• Sonuç bulunamadı

Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması

BÖLÜM 2: ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ KÜLTÜR POLİTİKALARI POLİTİKALARI

2.4. Sosyo-Kültürel Hayatın Yeniden İnşası

2.4.2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması

Erken Cumhuriyet Döneminin toplumsal bellekte taşınan ve kolektif bir geçmişin sonucu olarak gündelik pratiklere yerleştiği için meşruluğu tartışılmayan mevcut toplumsal sisteminin cemaatçi yapısı, ulus devlet inşasının önündeki temel meselelerden

355

Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 267-268 356

“Şurası açıktır ki bir gayri müslime, onun ayrı kıyafet şeklini benimsiyerek benzemek istiyen bir Müslüman,

sonunda onun inançlarında ve eylemlerinde izlediği aynı yolu da tutacaktır. Bunun içindir ki başkasının dinine eğilimi ve kendisininkini küçümsemesi dolayısıyla şapka giyen kimse, Müslümanların oybirliği halindeki kanısına göre kâfirdir. Gayr-i müslimlere benzemek için şapka giyen, kiliseye gitmek gibi onların dininin bazı uygulamalarını da benimserse, bir kâfirdir; bunu yapmazsa, yine de bir günahkârdır… Başka ulusunkini benimsemek üzere insanın kendi ulusal giyinme tarzını terketmesi, bu taklit arzusu kendi milliyetimizin ortadan kalkmasına, kendi özdeşliğimizin onlarınki içinde yok olmasına -ki zayifın kaderidir- yol açabileceği zaman ahmaklık değil midir? ” Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 269

357

biriydi. Cemaatçi yapının değiştirilmesi herşeyden önce kurucu kadronun hayata geçirmeye çalıştığı yeni düzenin yerleşmesini sağlayacak, bilgi üretme ve aktarma aracının medeniliğinden çok geleneksel bilgi sisteminin yenilenmesiyle ilgili olan Harf inkılabı, bu süreçte toplumun zihin dünyasındaki yerleşik kodları değiştirecekti. Toplumsal kodların tamamına yönelik bir tasfiye süreci olan Erken Cumhuriyet Dönemi inkılapları Saltanat ve Hilafet gibi cemaat yapısının üstündeki temel çatıdan başlayarak, bu yapının sistematik üretim merkezlerinden olan tarikatları da hedef alacaktı. Tarikatların temel merkezleri olan Tekke ve Zaviyelerin toplumsal hafıza ve bu hafızadaki bilgi birikiminin aktarılması konusundaki işlevi, bu kurumların yasaklanmasıyla birlikte durdurulamasa da yer altına çekilecekti. Tekke ve Zaviyelerin aynı zamanda silsile hâlinde akmakta olan bir geleneği taşıyor olma işlevi dinî hafıza zincirinde kırılmaya neden olacak, söz konusu hafıza Erken Cumhuriyet Döneminde yaşadığı tökezlemeden sonra camilerde sürmekte olan vaaz pratiklerine eklemlenen yeni ve sistemin meşru kabul ettiği bir cemaatleşmeye gidecekti. Yeni Türkiye’nin “meşru” saydığı kurumları içerisinde yer bulamayan, ya da İstiklal Mahkemeleri ve jandarma korkusuyla “evlerde” gizlice sürdürülen hafıza senkronizasyonuna ayak uyduramayan tarikatların kan kaybetmesi, beraberinde söz, hal ve yazı zemininde taşınan farklı bellek unsurlarının da toplumsal hafızadan çıkmasını getirmişti. Erken Cumhuriyet Döneminin sadece Harf inkılabına yüklenen travmatik etkisi bu noktada da kendini gösteriyor, cemaatlerden oluşan toplumsal yapıda baskı gören ya da kendini sistem dışına itilmiş hisseden grupların “yer altında” verdikleri mücadeleler, bir zamanlar söz ve sözün taşıdığı hafızaya yüklenen anlamların Şeyhin “karizması” karşısında zamanla ikinci plana itilmesi gibi paradoksal sonuçlar doğurmuştu.

Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, topluluk silsilesi ve gelenek/kolektif hafıza analizleriyle tanınan ve dinî bir hafıza zinciri olarak ele alan Danièle Hervieu-Léger’in dinden uzaklaşmayı bir hafıza kaybı olarak yorumlamasında358 olduğu gibi kaçınılmaz olarak toplumsal bellekte mevcudun yorumlanması ve geçmişin hatırlanması konusunda gedikler açacaktı. Tekke ve Zaviyeler özelinde gündelik hayat ve meşru sistemden

358

Hervieu-Léger, Religion as a Chain of Memory, p. 123; Talip Küçükcan, “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve İslâm Dünyası”, İslam Araştırmları Dergisi, Sayı. 13, 2005, s. 115-116

gönderilen tarikatlarle birlikte aslında toplumun bu tarikatler aracılığıyla kendi arasında kurduğu bağ sistemi de hasar görüyordu. Söz konusu grupların taşıdığı ortak ya da ayrı hafıza unsurları en nihayetinde toplumsal hafızanın tamamını oluşturan parçalardan birini oluşturduğu için birkaç yıl sonra gerçekleşecek olan Harf inkılabıyla yaşandığı söylenen toplumsal hafıza kaybı aslında bu inkılaptan çok daha önce yaşanmaya başlıyordu. Halbwachs’ın aile ve benzeri grupların kolektif hafızasına dayandırdığı hatırlama eylemi, Erken Cumhuriyet deneyiminde tasfiye edilen Tekke ve Zaviyelerle gelecekte daha da güçleşeceği bir hal alıyordu. Dolayısıyla yine paylaşılan hafızanın bilincini hem bireysel, hem de sosyal kimlik için gerekli bir özellik olan Halbwachs’ın tespitlerine benzer bir şekilde, böyle bir bilince sahip olmayan toplum, geleceğiyle yüzleşmekte zorlanacaktı. Dinî hayatın merkezinde olan Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla bir gelenekten kopuluyor, bu kopuş Hervieu-Léger’in ifadesiyle bir hafıza kaybına359 neden olacağı için Erken Cumhuriyet Döneminde inşa edilmeye çalışılan modern toplum bir hafıza toplumu olmaktan çıkıyordu. Zira söz konusu kurumlardaki iç hiyerarşi ve bu hiyerarşi doğrultusunda gerçekleştirilen tekrarlar, aslında daha önceden söz konusu hatıraya vakıf olanların hatırlaması, ilk defa şahit olacaklarınsa tanıyarak öğrenmesini sağlayan bir işlev görüyordu.

Jan Assman’ın da dikkat çektiği, tekrar yoluyla hafıza aktarımının en karakteristik mekânlarından olan Tekke ve Zaviyeler başlangıcı ve sonu kestirilemeyecek bir hafıza zincirinin merkezinde bulunuyor, buralardaki eğitim öğretim metodu, ilişkiler ve usullerden oluşan hiyerarşi kadim bir hafıza geleneğini oluşturuyordu. Dönemin merkezinde dinî yaşam olan sosyo-kültürel hayatına yönelik tüm girişimler aslında Hervieu-Léger’in bahsini ettiği “Kutsal Kubbe”nin dağılmasına hizmet eden bir dizi hamle olarak sonuçlanmış, “hafıza üzerine” bina edilen toplumun sonunu ilan eden bu girişimler kolektif hafızanın parçalanarak yit-iril-mesine uzanan bir domino etkisi göstermişti. Hervieu-Léger’in, dolaylı olarak da olsa aslında sözlü kültürün gücünü ve kolektif hafıza aktarımındaki kilit rolünü ortaya koyan kuramı bağlamında Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, buralarda taşınmakta, akmakta ve devinmekte olan toplumsal

359

hafızanın kaligrafik sembollerden önce tarikatların yasaklanmasıyla aşınmaya başladığını düşündürecek çağrışımlar taşıyordu.

Söz konusu kurumların kapatılması hiyerarşik bir tasfiyenin sonucu olarak hayata geçirilmiş, buna göre öncelikle “Yeni Türkiye”nin Batı kamuoyuna “medeni” olduğunu gösterebilmesi bağlamında varlığı sorgulanan kurumların başında gelen Hilafet hedef alınmıştır. Mustafa Kemal’e göre öncelikle teokratik yapısı ve nihayetinde çağrışımları nedeniyle Türkiye’nin saygınlığına gölge düşürmekte olan Hilafet kaldırılmalıydı. Teokratik bir geçmişi anımsatan Müslüman dünyasında bulunmaktansa Batılılaşarak medeniyetler topluluğuna katılmış modern bir Türkiye’yi tercih etmekle toplum daha büyük bir saygınlık elde edecek, bu saygınlığı kazanabilmek için teokratik çağrışımları olan tüm sembolik kurum ve kişiliklerden vazgeçilecekti. Bu bağlamda Kastamonu’da toplumsal belleğin mekânsal taşıyıcıları olan Tekke ve Zaviyeleri tasfiye edecek olan kararını açıklayan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dervişler, tarikatçılar ve dinî fanatikler ülkesi olamayacağını, en doğru ve gerçek yolun medeniyet tarikatı olduğunu söylüyordu. Oysa çağlar boyunca birer “kâmil insan” yetiştiren merkez olarak da faaliyet gösteren Tekkeler, Osmanlı Türk kimliğinin nesilden nesile aktarıldığı, söz konusu kimliğin kolektif belleğinde taşınan bilgilerin senkronize edildiği kurumlardı. Bu bağlamda Mustafa Kemal’in “istihzayla” işaret ettiği “dervişler ve tarikatçılar” aslında Hervieu-Léger’in, Halbwachs’ın ya da Assman’ın farklı şekillerde bahsini ettiği hafıza zincirinin en önemli unsurlarını oluşturuyordu. Nitekim Erken Cumhuriyet ve sonrasında yaşanan Tek parti döneminin fikir ve aksiyon alanında öne çıkan isimlerinin çoğunluğu da Medrese ve Tekkelerden yetişmiş kişilerden oluşuyordu. Bediüzzaman Said Nursî dışında sesini fazla yükseltemeyen bu nesil, sosyo kültürel kodlarıyla oynanması karşısında ya “büyük bir tufandan” kurtarılan vatanın selahiyetini ya da İstiklal Mahkemeleri’yle tehdit edilen canlarını korumak için sessiz kalacaktı. Millî Mücadele’de aktif rol oynadığı halde, sonraki gelişmeler yüzünden hayal kırıklığına uğrayan Mehmed Akif gibilerin ya da şapka aleyhine, Şapka inkılabından önce yazdığı bir risale dolayısıyla İstiklal Mahkemeleri tarafından yargılanarak idam edilen İskilipli Atıf Efendi’nin yaşadığı hazin sonlar toplumsal hafızadaki erozyonu etkileyen diğer unsurlardı. Buna rağmen bir şekilde Tekke disiplininden yetişmiş aydınlar uzlaşmacı bir tavır takınarak Osmanlı kültürünü yaşatmak için bütün güçleriyle çalışacaklar,

üniversite ve konservatuarlardan kovulan hat, tezhip, minyatür gibi klasik sanatlar başta olmak üzere klasik musiki ve bazı gelenekler onlar tarafından yaşatılacaktı.360 Ayvazoğlu’nun, “iktidar odaklarının ya ezdiği yahut yok saydığı, kendi kozalarını sessiz sedasız ören aydınlar” dediği gruplar, toplumsal hafızanın son taşıyıcı unsurları olarak hareket etmişlerse de dönemin İstiklal Mahkemelerinin şahsında sembolleşen baskıcı yapısı hafızadaki büyük kopuşu kaçınılmazlaştırmıştı. Bu dönemin toplumsal hatıraları şekillendiren en önemli sembollerinden olan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri, her şeyden önce Millî Mücadele’de aktif rol oynayan Medrese ve Tekkelerden yetişmiş birer hafıza nesnesi olan ulemayı, yani şerî ve örfî belleği taşıyan aydınları travmatize etmişti. İdama mahkûm edilen, yurt dışına çıkmak zorunda kalan ya da uğradığı hayal kırıklığının ağır yükünü de omuzlayarak sosyal hayattan çekilen medreseli aydınlar taşıdıkları sözlü bellekle birlikte tarihe kovulmuş, mensup oldukları “görünmeyen kolej” dağıtılmıştı.361

Türk musikisi, hat, tezhip, minyatür gibi klasik Osmanlı sanatlarıyla uğraşan zanaatkârların benzer bir travmatik son yaşamamış olması, belki de kolektif hafızalarında İstiklal Mahkemeleri’nde gerçekleşen trajik bir yargılama sahnesi olmamasıyla ilgiliydi. Tüm bu açıklamaların sonunda Tekke ve Zaviyelerin toplumsal yapıdan sökülmesi aslında, kolektif hafızayı - hiyerarşik düzene göre yapılan bellek senkronizasyonundaki gibi- anma ritüelleriyle inşa edilen bir süreç olarak ele alan Durkheim’ın öğrencisi olan Halbwachs ve Hervieu-Léger’in sosyal ilişkilerle işlediğini söyledikleri hafıza mekanizmasında tahribatlar yapacacaktı. Halbwachs ve Hervieu-Léger’in toplumsal bağlamda ve sosyallikle işleyen bir mekanizma olarak ele aldıkları hafızada, şimdiki zaman deneyimlerinin zemini olması gereken geçmiş tasfiye edildiği için meşruluğu tartışılır hale gelecekti. Söz konusu tartışma aşamasının Erken Cumhuriyet Döneminde cılız kalmış olması meseleyi tartışacak tarafların farklı

360

Beşir Ayvazoğlu, “Osmanlıdan Cumhuriyete Geçerken Türk Aydınları”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Haz. Sabahattin Şen, Bağlam Yayınları: İstanbul, 1995, s. 294

361"Görünmeyen kolej", her hangi bir araştırma alanı ya da bilimsel disiplinin varlığını kendisine borçlu olduğu çekirdek bilimsel gruptur. Onu "görünmez" kılan şey, az sayıda bilim adamı arasında gerçekleşen sürekli ve etkili kuraldışı yüz yüze etkileşim ve bu yüz yüze etkileşimi yüzünden bir kurum olarak varlığının tespitindeki zorluktur. Faaliyetin temeli kuraldışı, yüz yüze etkileşimdir; çünkü yalnızca görünmeyen kolejin değil, başka her-hangi bir cemaatin temeli de iletişime dayalı etkileşimdir. Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat, Paradigma Yayınları: İstanbul, 1992, s. 61, 67-68

şekillerde susturulmuş, sindirilmiş ya da gönderilmiş olmasından kaynaklanıyordu. Üstelik geleneksel eğitim sistemi tamamıyla ortadan kaldırılmış olan toplumun bu eğitimin son temsilcileri olan bellek insanlarını kaybetmiş olması mevcut belleğin hatırlanması için gereken araçları kendi başına kullanamayacak olmaları anlamına geliyordu. Tekke ve Zaviyeler’le birlikte gelenekseli temsil eden tüm kurum ve kuruluşları hedef alan yeni rejim bu bağlamda üniversitelerdeki geleneksel eğitime de el atacak, İstiklal Mahkemeleri’nde sindirilmemiş olan ve hâlâ eğitim vermeye devam eden çok sayıda akademisyen 1933 tarihli “Üniversite Reformu”nda tasfiye edilecekti. Darülfünun’un kapatılmasıyla başlayan ve kapatılan bu kadim kuruluşun İstanbul Üniversitesi adını almasıyla başlayan söz konusu reform girişiminin nihayetinde İstanbul Üniversitesi’ndeki 240 öğretim üyesinin 71 müderris ve muallim, 13 müderris muavini ve 72 asistandan oluşan toplamda 157’sinin işine son veriliyordu. Burada doğan boşluğu kapatmak, en önemlisi geleneğin gönderilmesiyle doğan boşluğu “medenice” doldurmak için Nazi Almanyasından kaçan profesörler İstanbul Üniversitesi’ndeki boş kalan kadrolara yerleştiriliyordu.362