• Sonuç bulunamadı

Dinî deliller. Bu konuda oldukça garip bir durumla karşılaşıl

Belgede YIL ARMAĞANI (sayfa 188-193)

maktadır. Şöyle ki, gerek putperestlik, gerek hıristiyanlık kendi gö­

rüş açılarından ve çeşitli yollardan imparatorun otoritesini kuvvet­

lendirecek deliller ileri sürmüşlerdir.

1) İlk önce putperestliğin bu konudaki görüşlerine değinelim.

Putperestlik, imparatorların ilâhiaştırılmalarmı kabul etmişdir. Bu görüş eskidir, yunanda İskender ile ortaya çıkmıştır ve yunan mo­

narşileri b u görüşü benimsemişlerdir. Esasen bu görüşün kaynağı yunan olduğu kadar, doğu medeniyetleridir de. Cumhuriyet devrinin son yüzyılında yunan gelenekleri Roma doktrinini etkisi altına al­

mıştır. Sezar, öldürüldükten sonra «divus» ilân olunmuş. Aynı şey Sezar'dan sonraki imparatorlar için de, söz konusu olmuş, iyi impa­

ratorlar, öldükten sonra Senatus tarafından «divi» ilân

olunmuşlar-dır. Prövençialarda Romaya ve Augustus'a karşı duyulan bağlılık his­

si, bu ilâhlaştırma, kutsallaştırma olayını kuvvetlendirmiştir.

III ncü yüzyılda ise, bir imparatorun henüz hayatta iken, yaşar­

ken ilâhlaştınlması tek tek kendini gösteren olaylar şeklinde orta­

ya çıkmıştır ve bu olay daha çok Heliogabal gibi aklî dengesi bozuk olan, deli imparatorlar arasında görülmüştür.

Diocletianus kendisinin Jovius olduğunu, Maximianus ise, Her-culius olduğunu söylemiştir. Diocletianus kendini ilâh mertebesine yükselten, Tanrıya tapıldığı gibi kendine tapılmasmı istiyen ilk im­

parator olmakla suçlanmıştır (Eusèbe ve Aurelius Victor).

IV ncü yüzyılın başlarında, batılı methiye yazanlar iktidarın kay­

nağının, menşeinin ilâhî olduğunu söylemişlerdir. (Auguste tarihi bu konuda şöyle demektedir : «dii vos principes fecerunt».) İmparato­

run doğrudan doğruya bir ilâh olduğu belki kabul edilmemiştir, fa­

kat imparatorun insanlarla ilâhlar arasında yer alan bir yaratık ol­

duğunda şüphe edilmemektedir. Ammianus, imparatorların «Tanrı­

nın himayesi altında» olduklarım söylemiştir.

2) Hıristiyan kilisesinin bu konudaki tutumuna gelince, Cons-tantinus tarafından hıristiyan kilisesine hürriyet verildikten ve özel­

likle IV ncü yüzyılın sonunda Theodosius'un hıristiyanlığı Devletin resmî dini olarak kabul etmesinden sonra, hıristiyan kilise doktrini imparatorların iktidarının mutlak olduğunu isbatlayan deliller ileri sürmüşlerdir. Bu delilleri iki kısımda toplamak mümkündür.

a) Bir defa St. Paul'un ileri sürdüğü «her iktidar Tanrıdan ge­

lir» yani Tanrıdan gelmeyen iktidar yoktur görüşü, iktidar sahibine mutlak surette itaat etmek gerektiği prensibini ortaya koymuştur.

Putperestlerin hıristiyanlara karşı giriştikleri tenkitlere karşı onları korumak endişesiyle hıristiyanlığı savunanlar, hıristiyanlarm iyi bi­

rer vatandaş olduklarını, iktidara karşı saygılı olduklarını ve vergi­

lerini ödediklerini ileri sürmüşlerdir.

b) İmparatorun mutlak iktidarım doğrulayan ikinci bir delil de, St. Ambroise tarafından ortaya atılmış ve bu görüş batıda ortaçağ düşüncesi içinde büyük rol oynamıştır. Bu görüşe göre, iktidar bir vekâlettir, yani imparator Tanrının yeryüzündeki vekilidir; görevi Tannmn yer yüzünde gerçekleşmesini dilediği adaleti, yer yüzünde hâkim kılmaktır.

Tanrının yer yüzündeki vekili olduğu kabul edilen imparatorun iktidarı, bu sıfatı dolayısıyla, daha da kuvvetlenmiştir. İmparator emirnamelerinin, constitutiolarının başlangıç kısmında da impara­

torların Tanrının vekili oldukları haatırlatılmaktadır : Digesta'ya gi­

riş mahiyetindeki emirnamelerden bir tanesi olan Deo Auctore emir­

namesinde «yüksek iradesi ile imparatorluğu idare etmek yetkisini bize teslim etmiş olan yaratıcı Allah...» denilmektedir.

B) Putperestlerin ve hıristiyanların savundukları bu görüşlere ek olarak, siyasî bir ideolojie, imparatorun faziletleri ve yüklendiğ gö­

revin yüce bir görev olduğu konuları üzerinde durmuştur.

Bu siyasî ideolojiyi etraflı bir şekilde incelemek bu dersin sı­

nırlarını fazlasıyla aşar, bu yüzden burada bu ideolojinin sadece bir kaç yönü üzerinde duracağız. İmparator emirnamelerinin tumturak­

lı, ağdalı beyanları, titizlikle üzerinde durulmağa değer bir konudur.

1) İmparator bizzat kendisi ve imparatorluğun idarî işlerini yöneten nazırları, imparatorun merhametli, iyi ve müsamaha eden, hoş gören bir insan olduğunu söylerler.

İmparatorun şahsında topladığı kabul edilen bu meziyetleri sa­

yesinde, toplumda uygulanan hukukun sertliği yumuşatılmakta, suç­

lular affedilmekte, Devlete borçlu olanlara mehiller tanınabilmekte-dir.

2) İyilikseverliğin timsali olan imparator, aynı zamanda Tan­

rının kudretidir, yani imparator hem rahman, hem kadirdir. Herkes üzerinde kudreti hâzır ve nazırdır. İmparator mademki, kâdir'i mut­

laktır, öyleyse âlî cenap olmalıdır. Devletin herşeyi yapmağa yetkili olduğu görüşü, her yerde hâzır Devlet fikrinin bir karşılığıdır.

3) Roma şehri ile arasında ortak bir bağlantı bulunan impa­

rator, Romulus'un sitesine vadedilmiş olan ebedî yaşantıdan yarar­

lanmaktadır. Ebedî bir hayata sahip olduğu kabul edilen Roma şeh­

rinin bu özelliği imparatora da bulaşmaktadır. Hiç şüphesiz impara­

tor ölümlü bir yaratıktır, ebedî oluş imparatorun şahsi için değil, fa­

kat imparatorun yerine getirdiği görev için söz konusu olmaktadır.

İşte Diocletianus bu anlamda kendisinin ezelî ebedî olduğunu söyle­

miştir.

4) Son olarak, imparatorun toplumda ortak mutluluğu, müşte­

rek saadeti gerçekleştirmekle görevli olduğu kabul edilmiştir.

Cice-jton'un «ortak iyilik» kavramı yeniden ortaya çıkmıştır. Ammianus, imperium'u yani iktidarı,, emretme kudretini şöyle tarif etmiştir : emretme kudreti herkesi mutlu kılma görevidir. Bu şekilde Am­

mianus iktidarın amacının, herkesin mutluluğunu sağlamak, onla­

rın yararına çalışmak olduğunu açıklamıştır. Bu konuda da yine, son imparatorluk devrinde eski yunanda savunulan bir görüş, «iyi­

liksever hükümdar» fikri üzerinde durulmuştur.

Herkesin iyiliğini, menfaatini gerçekleştirmek, herkesi mutlu kılmak kavramı içine, hürriyet ve güvenlik kavramları da girmekte­

dir. IV ncü yüzyılın başlarında imparatorlara methiye yazanlar, on­

lara : «size efendimiz, diyoruz, vatandaşların hüriyetini güven altına alın», demektedirler.

îşte son imparatorluk devrinde, imparator son derece kudretli, Tanrının iradesi ile o mevkii işgal eden ve her şeyi yapmağa kadir bir kimse olarak kabul edilmiştir. Bu durum hukukî metinler için­

de kabul edildiği gibi, bu fikri destekleyen bir siyasî ideoloji de mev­

cuttur.

Teori yönünde durum bu olmakla birlikte, acaba gerçekte du­

rum nasıldır ?

II — İmkânların yetersizliği.

0 devirde dünyanın keşfedilmiş olan ülkelerinin büyük bir kıs­

mını kaplayan bu imparatorluk, gerçekte ikiye bölünmüş durumda idi.

Son derece geniş yetkilere sahip olan bu imparatorlar ise, çoğu zaman geri zekâlı, zayıf karakterli kimseler idi.

imparatorların yardımcıları da çoğu zaman, değersiz, ehliyet­

siz, bencil, para için her şeyi yapabilecek karakterde kimseler idi.

Şimdi, kısaca, ileri sürdüğümüz bu ithamların doğru olduğunu isbat etmeğe çalışalım.

A) İmparatorluğuın bölünüşü. Hukuken imparatorluğun bir bütün teşkil ettiği kabul edilmiş, imparatorluğun bir bütün olduğu bir çok defalar tekrarlanmış, özellikle imparator emirnamelerinde iki, üç imparatorun ismi birden zikredilmiştir.

Fakat, gerçek durum bundan çok farklıdır. Daha ilk imparator­

luk devrinde, Marcus Aurelius ve Verus, Septemius - Severus, Cara-calla - Geta gibi bazı imparatorların birlikte anıldıkları

görülmekte-t

dir. Fakat bunlar birer istisnadır, çoğu zaman bu imparatorlardan bir tanesi, imparatorluğun idaresini elinde tutmakta, kendisine yar­

dımcı olan diğer imparator yada imparatorlar sadece ikinci derecede bazı görevleri yerine getirmektedirler. Daha sonraları Diocletianus siyasî sebeplerden çok askerî sebeplerin etkisiyle, kendisine görevin­

de ortak olacak, kendisiyle ortak yetkilere sahip olacak başka bir imparator «august» seçmiştir; her iki imparatorun da ayrı ayrı bi­

rer tane yardımcıları «sezar» bulunmaktadır. Böylece dörtlü bir yönetim denemesine girişilmiştir, ne var ki, Diocletianus'un sahip olduğu otorite ve prestij sayesinde ayakta durabilen bu dörtlü yö­

netim denemesi uzun süre varlığını devam ettirememiştir.

İmparatoruk tekrar bölünmüş, bu defa Constantinus'un üç oğlu imparatorluğu miras olarak taksim etmişlerdir, ancak kısa bir süre sonra kardeşler, kendilerine düşen paylar hakkında aralarında mü­

cadeleye başlamışlar ve Constans diğer kardeşlerini bertaraf ettik­

ten sonra tek başına imparatorluğa hâkim olmuştur. Fakat 364 de orduları tarafından başa geçirilen Valenlinianus kendine ortak ola­

rak kardeşi Valens'ı seçmiş, ona doğudaki ülkelerin idaresini bırak­

mış, kendisi de batıdaki ülkelerin başına geçmiştir. 364 tarihinden 476 tarihine kadar, bir kaç ay müstesna, bu bölünme varlığını devam ettirmiştir.

Ancak bu bölünme, imparatorluğun bölünmüş olduğu anlamını taşımaz, bu bölünme sadece imparatorluğun idaresinin, yönetiminin bir kaç kişi arasında bölüşüldüğünü gösterir.

Bu bölünme şu şekilde olmuştur : biri Roma, diğeri Constanti-nopl olmak üzere iki başkent ve bu başkentlerin her birinde bir sena-tus vardır. İmparatorluk içinde iki ayrı idare mekanizması mevcut­

tur, çoğu zaman bu iki başkentte birbirinden farklı siyaset uygulan­

makta, iki ayrı mevzuat ve özellikle iki ayrı gelenek, hâkim bulun­

makta, iki ayrı dil konuşulmaktadır.

İmparatorluğun doğu ülkeleri ile batı ülkeleri arasında, eskiden-beri oldukça derin ayrılıklar mevcuttu, fakat, zamanla bu ayrılıklar daha da derinleşmiştir. Bu durum, bir barbar kumandanının batıda ki kudretsiz bir imparatoru iş başından uzaklaştırarak, doğu impara­

torluğu lehine birliği sağlamasına kadar devam etmiştir, fakat, ger­

çekte, Germen prenslerinin ellerine geçen batı ülkeleri imparator­

luğun elinden çıkmıştır.

Belgede YIL ARMAĞANI (sayfa 188-193)