• Sonuç bulunamadı

Türk Dış Politikasının Geleneksel Stratejik Kültürü

3. Türk Dış Politikasının Genel Görünümü

3.1. Türk Dış Politikasının Geleneksel Stratejik Kültürü

Osmanlı Devleti kuruluşunun ilk dönemlerinde militarist bir anlayışla “Fetih”

üzerine kurulu “genişlemeci” bir strateji ile hareket ediyordu. İmparatorluğun zayıfladığı son dönemlerde ise mevcut toprakları koruma amaçlı “güç dengesi” siyasetinin ön plana çıktığını görmekteyiz. O yıllarda askeri ve diplomatik araçlar kullanılarak imparatorluğun çöküşünün önüne geçilmeye çalışılmıştır (Baharçiçek, 2020: 29-30). Fakat, 1923 Lozan Antlaşması sonrası kurulan yeni Türkiye’nin grand strateji tercihi, selefi Osmanlı’nın dış politika doktrininden farklılaşacaktır. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın yol açtığı büyük travmalar neticesinde stratejik kültür Atatürk’ün vizyonu doğrultusunda yeniden inşa edilecektir. Atatürk’ün grand stratejisini sistem, lider imgesi ve yerel dinamikler olmak üzere üç değişken üzerinden analiz etmeye çalışacağız.

Birinci Dünya Savaşı sonrası büyük güçlerin güç kapasiteleri önemli derecede azalmış ve göreceli güç dağılımı değişmişti. Savaşın kaybedenleri büyük toprak kayıplarına uğramıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılarak Çekoslovakya, Yugoslavya, Avusturya ve Macaristan olmak üzere ulus devletlere ayrılmıştı.

Almanya’nın Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti’ne kıyasla daha az toprak kaybı olsa da önemli ekonomik kaynaklarını kaybetmişti. Alsace-Lorraine Fransa’ya geri verilmiş ve Saar bölgesi müttefik kuvvetlerce işgal edilmişti. Almanya’nın geniş sömürgeleri Fransa ve İngiltere’nin eline geçmişti. Almanya toprak kayıplarının yanı sıra askeri kapasitesi azaltılarak büyük savaş tazminatı ödemeye mahkum edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki toprakları ise Fransız ve İngiliz mandası altına girmişti (Kennedy, 2017: 335-337).

Savaşın sürdüğü yıllarda iç kargaşalardan dolayı geri çekilen Rusya’da Ekim Devrimi sonrası Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştu (Hobsbawm, 2015:

78-79). Bolşevikler SSCB’yi uluslararası sahneden soyutlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na müttefikler safında katılan ABD, sistemdeki güç boşluğunu doldurmak yerine yalnızlık (izolasyonist) politikasına geri dönmüştü (Kennedy, 2017: 337). Çünkü, Wilson’ın

“demokrasi için dünyayı güvenli hale getirmek” temalı liberal enternasyonalist grand stratejisi ABD Kongresi tarafından desteklenmemişti (Martel, 2015: 228-229).

Savaşın galipleri olmasına rağmen İngiltere, Fransa ve İtalya’daki görüntü pek iç açıcı değildi. Savaş bu üç ülkenin gücünü tüketmişti. İngiltere’nin zayıflayan gücü dolayısıyla politika yapıcıları Britanya İmparatorluğu’nu ayakta tutmakta zorlanıyordu.

Güney İrlanda’nın de facto bağımsızlığını takiben, Mısır tam bağımsızlık talebinde bulunmuştu. Üç yıl süren mücadele sonrası Mısır’a yarı bağımsız bir statü verildi.

Hindistan’da ise “özerklik” (Swaraj) talebi Gandhi liderliğinde bağımsızlık hareketine dönüştü (Hobsbawm, 2015: 281-282). Fransa’da karar alıcılar savaştan fakirleşen halkın savaş karşıtı sloganlarına kayıtsız kalamıyordu (Kennedy, 2017: 346). Fransa askerlik hizmetlerini üç yıldan bir yıla düşürerek bu talebi bir nebze karşılamak istedi. Fransız bir diplomat, Fransa’nın artık süper bir güç olmadığını ikinci sınıf bir güce kaydığını itiraf ediyordu (Marks, 1999: 24). Fransa ve İtalya’nın ekonomisi imalat sanayisinde, tarımda ve ihracatta büyük gerileme kaydetmişti (Kennedy, 2017: 339). İtalyanlar savaşın sonucunu kendileri açısından “sakat zafer” olarak tanımlıyorlardı. Savaşın sonuçlarından memnun olmayan İtalya’da İtalyan Faşist Partisi (PNF) iktidarı ele geçirmişti. İtalya’daki iktidar değişikliği ileriki yıllarda Roma’nın emperyalist hedefler peşinde koşmasına yol açacaktır (Cassels, 1999: 58). Hobsbawm’ın söylemiyle imparatorluklar çağı artık sona ermişti (Hobsbawm, 2015: 267).

Müttefiklerin savaş sonrası çıkar beklentileri de değişiklik göstermekteydi. Mesela,

“Alman Sorunu” tam olarak çözülmemişti. İtalyan, Fransız ve İngiliz politika yapıcıları Almanya üzerinde farklı bir tehdit algılamalarına sahipti. İtalyanlar Alman sorunu ile ilgilenmiyordu. İtalyanlar için en büyük tehdit savaştan önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ydu. Zaten savaştan sonra imparatorluk kendisine tehdit oluşturamayacak şekilde parçalara ayrılmıştı (Taylor, 1964: 57-58). Fransızlar ise Almanların tekrardan eski güçlerine kavuşmasından korkuyordu. Britanya’ya gelince, Almanların artık tehdit oluşturmayacağını düşünüyordu (Marks, 1999, 14). İngilizler, Almanya’nın barışçıl bir

şekilde ekonomik kalkınmasına müsaade ederek Avrupa ticaretine entegre etmek istiyordu (Marks, 1999: 24). Çünkü savaş öncesi dönemde gücünü uluslararası ticaret ve yatırımlardan alan İngiltere, ağır savaş tazminatının kendi ekonomi politikalarını etkileyeceğinden endişe ediyordu. Bunun yanı sıra, Britanya kıtada Almanya’nın zayıflatılarak Fransa’nın birincil güç olmasını istemiyordu (Brawley, 2009: 85).

Uluslararası sistemdeki bu gri alanlar devletlere arzu ettikleri politikaları harekete geçirmede fırsatlar sunar. Sistemin izin veren bu koşulları Atatürk’e özgür bir şekilde kendi dış politika vizyonunu icra etmesi için fırsatlar sunacaktı. Dönemin ulusal görüntüsüne değinecek olursak, savaşın yıkımı büyüktü. Ekonomik açıdan, dış ticaret rakamlarında büyük düşüşler olmuştu. İhracat 2.5 milyar kuruştan, 0.8 milyar kuruşa, ithalat 4.5 milyar kuruştan 1.4 milyar kuruşa düşmüştü. Devletin geliri 2.87 milyar kuruştan 1.8 milyar kuruşa kadar gerilemişti. Enflasyon sürekli yükseliyordu (Shaw ve Shaw, 1977: 373). Altyapı savaştan büyük zarar görmüştü. Özellikle Yunan tarafından işgal edilen Batı Anadolu’daki demiryolları ve evler harap olmuştu. Anadolu nüfusu göç ve savaşlar yüzünden azalmıştı. Sadece nüfusun yaklaşık 2.5. milyon gibi büyük bir bölümü savaşta kaybedilmişti (Zürcher, 2016: 242-246). Kısacası, Türkiye’nin sistemdeki göreceli gücü önemli ölçüde azalmıştı.

Lozan Antlaşması sonrası Atatürk 29 Ekim 1923 yılında imparatorluğun yerine ulus-devlet modeline dayalı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti.

Cumhuriyetin ilanı sonrası Atatürk grand stratejisini, sistemin sunduğu fırsatlar ve Türkiye’nin göreceli maddi güç kapasitesini dikkate alarak oluşturdu. Öncelikle uluslararası sistemde Türkiye’ye yönelik yakın bir tehdit görünmüyordu. Lozan Antlaşması ile Türkiye uluslararası tanınırlığını ve güvenliğini hukuksal bir sözleşmeyle garanti altına almıştı (Hale, 2013: 41). İkincisi tarih boyunca Anadolu için sürekli bir tehdit olan Rusya, kendi iç sorunlarıyla meşgul olduğundan artık yakın bir tehdit değildi (Oran, 2009: 242). İngiltere, Fransa ve İtalya’nın öncelikli konuları yukarda belirttiğimiz gibi farklılaşmıştı.

Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası sistemin Türkiye açısından müsamahakar bir stratejik ortam sağladığını ifade edebiliriz. Atatürk sistemin bu izin veren koşullarında intikamcı duygularla hareket edip yeni kazanımlar elde etmek yerine ülkenin savaş sonrası sahip olduğu maddi güç kapasitesiyle ölçülü, daha yapıcı ve rasyonel bir dış politika vizyonu seçtiğini belirtebiliriz. Zira bu dış politika vizyonunun

aksine bir tercih Türkiye’nin uluslararası sistemdeki güvenliğini riske atabilirdi.

Geçmişte bu tür hatalar yapılmıştı. Örneğin, Balcı vd. (2018: 643-669) göre Genç Türkler, savaşa girmesi dış yardımlara bağlı olan ve ülkenin güç kapasitesini aşan bir tercihte bulunarak imparatorluğun sonunu getirmişti. Aydın (1999: 156), yeni dış politika vizyonunun devletin bekasını tehlikeye atmayacak ancak uluslararası sisteminin sunduğu tehdit ve fırsatlara cevap verebilecek şekilde tasarlandığını iddia eder. Böylece Atatürk’ün birincil önceliğinin yeni kurduğu devleti uluslararası anarşik yapıda hayatta tutmak olduğunu ifade edebiliriz. Bu amaç doğrultusunda “Yurtta sulh, cihanda sulh”

ilkesi Atatürk’ün grand stratejisinin temelini oluşturmuştur.

Sistemdeki göreceli güç dağılımının yanı sıra Atatürk’ün grand stratejisine etki eden diğer bağımsız değişken ülkenin sahip olduğu coğrafi konumdur. Milli Mücadele sonrası 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile birlikte ülke sınırları artık netleşmişti. Türkiye o dönemde Yunanistan, Bulgaristan, Sovyetler Birliği ve İran ile sınırdaştı. Türkiye güney sınırında Irak ve Suriye ile sınırdaş olmasına rağmen, manda yönetimleri üzerinden dolaylı yönden İngiltere ve Fransa ile de komşuydu (Sander, 2013: 81). Atatürk Doğu Batı ekseninde yer alan ülkenin bu jeostratejik konumu dolayısıyla yakın komşularıyla iyi ilişkiler kurmaya ve büyük güçler ile de güç dengesini sağlamaya gayret etmiştir (Oran, 2009: 253). “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin bir devamı olarak Atatürk, mevcut coğrafyada revizyonist duygularla hareket etmek yerine “statükonun” korunmasını amaç edinmiştir (Oran, 2009: 47). Ancak onun statükoculuğunu dış gelişmelere gözlerini kapatan bir statükoculuk olmadığının altını çizmek gerekir. Zira Atatürk, müsamahakar bir sistemin sunduğu fırsatları diğer ülkeleri kendine düşman etmeyecek şekilde diplomasiyi ve dönemin uluslararası hukukunu iyi kullanarak değerlendirmeye çalışmıştır. 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması uluslararası hukuka uygun bir şekilde gerçekleşen kazanımlar olmuştur. Statükoculuk daha sonraki yıllarda da ülkenin dış politikasında önemli yol haritası olacaktır.

Atatürk’ün grand stratejisinin son ve en önemli halkası “Batılılaşmadır”.

Atatürk’ün bu dış politika vizyonu gerek sistemin gerekse de kendi kişisel niteliklerinin bir yansımasıdır. Zayıf bir devletin karar alıcısı sistemin baskısını güç dengesi gibi ittifaklar aracılığıyla ya da diğer başarılı devletlerin askeri, teknolojik ve idari uygulamalarını taklit ederek aşmaya çalışabilir (Taliaferro, 2009: 196). Batıyı taklit etme

stratejisi aslında Osmanlı döneminde de var olan bir yaklaşımdı. Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarında devlet adamları Avrupa’ya karşı üstünlüğün kaybedildiğini düşünerek devleti tekrar eski gücüne ulaştırmak için Batının taklit edilmesi gerektiği fikrine sahipti.

Fakat bu benzeme stratejisini bir reformdan ziyade “eski duruma dönme arzusu” yani restorasyon olarak adlandırabiliriz (Belge, 2012: 46). İlk düzenlemelerin askeri alanda gerçekleştiğini görmekteyiz. Batı’nın piyade tüfeği gibi yeni teknolojik silahlarını kullanmasını bilen eğitimli ve düzenli ordusu model alınarak Osmanlı ordusunda yenilemeye gidilmiştir. Daha sonra bu ordunun mali harcamalarının desteklenmesi için ekonomik reformlar yapılmıştır (Berkes, 2017: 91-107). 18. yüzyılda askeri ve ekonomik alanda başlayan düzenlemeler 19. yüzyılda eğitim ve 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat gibi hukuk alanlarında reformlar yapılarak devam etmiştir (Lewis, 2015: 79-178). Ancak yenilik hareketleri hayatın hemen her alanında yapılmamıştır. Bunun en önemli nedeni devletin İslam kimliğidir. Dolayısıyla Osmanlı devlet adamları Batılılaşma stratejisini kendine yetecek seviyede tutmaya çalışmıştır (Belge, 2012: 46).

Cumhuriyet döneminde de Batılılaşma liderin algısına göre göz ardı edilemez bir tercihti. Fakat Atatürk Osmanlı yöneticilerine kıyasla yeni kurduğu devletin bu küçük cerrahi operasyonlarla hayatta kalacağına inanmıyordu. Ona göre devletin uluslararası anarşik sistemde hayatta kalması “muasır medeniyet” olarak tanımladığı Batı tarzı yaşama ulaşmadan mümkün gözükmemekteydi (Zarakol, 2011: 143-144). Atatürk yeni kurduğu ülkenin Batı medeniyetinde yer bulmasının iç politikada hayatın hemen her alanında Batılı reformlar yapılmasıyla mümkün olacağı görüşündeydi (Zarakol, 2011:

145-148). Mart 1925’de çıkarılan “Takrir-i Sükun Yasası” ve akabinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ile siyasal hakimiyetini güçlendiren Atatürk, yerel aktörlerin etkisinden özerk olarak idealleri doğrultusunda reformlarını icra etme imkanı bulacaktır (Zürcher, 2016: 261). Bu koşulların, Atatürk’e arzu ettiği grand stratejileri uygulamak için ihtiyaç duyduğu kaynakları seferber etmede uygun bir siyasal ortam sağladığını iddia edebiliriz.

Atatürk çizdiği bu düşünsel strateji doğrultusunda önemli devrimler icra edecektir.

Atatürk tarihten analoji yaparak, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının en önemli sebeplerinden olan ulusçuluk hareketinin bir daha tekrarlanmaması için Avrupa ulus-devlet modeline uygun bir ulus-devlet inşa etmeye girişmiştir. Burada iki politika tercihi ön plana çıkmıştır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin genişleme stratejisine karşın yeni kurulan

devlet gerektiğinde Bağımsızlık Savaşı sırasında ortaya koyulan mücadelenin hedeflerini ve ülkenin teritoryal sınırlarını belirleyen “Misak-ı Milli” kararlarından vazgeçerek küçülme stratejisini tercih etmiştir. İkincisi ise Anadolu içinde yaşayan gayrimüslimler ile Anadolu dışında yaşayan Türk nüfusun mübadele yoluyla değiştirilmesidir (Baharçiçek, 2020: 32-34).

Atatürk, yeni bir ulus devlet inşa etmek için Osmanlı geçmişinin terk edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Atatürk, muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın, devletin uygar ve mantıklı davranan bireylere sahip olmasıyla mümkün olacağına inanıyordu. Bu yüzden reformlarının temel amacı dinin toplum ve siyasal hayat üzerindeki etkisini kırmak olacaktır (Heper, 2015: 116). Bu düşüncenin bir sonucu olarak, Halifelik Mart 1924’te kaldırdı. Halifeliğin kaldırılması sonrası, 1924 yılında “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çıkartılarak ulusal eğitim birleştirildi. 1926 İsveç Medeni Kanunundan ilham alınarak yeni bir medeni kanun çıkartıldı. 1928’de Latin harfleri kabul edildi ve aynı yıl devletin dini İslam ibaresi anayasadan kaldırıldı. 1937 yılında laiklik anayasa maddesine eklendi (Berkes, 2017: 521-552). Bu yeni dönemde iç politikada yapılan reformların dış politikadaki diğer bir karşılığı genel olarak İslam dünyasına ve özelde ise Arap coğrafyasına ilgisiz kalmak ve sorunlarını göz ardı etmek olarak neticelenecektir (Yavuz, 1998: 27). Zira, Türkiye’nin yeni sınır komşuları dolaylı yönden Suriye’de Fransa, Irak’ta İngiltere’ydi. Bu ülkelerin iç meseleleriyle ilgilenmek büyük güçler tarafından Atatürk’ün revizyonist bir gaye peşinde olduğu hissiyatı uyandırabilir ve dolayısıyla savaş sonrası göreceli güç kaybı zayıflamış Türkiye’yi büyük güçlerle karşı karşıya bırakabilirdi.

Son tahlilde, Atatürk iç politikada yaptığı önemli reformlar ve dış politikada seçmiş olduğu stratejik tercihler doğrultusunda Batı’ya karşı Türkiye’nin yabancı bir tehdit olmadığını onun bir parçası olduğunu göstermeye çalıştı. Batı’da ise bu mesajlara karşılık olumlu cevaplar verildi. 1930’lu yıllarda Batı medyasında çıkan haberler Türkiye’nin modernliğinden ve uluslararasındaki barışçıl politikalarından övgüyle bahsetti (Zarakol, 2011: 140). Sonuç olarak, Atatürk sistemin izin veren koşullarında kendi düşünsel hedeflerini gerçekleştirme imkanı bularak, tercih ettiği grand stratejiler ile yeni kurulan bir ülkenin takip etmesi gereken temel ilkeleri belirlemiş oldu. Atatürk, Batı tarzı ulus-devlet modeli inşa ederken aynı zamanda ülkenin stratejik kültürünü de inşa etmiştir. Bu

ilkeler Atatürk’ün vefatından sonraki yıllarda politika yapıcıları tarafından benimsenerek dış politikanın sınırlarını belirleyen bir harita görevi görecektir.