu kabul edilen Roma şeh
rinin bu özelliği imparatora da bulaşmaktadır. Hiç şüphesiz impara
tor ölümlü bir yaratıktır, ebedî oluş imparatorun şahsi için değil, fa
kat imparatorun yerine getirdiği görev için söz konusu olmaktadır.
İşte Diocletianus bu anlamda kendisinin ezelî ebedî olduğunu söyle
miştir.
4) Son olarak, imparatorun toplumda ortak mutluluğu, müşte
rek saadeti gerçekleştirmekle görevli olduğu kabul edilmiştir.
Cice-jton'un «ortak iyilik» kavramı yeniden ortaya çıkmıştır. Ammianus, imperium'u yani iktidarı,, emretme kudretini şöyle tarif etmiştir : emretme kudreti herkesi mutlu kılma görevidir. Bu şekilde Am
mianus iktidarın amacının, herkesin mutluluğunu sağlamak, onla
rın yararına çalışmak olduğunu açıklamıştır. Bu konuda da yine, son imparatorluk devrinde eski yunanda savunulan bir görüş, «iyi
liksever hükümdar» fikri üzerinde durulmuştur.
Herkesin iyiliğini, menfaatini gerçekleştirmek, herkesi mutlu kılmak kavramı içine, hürriyet ve güvenlik kavramları da girmekte
dir. IV ncü yüzyılın başlarında imparatorlara methiye yazanlar, on
lara : «size efendimiz, diyoruz, vatandaşların hüriyetini güven altına alın», demektedirler.
îşte son imparatorluk devrinde, imparator son derece kudretli, Tanrının iradesi ile o mevkii işgal eden ve her şeyi yapmağa kadir bir kimse olarak kabul edilmiştir. Bu durum hukukî metinler için
de kabul edildiği gibi, bu fikri destekleyen bir siyasî ideoloji de mev
cuttur.
Teori yönünde durum bu olmakla birlikte, acaba gerçekte du
rum nasıldır ?
II — İmkânların yetersizliği.
0 devirde dünyanın keşfedilmiş olan ülkelerinin büyük bir kıs
mını kaplayan bu imparatorluk, gerçekte ikiye bölünmüş durumda idi.
Son derece geniş yetkilere sahip olan bu imparatorlar ise, çoğu zaman geri zekâlı, zayıf karakterli kimseler idi.
imparatorların yardımcıları da çoğu zaman, değersiz, ehliyet
siz, bencil, para için her şeyi yapabilecek karakterde kimseler idi.
Şimdi, kısaca, ileri sürdüğümüz bu ithamların doğru olduğunu isbat etmeğe çalışalım.
A) İmparatorluğuın bölünüşü. Hukuken imparatorluğun bir bütün teşkil ettiği kabul edilmiş, imparatorluğun bir bütün olduğu bir çok defalar tekrarlanmış, özellikle imparator emirnamelerinde iki, üç imparatorun ismi birden zikredilmiştir.
Fakat, gerçek durum bundan çok farklıdır. Daha ilk imparator
luk devrinde, Marcus Aurelius ve Verus, Septemius - Severus, Cara-calla - Geta gibi bazı imparatorların birlikte anıldıkları
görülmekte-t
dir. Fakat bunlar birer istisnadır, çoğu zaman bu imparatorlardan bir tanesi, imparatorluğun idaresini elinde tutmakta, kendisine yar
dımcı olan diğer imparator yada imparatorlar sadece ikinci derecede bazı görevleri yerine getirmektedirler. Daha sonraları Diocletianus siyasî sebeplerden çok askerî sebeplerin etkisiyle, kendisine görevin
de ortak olacak, kendisiyle ortak yetkilere sahip olacak başka bir imparator «august» seçmiştir; her iki imparatorun da ayrı ayrı bi
rer tane yardımcıları «sezar» bulunmaktadır. Böylece dörtlü bir yönetim denemesine girişilmiştir, ne var ki, Diocletianus'un sahip olduğu otorite ve prestij sayesinde ayakta durabilen bu dörtlü yö
netim denemesi uzun süre varlığını devam ettirememiştir.
İmparatoruk tekrar bölünmüş, bu defa Constantinus'un üç oğlu imparatorluğu miras olarak taksim etmişlerdir, ancak kısa bir süre sonra kardeşler, kendilerine düşen paylar hakkında aralarında mü
cadeleye başlamışlar ve Constans diğer kardeşlerini bertaraf ettik
ten sonra tek başına imparatorluğa hâkim olmuştur. Fakat 364 de orduları tarafından başa geçirilen Valenlinianus kendine ortak ola
rak kardeşi Valens'ı seçmiş, ona doğudaki ülkelerin idaresini bırak
mış, kendisi de batıdaki ülkelerin başına geçmiştir. 364 tarihinden 476 tarihine kadar, bir kaç ay müstesna, bu bölünme varlığını devam ettirmiştir.
Ancak bu bölünme, imparatorluğun bölünmüş olduğu anlamını taşımaz, bu bölünme sadece imparatorluğun idaresinin, yönetiminin bir kaç kişi arasında bölüşüldüğünü gösterir.
Bu bölünme şu şekilde olmuştur : biri Roma, diğeri Constanti-nopl olmak üzere iki başkent ve bu başkentlerin her birinde bir sena-tus vardır. İmparatorluk içinde iki ayrı idare mekanizması mevcut
tur, çoğu zaman bu iki başkentte birbirinden farklı siyaset uygulan
makta, iki ayrı mevzuat ve özellikle iki ayrı gelenek, hâkim bulun
makta, iki ayrı dil konuşulmaktadır.
İmparatorluğun doğu ülkeleri ile batı ülkeleri arasında, eskiden-beri oldukça derin ayrılıklar mevcuttu, fakat, zamanla bu ayrılıklar daha da derinleşmiştir. Bu durum, bir barbar kumandanının batıda ki kudretsiz bir imparatoru iş başından uzaklaştırarak, doğu impara
torluğu lehine birliği sağlamasına kadar devam etmiştir, fakat, ger
çekte, Germen prenslerinin ellerine geçen batı ülkeleri imparator
luğun elinden çıkmıştır.