• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3 : KAYGI

3.9. Kaygı ve Kültür

Fiziksel tehlike karşısında verilen tepkinin, tüm kültürlerde korku ve kaygı ile ilişkili görülmesi örneğinde olduğu gibi, duygunun bazı yönleri evrensel kabul edilir. Ancak, belirli bir evrenselliğin ötesinde, duygu deneyiminde kültürel çeşitlilik için birçok kaynak vardır. Geçmiş olayları, değerlendirmeleri ve davranış ifadelerini kapsayan duygusal deneyimler, kültürel modellerden etkilenir (Varela, 2009). Zira insanlar, deneyim, yorumlama ve faaliyetin söz konusu olduğu, görünmeyen güçler ve akımlardan oluşan bir bağlamda yaşarlar (Salzman, 2001). Bu çerçevede, ‘Psikiyatride Tanısal ve İstatistiksel Rehber Kitabı’nın üçüncü baskısında (DSM-III) yer alan kaygı bozuklukları, dördüncü baskının düzeltilmiş nüshasında (DSM-IV-TR) tüm toplumlar için evrensel bir şekilde tanımlanmakla birlikte, görülme sıklıkları ve bulguları yönünden kültürel özellikler gösterebilecekleri ifade edilmektedir (Lewis-Fernández ve diğ., 2009).

Tüm insanlar için en yaygın psikolojik belirtilerden birisi olan kaygının (Xie ve diğ., 2008) ifadesi, kültürler arasında farklılaşır. Kültürler arası tıbbi ve psikiyatrik yazında, kaygıya ve diğer negatif duygulara ilişkin şikayetler, ‘sıkıntı deyimi’ olarak görülür. Bu terim, insanların, sıkıntılarını başkalarına anlamlı şekillerde nasıl ilettiklerini ifade etmek için kullanılır. Dolayısıyla, kaygı veya kaygı bozukluklarının nedenleri; psikolojik tepkisellik, geçmiş olaylar, bu olayların birey tarafından değerlendirilmesi ve kendisi ya da başkaları tarafından etiketlenmesi gibi çoklu değişkenlerden etkilenir. Kültürler arası yaklaşımlar, bireylerin kendi tepkilerini etiketlemesi yolunun, sosyal gerçekliklerinden temel aldığını ve bunun da kültür bağlamında farklılaştığını vurgularlar (Friedman, 2001).

Öte yandan, antik batı ve Uzakdoğu Asya felsefeleri arasında insanlık tarihinin ilk zamanlarından beri süregelen farklılıklar doğrultusunda (Chiao ve Blizinsky, 2010) benliğin doğasının değişiklik göstermesi, benlik için tehdit oluşturacak durumların

137

çeşitlenmesine neden olmaktadır. Sosyal dışlanma olasılığı benliğe karşı tehdit olarak algılanmakla birlikte, batı kültürlerinde bağımsız, doğu kültürlerinde ise bağımlı bir olgu olarak kabul edilen ve bireyi sosyal grup ile ilişkilendirmede önemli bir işleve sahip olan benliğin yorumlanmasındaki söz konusu farklılaşma, sosyal kaygıyı oluşturan bağlamlarda da farklılaşmaya yol açmaktadır. Dolayısıyla, batı kültürlerinde, diğerleri tarafından ‘negatif değerlendirilme korkusu’; doğu kültürlerinde ise ‘uygun olmama korkusu’ ya da ‘diğerlerini gücendirme korkusu’, sosyal durumlarda göreceli olarak daha önemli görülmektedir (Thakker ve Durrant, 2001). Kim ve Markman da (2004), sosyal kaygı düzeyinin, birey yönelimli kültürlere kıyasla toplum yönelimli kültürlerde daha yüksek olduğunu ifade etmişlerdir.

Sıkı normlar ve beklentilerin bireyler üzerindeki etkilerini vurgulayarak kaygı ile kültür arasındaki ilişkiye alternatif bir açıklama getiren Varela (2009), böylesi norm ve beklentilerin çok bulunduğu ve bunlardan sapmaların birçok ağır sonuca yol açabildiği kolektivist kültürlerde, kaygı düzeyinin daha yüksek olabileceğini ileri sürmüştür. Bu bağlamda Varela (2009), otonomiyi ve dışa dönüklüğü ön plana çıkarması dolayısıyla birliği bozan davranış problemlerine sahip olabilen bireyci kültürlere göre; öz-kontrolün, duygusal kısıtlamanın, sosyal norm ve yasaklara uyumun önemli bulunduğu kolektivist kültürlerde, utangaçlık, kaygı, korku gibi içselleştirme davranışlarının daha çok görülebildiğini belirtmiştir. Zira bu tip davranışlar, duygu ifade şekli olarak değerli kabul edilir. Benzer şekilde Heinrich ve arkadaşları (2006), kolektivist kültürlerde sosyal kurallara uymayan bireylerin, gruptan dışlanma gibi sosyal yaptırımlarla tehdit edildiklerini ifade etmişlerdir. Zhou ve arkadaşları da (2008), Çin kültüründe düzeni bozan veya çatışmaya yol açan herhangi bir davranışın, suçluluk ya da utanç aracılığıyla vazgeçirilmesi dolayısıyla, kolektivist kültürlerin, bireyci kültürlere kıyasla sosyal kaygıya daha eğilimli olduklarını belirtmişlerdir.

Kültürler arası çalışmalar genellikle sosyal kaygıya odaklanmakla birlikte, Vandervoort ve arkadaşlarına (1999) göre, Asyalı-Amerikalıların, sürekli kaygı, sosyal kaygı, test kaygısı ve fobik kaygı düzeyleri, beyaz ırka kıyasla daha yüksektir. Ayrıca, Asyalı-Amerikalıların stres ve kaygıyı bedenselleştirmeleri, onları tıbbi tedavi arayışına sevk etmektedir.

138

Yazında, kültürün ‘kolektivizm-bireycilik’ boyutunun yanı sıra, ‘güç mesafesi’, ‘belirsizlikten kaçınma’ ve ‘erillik-dişillik’ olarak ifade edilen diğer boyutları ile kaygı arasındaki ilişkileri gösteren çalışmalara da rastlanmaktadır:

‘Güç mesafesi’nin yüksek olduğu kültürlerde, üst statülere sahip bireylere saygı göstermek ve riayet etmek değerli iken, güç mesafesinin düşük olduğu kültürlerde, kişilerarası ilişkiler statülere daha az bağlıdır. Yüksek güç mesafeli kültürlerde, kızgınlığın, rahatsızlığın ve aşırı neşenin ifadesi saygısızlık olarak kabul edilir (Basabe ve diğ., 2000). Güç mesafesinin düşük olduğu kültürlerde ise iş görenler, etkileşimde daha az korku ve kaygı hissederler (Emmerling, 2008). Bu bağlamda, bu boyutun yüksek olmasının, strese ve negatif duygusal durumlara yol açabildiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla, güç mesafesi ile kaygı arasında pozitif bir ilişki olabileceği düşünülebilir (Basabe ve diğ., 2000).

Kültürün ‘belirsizlikten kaçınma’ boyutunun yüksek olduğu toplumlarda bireyler, belirsizlik karşısında güvensizlik ve tehdit edilmişlik duygusu yaşarlar. Böyle toplumlarda, yüksek düzeyde gelecek kaygısı söz konusudur (Basabe ve diğ., 2000; Erdem, 2001; Terzi, 2004; Eren-Gümüştekin ve Emet, 2007). Bu bağlamda, belirsizlik algısı arttıkça, kaygı da artar (Kwok ve diğ., 2001).Rompelman ve De Vries (2002) de, belirsizlikten kaçınmanın yüksek olduğu kültürlerin formal kuralları desteklemesinin, kendisini yüksek kaygı ile ifade ettiğini belirtmişlerdir. Öte yandanHofstede, belirsizlik kaygısını azaltabilmelerine rağmen, otoriteye bağımlılık, belirsizliğe karşı hoşgörüsüzlük, gelenekçilik, hurafelere inanma, katılık ve yabancı düşmanlığı gibi davranışların, bireylerin otonom yargılarına zarar verebileceği konusunda uyarmaktadır (Dysart, 2006).

‘Eril kültürler’de, performans ve maddi başarı vurgusu ile erkeklerin iddialı, zorlu ve saldırgan olmaları beklenirken; ‘dişil kültürler’de baskın değerler, başkalarının bakımını üstlenmek ve sıcak kişilerarası ilişkilerdir (Basabe ve diğ., 2000). Muris ve arkadaşları (2005), kızların ve erkeklerin, dişil ve eril davranışlar, özellikler, beceriler geliştirmek üzere sosyalleştirildiklerini, cinsiyet rolü yönelimindeki farklılaşma nedeniyle, kızların erkeklerden daha fazla korku ve kaygı sergiledikleri düşüncesinin geniş ölçüde kökleştiğini ifade etmişlerdir. Buna göre, korku ve kaygı ifadesi dişil cinsiyet rolü ile

139

uyumlu, eril cinsiyet rolü ile uyumsuzdur. Bu çerçevede, Moscovitch ve arkadaşlarının (2005) yaptığı çalışmada, erillik, sosyal kaygı ile negatif ilişkili bulunmuştur.

Kültür kavramı içinde düşünülebilen dini inançların, psikolojik bozuklukların önlenmesi ve azaltılmasında önemli bir rolünün olması söz konusudur.Konu ile ilgili çalışmaların çoğunun, dindarlığın kaygı üzerinde tamponlayıcı etkisi olduğunu (Morse ve diğ., 2009:156), dolayısıyla aralarında negatif bir ilişki bulunduğunu işaret ettiği (Harris ve diğ., 2002; Kalkhoran ve Karimollahi, 2007) ifade edilmektedir. Bu çerçevedeHughes ve arkadaşları (2004), dindarlığın, tıbbi hastalarda kaygı ve depresyon bulgularının azaltılması ile bağlantılı olduğunu bulgulamışlardır.Mahmoudi ve arkadaşlarına (2007) göre de, gerginlik, kaygı ve psikolojik bozuklukların azalması ile bunlarla dini açıdan mücadele etme arasında anlamlı pozitif ilişki olduğu düşünülebilir.