• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3 : KAYGI

3.3. Kaygı Teorileri

Kaygı kavramının kökeni ve anlamı, farklı psikoloji okulları tarafından incelenmiştir (Burger, 2006). Bu bağlamda ortaya konan teorileri şöyle ifade etmek mümkündür:

120

a. Psikoanalitik Teori

Psikoanalitik teorinin önde gelen isimleri, kaygıyı şöyle değerlendirmişlerdir:

Freud:Kaygıyı ilk tanımlayan düşünülerden olan Freud’un (Burger, 2006:201), psikolojik ve duygusal bozuklukları anlamada temel bir sorun olarak dikkati çektiği bu kavram, psikoanalitik teorinin vazgeçilmez konularından biridir. Freud, bilinçaltı çatışmaları ve engellemeleri, fiziksel olarak zarar görme tehdidini ve toplumsal çevreden gelen tehditleri, kaygının kaynağı olarak göstermiştir (Yıldız ve diğ., 2007).

Freud (1997) kaygının; biri, ‘travmatik anın doğal sonucu’; diğeri, ‘böyle bir anın tekrarı tehdidini içeren bir sinyal’ şeklinde ifade edilen iki kökeninin bulunduğunu ileri sürmüştür.

İlk geliştirdiği kaygı teorisinde, bastırılan libidonun oluşturduğu gerilimin kaygıya dönüştüğünü ileri süren Freud (1992, 1997), daha sonra yeniden düzenlediği kaygı teorisinde, kaygının, bastırmanın bir sonucu değil, onun bir nedeni olduğunu ifade etmiştir.Geliştirilen bu teoriye göre; kaygı, duruma karşı bir tepkidir ve bu tepki, ‘ben’in savunma önlemlerini harekete geçirmesine yol açar. Bu bağlamda, esasen kaygının belirtileri olan savunma önlemleri, kaygı üretimine engel olmak amacıyla ortaya çıkmaktadırlar.Bu modelde kaygı, artık bastırmada yeni oluşturulan bir şey değil, önceden var olan bir bellek imgesine uygun olarak yeniden üretilen bir duygulanım durumudur (Atalay, 2008). Freud, meslek yaşamı boyunca kaygı konusundaki görüşlerini birkaç kez değiştirmiş olsa da, nihayetinde üç tip kaygı belirlemiştir (Burger, 2006):

1. Gerçeklik Kaygısı: Freud, gerçeklik kaygısını ben’in dış dünya ile ilişkisine dayandırmış ve bu kavramı korku ile eş anlamlı olarak kullanmıştır (Spielberger ve Reheiser, 2009). Bu bağlamda gerçeklik kaygısı, dış dünyadaki tehlikeli bir durumun algılanmasından doğan can sıkıcı bir duygudur. Freud, organizma için tehlike yaratan durumların algılanması sonucu yaşanan korkunun doğuştan var olabileceğinden söz

121

etmişse de, bazı gerçeklik kaygılarının, öğrenme süreçlerinin sonucu edinildiğini de kabul etmiştir (Geçtan, 1993).

2. Törel (Ahlaki) Kaygı: Freud, törel (ahlaki) kaygıyı üst benlik ile

ilişkilendirmiştir (Atalay, 2008). Bu bağlamda törel (ahlaki) kaygı, alt benlik (id) dürtüleri, üst benliğin (süperego) sıkı ahlaki kurallarına karşı geldiği zaman ortaya çıkar. Bunun sonucunda da birey, suçluluk duygusu yaşar (Burger, 2006). Üst benliğin anne-baba otoritesinin içselleşmiş öğesi olan ‘vicdan’ın, kusursuzluğa yönelik beklentilerine uygun düşmeyen düşünce ve eylemlerden dolayı, ben’i cezalandırmakla tehdit etmesi söz konusudur. Dolayısıyla törel (ahlaki) kaygının temelinde, cezalandırıcı anne-baba ile simgelenen nesnel bir korkunun bulunduğu ifade edilmektedir (Geçtan, 1993).

3. Nevrotik Kaygı: Freud, nevrotik kaygıyı alt benlik ile ilişkilendirmiştir

(Atalay, 2008). Bu bağlamda nevrotik kaygı, alt benlik dürtüleri tehlikeli bir şekilde bilinç düzeyine çıkmak üzere olduğu zaman yaşanır (Burger, 2006:201). Bir başka ifade ile nevrotik kaygı, ben’in, içgüdülerin deşarj isteklerini engelleyemediği takdirde ortaya çıkabilecek sonuçlara ilişkin korkusudur (Karadeniz, 2005). Bu tip kaygı, benliğin savunma mekanizmalarını kullanmasına yol açar (Burger, 2006).

Nedeni belli olmayan bir yılgı tepkisi olarak yaşanan nevrotik kaygı, her zaman mantıkdışıdır ve kökenini yetişkin yaşamından çok, bebeklik ve çocukluk yaşantılarından alır. Kaygı, böyle bir nitelik aldığında uyum işlevini yitirir ve normal dışı davranışların ortaya çıkmasına neden olur (Geçtan, 1993).

Bilinçli düşüncelerle çok fazla ilgilenmeyen Freud, kaynağının bilincinde olunmayan törel (ahlaki) kaygı ve nevrotik kaygı üzerinde durmuştur (Burger, 2006).

Adler: İnsanda kusursuzluk çabasının doğuştan var olduğunu ileri süren Adler

(2008), kaygıyı aşağılık kompleksi içinde ele almıştır. O’na göre kaygı, insanın

122

güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır. Bu görüşte kaygı, aşağılık duygusunun bir belirtisi olarak ifade edilmektedir (Yıldız ve diğ., 2007).

Adler ve diğer yeni-Freud’cular, kaygı ile başa çıkma taktiklerine, kullanılan bilinçli ve kasıtlı yöntemleri de ekleyerek Freud’un teorisini genişletmişlerdir (Burger, 2006).

Jung: Jung, modern çağa rağmen insanoğlunun, güvenliğin tehdit edilmesi, açlık ve susuzluk gibi temel korkulardan kurtulamadığını; zira ataların korkularının henüz ortadan kalmadığını ileri sürmüştür. Bu bağlamda kaygı, insan bilincinin, kolektif bilinçaltından gelen (Jung, 1998) ve mantıkdışı olan korku, baskı ve semboller tarafından saldırıya uğramasıdır (Yıldız ve diğ., 2007).

Rank: Rank’e göre, anne karnında geçen mutlu ve rahat dönemin bitiminde, özel girişim ve çaba gerektiren doğum sonrası koşullar, çocuklukta ve yetişkinlikte ‘birincil kaygı’ya yol açmaktadır. ‘Sarsıcı’ doğum olayını unutma isteğinin evrensel olduğunu ifade eden ve bireylerin dünyaya gelişlerinin ürkütücü izlerini bilinçaltına ittiklerini ileri süren Rank, bunu ‘birincil baskı mekanizması’ şeklinde tanımlamıştır. Böylece baskıya alınan birincil kaygı, sonraki yaşamda anne karnına dönme isteğine neden olmaktadır. Bu dönüşün yine acı ile sona ereceği korkusu çatışma yaratmakta ve davranışlar bu çatışmadan etkilenmektedir (Karahan ve Sardoğan, 2004).

Sullivan: Sullivan’a göre insan, hem sevgi, yakınlık, hem de bağımsızlık gereksinimlerine sahip bir varlıktır ve toplum normlarına karşı hareket ettiğinde, kaygı tarafından uyarılmaktadır (Karadeniz, 2005). Bu bağlamda, insanı kültürün bütünleyici bir parçası olarak ele alan Sullivan, kaygının, bireysel ilişkileri tehlikeye sokan durumlardan kaynaklandığını savunmuş (Geçtan, 1993) ve bu durumun, başkaları ile sağlam ilişkiler kurularak aşılabileceğini ifade etmiştir (Burger, 2006).

Fromm: Fromm, bireyin yaşadığı çaresizlik ve çevreye yabancılaşma duygularının, ‘kültürel bir olay’ olarak nitelendirdiği kaygı üzerindeki etkilerini vurgulamıştır.Sıkıntının, sevgi ve yakınlık bakımından kabullenme ile özgürlük

123

arasındaki çatışmadan kaynaklandığını savunan Fromm, bununla birlikte, bastırılmış şiddet ve düşmanlık duygularının da, büyük bir sıklıkla kaygıya yol açtığını ileri sürmüştür (Karadeniz, 2005).

Horney: Kaygı ile ilgili bazı deneyimlerin bilinçaltı çatışmalardan kaynaklandığını savunan Freud’cu görüşü takip etmekle birlikte Horney, bundan farklı olarak, bu süreçte kişilerarası ilişkilerin ve kültürün daha belirleyici olduğunu öne sürmüştür. Bu bağlamda Horney, bilinçaltı dürtülerin kaygıyı tetiklediğini; ancak, kaygının özellikle bu dürtüler kültürel ölçütlerle çatıştıkları zaman yaşandığını ifade etmiştir (Burger, 2006). Çocukluk dönemi kaygılarının, sonraki yıllar zincirine temel oluşturduğunu kabul eden Horney, Freud’un, yetişkin insan kaygısının, çocukluk kaygısının yinelenmesi olduğu şeklindeki görüşüne katılmaz (Geçtan, 1993).Horney’e göre, anne-baba-çocuk ilişkisindeki olumsuz yaşantılar ve tutumlar, çocukta kaygıya neden olmaktadır. Bu bağlamda güvensizlik ve kaygı yaşayan çocuk, yalnızlık ve çaresizlik duyguları ile baş edebilmek için çeşitli stratejiler geliştirir ve bunları yetişkinlik döneminde de kullanmaya devam eder (Karahan ve Sardoğan, 2004).

b. Diğer

Davranışçı Teori: Davranışçı teoriye göre kaygı, organizmanın belli bazı çevresel faktörlere gösterdiği şartlanmış bir cevaptır (Tural, 2010). Dolayısıyla kaygı, öğrenme sonucu ortaya çıkar. Koşullu bir uyaran, koşulsuz bir uyaranla sık olarak etkileşirse, koşullu bir tepki olarak kaygı gelişir. Birey, kaygı uyaranından uzak durarak kaygıyı azaltmaya ve gidermeye çalışır (Karadeniz, 2005).

Bilişsel Teori: Beck, Emery ve Mathews gibi bilişsel yaklaşımcılar, olayların kendisini değil, bireylerin bu olayları algılama ve yorumlama şeklini kaygının nedeni olarak göstermişlerdir (Kardeniz, 2005). Bu teoriye göre, bireyde bulunan yanlış ve çarpık davranış kalıpları, hatalı yorumlara ve davranışlara yol açabilmektedir. Böylesi bireyler, tehlikeyi ya da oluşabilecek zararı abartma, problemlerle başa çıkma becerilerini ise küçük görme eğilimindedirler (Tural, 2010).

124

Varoluşçu Teori: Varoluşçu teori, bireyin, yaşamın anlamsızlığının farkına vardığını ve bunun gerçek ölüm korkusundan bile daha rahatsız edici olduğunu; dolayısıyla, bu anlamsızlığa tepki olarak kaygının ortaya çıktığını savunmaktadır (Tural, 2010).

Varoluşçu teorinin temsilcilerinden Kierkegaard (2006), kaygının nesnesinin ‘hiçlik’ olduğunu ifade etmiştir. Yalom ise, ‘ölüm, özgürlük ve sorumluluk, yalıtım ve anlamsızlık’ şeklinde ortaya koyduğu dört nihai kaygıyı, yaşamın vazgeçilmezleri olarak göstermiştir. Yalom’a göre, birey, bu gerçeklerden birisiyle karşılaşınca çatışma yaşar (Karahan ve Sardoğan, 2004).

c. Spielberger’in Durumluk-Sürekli Kaygı Teorisi

Durumluk ve sürekli kaygı kavramları, ilk olarak Cattell ve Scheier (1961) tarafından tanımlanmıştır (Gaudry ve diğ., 1975). Yazarlar, faktör analizi yoluyla, ‘sürekli kaygı’ ya da ‘kronik kaygı’ ve ‘durumluk kaygı’ ya da ‘akut kaygı’ olarak ifade ettikleri iki farklı kaygı yapısı ortaya koymuşlardır (Endler ve diğ., 1976). Spielberger daha sonra bu kavramları rafine etmiş ve işlemsel yönetimleri için prosedürler belirlemiştir (Gaudry ve diğ., 1975). Bu teorik kavramsallaştırma rehberliğinde geliştirilen ‘Spielberger, Gorsuch ve Lushene (1970) Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği’, kaygının bu iki boyutuna, güvenilir ve kolayca uygulanabilen ölçüm sağlamaktadır (Blankstein, 1976). Spielberger’e (1966) göre, kaygı yazınında göze çarpan çelişki ve karmaşa, iki kaygı yapısı arasında kavramsal ve ampirik farklılığın belirlenmemesinden kaynaklanmaktadır (Hodges, 1968; Kantor ve diğ., 2001). Bu bağlamda ‘durumluk kaygı’; belli bir zamanda öznel gerginlik, evham (kuruntu) duyguları ve otonom sinir sistemi uyarılması ile karakterize geçici bir duygusal durum olarak tanımlanmıştır (Spielberger ve diğ., 1970; Gaudry ve diğ., 1975; Kocovski ve diğ., 2004:165; Spielberger ve Reheiser, 2009:276). Dolayısıyla Spielberger’e (1983) göre, tehlikeli ya da tehdit edici durumlarla mücadele ederken söz konusu olan (Tovilovic ve diğ., 2009:492) durumluk kaygı, insan organizmasının geçici ve kısa duygusal durumudur (Spielberger ve diğ., 1970). Durumluk kaygı değişkendir ve bireyin üzerindeki stresörlerin bir fonksiyonudur. Durumluk kaygı düzeyi, gerçek (nesnel) tehlike ne olursa olsun, birey tarafından tehdit edici olarak algılanan durumlarda yüksektir. Stresli olmayan veya mevcut tehlikenin

125

tehdit edici olarak algılanmadığı koşullarda, durumluk kaygı düzeyinin düşük olması söz konusudur (Barnes ve diğ., 2002).

‘Sürekli kaygı’ ise; zaman içinde tezahür etmiş kaygı durumları olarak yansıtılan kaygı

eğiliminde ve gelecekte yaşanabilecek durumluk kaygı olasılığında, göreceli olarak sabit bireysel farklılıklar olarak tanımlanmıştır (Spielberger ve diğ., 1970; Spielberger, 1972; Miguel-Tobal ve González-Ordi, 2005; Spielberger ve Reheiser, 2009).Bir başka ifade ile sürekli kaygı; tehdit edici bir koşulda artan durumluk kaygıya cevap verme eğilimindeki sabit bireysel farklılıklardır. Kaygılı bir şekilde tepki gösterme eğilimi, Eysenck (1970) tarafından ‘nevrotizm’, Spielberger (1966) tarafından ise ‘sürekli kaygı’ terimleri ile ifade edilmiştir (Tovilovic ve diğ., 2009). Tehdit edici koşullarda vücudun doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi ve böylece yaşam şansını arttırması nedeniyle sürekli kaygı uyumsaldır (Taylor ve diğ., 2009).

Sürekli ve durumluk kaygı arasındaki kavramsal farkın, potansiyel ve kinetik enerji arasındaki farkla benzer olduğu ifade edilmektedir (Tovilovic ve diğ., 2009). Sürekli kaygı, sabit ve devamlı bir kişilik özelliğidir. Durumluk kaygı ise, bireyin belli bir koşulda yaşadığı kaygıdır (Spielberger ve diğ., 1970; Spielberger, 1972; Gaudry ve diğ., 1975; Endler ve diğ., 1976; Spielberger, 1983; Kantor ve diğ., 2001; Almerigogna ve diğ., 2006; Tovilovic ve diğ., 2009).

Aralarındaki bu kavramsal farka rağmen, durumluk ve sürekli kaygı arasında, ampirik açıdan pozitif bir ilişki olduğu ifade edilmektedir (Muschalla ve diğ., 2010). Spielberger (1972), yüksek düzeyde sürekli kaygıya sahip bireylerin, tehdit edici koşullarda daha fazla durumluk kaygı yaşayacaklarını ileri sürmüştür (Endler ve diğ., 1976). Buna göre, sürekli kaygı düzeyi yüksek olan bireyler, düşük olanlara göre, stresten daha kolay ve daha fazla incinirler; dolayısıyla, durumluk kaygıyı hem daha sık, hem daha şiddetli yaşarlar (Yıldız ve diğ., 2007). Öte yandan, tehdit edici olmayan nötr koşullarda, yüksek ve düşük düzeyde sürekli kaygıya sahip bireyler arasında durumluk kaygı farklılıkları beklenmemektedir. Bu bağlamda Endler ve arkadaşları (1976), tehlikesiz veya nötr koşullarda, durumluk ve sürekli kaygının göreceli olarak birbirlerinden bağımsız yapılar olabileceğini ifade etmişlerdir.

126