• Sonuç bulunamadı

4. Turgut Özal’ın Siyasi Düşünce ve Perspektifi

4.3. Turgut Özal’ın Siyasal Perspektifi

bireyin rahat çalışabileceği ortamı sağlaması ve düzenleyici ve teşvik edici olması gerektiğini belirtir (Barlas, 2001: 218). Kasım 1991’de “Dış Politika ve Ekonomi Açılarından Türkiye’nin Stratejik Öncelikleri” başlıklı sempozyumda yaptığı konuşmada bu fikirlerini şu şekilde açıklamıştır:

“20. asrın ilk ve ikinci çeyreğinde, revaçta bulunan usul, refah devletiydi. O bitti artık. Devletin refahı temin etmesi diye bir şey önümüzdeki asırda yok. Yani eğer bu yanlışı tercihe kalkarsak, hakikaten Türkiye’yi çok geriye atarız. Hatta asrın üçüncü çeyreğinde gelen bir sosyal devlet mefhumu var. O da bitiyor. Devletin rolü değişiyor. Yerine insanın rolü geliyor…21. asra doğru giderken, her şeyi temin eden devlet yok, bitti. Yerine süratle, ferdin çok daha hareketli, üretken, yaratıcı olduğu, olabileceği, çok daha serbest bir ortam meydana gelecek.” (Duman, 2011: 111-112).

Özal Üçüncü İktisat Kongresinde, bu görüşlerini yineleyerek devletin asli görevinin bireyin gelişimini kolaylaştıracak hizmetleri sunması gerektiğini ve ekonomik kalkınmanın dinamosunun fertler olduğunu vurgular. Ona göre “Güçlü devlet, memurları çok olan devlet değildir; güçlü devlet, harcamaları çok fakat iki yakası bir araya gelemeyen devlet değildir. Güçlü devlet, bir istihdam kapısı değildir, güçlü devlet, bir mabut veya baba değildir.” (Barlas, 2001: 263).

Son tahlilde Özal, bu düşünce ve bakış açısı doğrultusunda ekonomide büyük bir transformasyonu başlatacak ve Türkiye’yi hızlı bir şekilde dünyaya açacaktır. Özal başbakan yardımcısı olduğu 1980 ve iktidarda bulunduğu 1983-1993 yılları boyunca neo-liberal politikalarını her fırsatta savunacak ve Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının bu politikaların sıkı bir şekilde takip edilmesiyle mümkün olacağını iddia edecektir.

Osmanlı’nın ruhunu canlı tutan törenlere katılmaları bu yaşantının rutin bir parçasıdır (Birand ve Yalçın, 2012: 14).

Çocukluk döneminde Osmanlı tarihinin havasını soluyan Özal sonraki yıllarda Osmanlı padişahlarının liderlik vasıflarına olan hayranlığını, “Bunlar nasıl adamlarmış?

Koca toprakları, öylesine çeşitlilik arz eden onca insanı nasıl yönetmişler? Bir bize bak, bir onlara…” gibi cümlelerle ifade edecektir (Çandar, 2016: 3). Fakat Özal daha önce oruç gibi ibadetlerini yerine getirmesine karşın, dinin bütün esaslarını öğrenmesi ve beş vakit namazını kılması üniversite birinci sınıfında başlar (Barlas, 2001: 89). Üniversite yıllarında Türk Kültür Ocağı’nın düzenlediği toplantılarına aktif katılan bir öğrencidir.

Çocukluk ve üniversite arkadaşı Recai Kutan Özal’ın gençlik yıllarını dönemin ölçütlerine göre dindar sayılabilecek ve Cuma namazlarına giden biri olarak tanımlar (Birand ve Yalçın, 2012: 20). DPT’de çalıştığı dönemde sık sık Nakşibendi Tarikatının lideri Mehmet Zahit Efendi’nin sohbetlerine katılır ve ondan tavsiyeler alır. 1977’de MSP’den aday olmasında kardeşi Korkut Özal’a göre Mehmet Zahit Efendi’nin etkisi büyüktür (Birand ve Yalçın, 2012: 51).

Özal, Müslüman kimliğini gizlemekten sakınmazdı. Başbakanlığı sırasında Temmuz 1988’de hacca giden Özal’ın normalde yasak olmasına rağmen Suudi yönetimi özel bir izin vererek ilk defa bir devlet adamının fotoğraflarının çekinmesine müsaade etmiştir (Aral ve Güngör, 23.07.1988). Cumhurbaşkanı seçildiği dönemde de benzer tavırlar sergilemekten çekinmemiştir. Cuma namazı için Köşk dışında bir camiye gittiğinde basın ve bazı kimseler tepki göstermiş, kendisine bu tepkiler iletildiğinde ise

“Benim senelerdir kıldığım Cuma namazını, cumhurbaşkanı oldum diye bırakmam mı gerekiyor? Laiklik kavramı ve anlayışı bu mudur? Ben devam ederim” diyerek yapılan eleştirilere yanıt verecektir (Özdemir, 2014: 294-295). Nitekim bu eleştirileri umursamayarak Çankaya Köşkü’nde ibadetlerini yerine getirmeye, oruç tutmaya ve iftar programları düzenlemeye devam etmiştir (Ataman, 2016: 289).

Muhafazakar bir iklim içerisinde yetişmiş olsa da düşünce bakımından tutucu bir bakış açısına sahip olduğu söylenemez. Barlas’a (2001:91) verdiği mülakatta “Allah’a kuvvetle inanmayı, toplumların sağlığında esaslı bir unsur olarak görüyorum…Ama bu yeniye karşı olmaya, dünyaya kapanmaya sebep olmamalı…Araştırma, düşünme ve tartışma eksilmemeli…” diyecektir. Buna ek olarak, laiklik karşıtı bir ideolojiye de sahip değildir. Zira oğlu Ahmet Özal’a göre babası “ne tam bir İslamcı ne de tam bir laikti her

ikisini de kabullenmişti; ne tam bir gelenekçiydi ne de tam bir modernisti…” (Duman, 2017: 201). Gerçekten de ANAP’ı kurarken kullandığı “dört eğilimi” birleştirme söylemi, dini ve geleneksel değerlere olan bağlılığı ve Batı’nın ilim ve teknolojisine ve liberal kültürüne olan hayranlığı gibi nedenlerden dolayı Özal’ı tek bir kalıp içerisine sığdıramayız.

Özal, Türkiye’nin güçlenmesinde ekonomik gelişmeye birincil bir misyon yükler.

Bu bakış açısından hareketle Özal, liberal, milliyetçi ve muhafazakar kodlara bu amaca giden süreçte araçsal anlamlar yüklemiştir. Diğer bir deyişle Özal’ın pragmatist yönü onun liberal, milliyetçi ve muhafazakar ideolojisiyle iç içedir. Örneğin, Şubat 1988’de İzmir kongresinde Özal, konuşmasına ANAP’ın milliyetçi, muhafazakar ve sosyal adaletçi olduğunu söyleyerek başlar. Serbest ekonomik düzeni eleştiren kesimleri sert bir dille eleştiren Özal, İslam’dan hadis örnekleri vererek Hz. Peygamberin de serbest ekonomik düzeni uyguladığını ileri sürer:

“Serbest ekonomik düzen Batı’nın düzenidir. Ama benim incelediğim bazı dokümanlar var. Hz.

Peygamber’in bir sözünü aksettireceğim. Bir gün Medine’de Peygamber Efendimiz Hazretlerine geliyorlar.

O sırada Medine’de pahalılık artmış, fiyatlar yükselmiş, diyorlar ki ‘Ya Resulallah narh koy.’ Bugün de bize geliyorlar narh koy diye. Bu mealde benim bildiğim üç tane hadis var. Aynen şöyle söylüyor. Fiyatların kontrolü bizim kendi takdirimizde değildir. O Allah’ın taktirindedir. Kimsenin hakkını kimseye vermem.”

(Milliyet, 22.02.1988).

Böylece Özal düşüncelerini dini referansları kullanarak kuvvetlendirmeye çalışır.

Özal, din ve vicdan özgürlüğüne de kalkınmanın bir aracı olarak bakar. O din ve vicdan hürriyetinin olmadığı yerde gelişmenin de tam anlamıyla tamamlanamayacağı görüşündedir. Diğer bir ifadeyle iktisadi gelişme ile din ve vicdan hürriyeti arasında bir bağlantı olduğuna inanır. Mart 1989’da “türban olayı” yaşandığında Özal, ister sağ ister sol hangi görüşten olursa olsun sorunların kaba kuvvetle değil, hoş görü, diyalog ve yumuşaklıkla çözüleceğini vurgular. Amerika ve Avrupa’daki yaşantısından bahseden Özal, Batı’nın gelişmişliğinin arkasında Rönesans düşüncesinin izlerinin olduğunu, Batılı bir toplum olmak istiyorsak fikir ve düşünce özgürlüğünü benimsememiz gerektiğini düşünür (Cemal, 2013: 129). Aynı konuşmada “1980 öncesi kavgaların tekrarını görmek istemiyoruz” diyerek, din ve vicdan hürriyetini toplumsal gerginlikleri absorbe edecek faydalı bir fikir olarak değerlendirir (Cemal, 2013: 128). Özetle, Özal din ve vidan hürriyetine iktisadi bir faydacılık yükler. Buradan hareketle Yayla (2013: 588) Özal’ı,

“liberal fikirlerden etkilenmiş bir muhafazakar; belki bir muhafazakar-liberal” olarak tanımlar.

Özal aynı soy ve kan bağına dayanan ve etnik kimliği ölçüt alan milliyetçilik yerine vatandaşlık esaslı ve dini referansları birleştiren bir milliyetçiliği savunur (Bora, 2013:

594). Gerek uluslararası sistemde yaşanan gelişmeler gerekse de iç dinamikler, Özal’ın milliyetçilik fikrinin şekillenmesine etki etmiştir diyebiliriz. İlk olarak, 1980’lerin başından itibaren Güneydoğu’da artan terör olayları Özal’ı Türkiye’nin ulus inşasında kullanmış olduğu söylemlerin milli birlik ve beraberliği sağlamada yetersiz olduğu inancına yol açmıştır. İkincisi, iki kutuplu sistemin sonuna gelindiği bir zamanda mikro milliyetçi ayaklanmalar Türkiye’nin yakın çevresinde hızla artmaya başlamıştı. Özal 1984’te yaptığı Güneydoğu gezisi sırasında ‘Önce Vatan’ ve ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’

gibi söylemlerin ve resmi tezlerin milli birlik ve beraberliği sağlamada zayıf kaldığını söylemiştir (Özdemir, 2014: 483-484). Bu yüzden Özal Türk ve İslam kavramlarını birleştirerek, yeni dönemde dinsel imgeleri, ulusal birliğin ve beraberliğin sağlanmasında etkin bir aracı olarak kullanacaktır. Ocak 1989’da Van’da yaptığı konuşmada bu fikirlerini şu şekilde ifade eder:

“Türkiye Cumhuriyeti milli bir devlettir. Atatürk böyle kurmak istedi. Bizim birliğimizi, beraberliğimizi bir arada tutan, hepimizin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasıdır. Birinci nokta bu. Bu topraklarda yaşayan herkes, burada doğan herkes, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bu ülkenin vatandaşı olan herkes, hiçbir ayırım yapılmadan bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. Bir kere bunu böyle kabul etmemiz lazım. Devletimiz laiktir. Ama milletimizi bir arada tutan, ebedi birliğimizde en güçlü bir şekilde hizmeti olan, esas rolü olan da İslam’dır.” (Özdemir, 2014: 488).

Türk ve İslam sentezi kavramı, 12 Eylül askeri rejimi tarafından da 1970’lerin anarşi ortamının tekrarlanmasını önlemek ve ekonomik olarak yoksullaşan halkın dikkatini dine vererek milli birliği ve bütünlüğü sağlamada birer araç olarak kullanılmak istenmiştir (Oran, 2006: 21). Ancak, geçmişte Aydınlar Ocağının bir mensubu olan Özal, bu kavrama daha kuvvetli sarılmıştır diyebiliriz. Terör olaylarının hız kesmeden devam ettiği yıllarda Özal’ın konuşmalarında dini imgelere sık sık atıf yapması bunun bir göstergesidir. Irak, İran ve Suriye’den Türkiye’ye karşı yoğun bir tehdit algısına sahip olan ve bu ülkelerin terörü desteklediklerinden şüphelenen Özal, dini referansları bölge halkı üzerinde kullanarak tehdidin seviyesini zayıflatmaya çalışır. Ağustos 1989’da Doğu gezisinde Özal “Sulh içinde yaşayalım. İslam’da, Müslümanlıkta birlik ve beraberlik vardır. Bizi bölmek isteyen dış güçler Müslüman olamazlar. Müslüman görüntüsü altında

aramıza nifak sokmak isteyenlerdir” ve aynı konuşmada Kuran-ı Kerim’den “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” ayetini okuyarak, “Sakın bölünmeyin, parçalanmayın, yoksa kaybolursunuz” demiştir (Balcı ve Tayyar, 30.08.1989). Kısacası Özal, devletin bekası için dini imgeleri araçsallaştırarak içerden ve dışardan gelen tehditlere karşı kullanacaktır.

Diğer yandan Özal’da liberal ve milliyetçi söylemler bir aradadır. Diğer bir ifadeyle Özal’ın milliyetçilik ideolojisi de ekonomik ve teknolojik ilerlemeyi temel alır. 1991’de yaptığı konuşmasında, “Fatih Sultan Mehmet Şunu yaptı, Yavuz Sultan Selim şunu yaptı, diye geçmişle övünmek milliyetçilik değildir. Milliyetçilik, toplumların o anda, kendi yaptıkları işlerle övünebilmesidir. Sen dünyayla yarış edebiliyor musun? Yani, başka ülkelerle yarış edecek adamların var mı? Daha iyi ressamın, sanatçın, tüccarın, politikacın var mı?” ifadelerini kullanacaktır (Bora, 2017: 242). Böylece Özal’da milliyetçilik kalkınmacı ve medeniyetçi bir çizgide olmuştur. Yani Özal, milliyetçiliğe “menfi” bir anlamdan çok ekonomik liberalizmi ağır basan “müsbet” bir anlam yüklemiş olur (Bora, 2017: 241).