• Sonuç bulunamadı

Meşrutiyet Dönemi Dil ve Yazı Tartışmaları

BÖLÜM 1: TARİHSEL VE KAVRAMSAL ZEMİN

1.5. Osmanlı Sosyal Hayatında Dil ve Millet Dilleri

1.5.2. Meşrutiyet Dönemi Dil ve Yazı Tartışmaları

Latin alfabesinin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşması Osmanlıcanın pratikliğine dair herhangi bir alternatif arayışıyla değil, teknolojik ilerlemelerle çeşitlenerek gelişen iletişim olanaklarının bir sonucu olarak tarih sahnesine çıkan “elektrikli telgraf” sayesinde gerçekleşmişti. Bu zeminde Osmanlı elitinin Avrupa’yla kurulan ilişkiler bağlamında zaten vakıf olduğu Latin alfabesi XIX. yüzyıl başlarında telgraf teknolojisinin kullanılmasıyla gerçekleşmiş, Kırım Savaşı (1853-1856) Telgraf ve dolayısıyla Latin harflerinin Osmanlı toplum yaşamına hızlı bir giriş yapmasının miladı olmuştu.131 Latin alfabesinin Osmanlı sosyal hayatındaki sessiz ilerleyişi Meşrutiyet dönemine kadar, bu alfabenin okuma yazma açısından pratikliğine dair tartışmaların henüz kendi gündemini oluşturamadığı ve daha çok telgraf kullanımı sırasında ortaya çıkan dil ve yazım sorunlarıyla ilgili tartışmalarla sınırlı kalacaktı.132

Batılı devletlere giderek buradaki sosyal düzeni gözlemleme fırsatı bulan Askeri sayısının her geçen arttığı Tanzimat döneminde Latin harflerinin eğitim sistemindeki pratikliğine dair gözlemler, Meşrutiyet döneminden itibaren Latin Alfabesiyle kıyaslanan mevcut alfabenin ıslah edilmesi ya da terk edilmesi gerektiğine dair tartışmaları da beraberinde getirmişti.133 Osmanlı tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Meşrutiyet’in devletin gidişatını düzelteceğine dair düşüncelerin topluma aktarılması sırasında ideolojik bir aygıt olarak kullanılan gazetelerin halkın anlayabileceği şekilde sadeleştiği süreç, “gazeteci lisanı” şeklinde bir kavramın

131

Roderic H. Davison, “The Advent of the Electric Telegraph in the Ottoman Empire”, Essays in Ottoman and

Turkish History, 1774-1923, University of Texas Pres: Austin, 1990, p. 133-165’den çeviren, Durdu Mehmet

Burak, “Osmanlı İmparatorluğu’na Elektrikli Telgrafın Girişi”, OTAM Dergisi, Sayı. 14, Ankara, 2003, s. 347-386 132

Nesimi Yazıcı, “Osmanlı Telgrafından Dil Konusu”, AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt. 26, 1983, s. 751-764 133

Mustafa Canpolat, “Arap Yazılı Türk Alfabesinin Gelişmesi”, Harf Devrimi’nin 50. Yılı Sempozyumu, TTK: Ankara, 1991, s. 51-52

literatüre girişini de sağlamıştı.134 Osmanlıcanın gazetelerde teknik olarak da maliyetli bir dizgi ve döküm aşamasından geçilerek yayınlanabilmesi ticari kaygıları da beraberinde getirmiş, dilde ıslah çalışmalarının öncülerinden Şinasi gibi gazeteciler baskıda kullanılan harf sayısını düşürecek çalışmalar yapmıştı.135 Bu noktada Arapça harf ve işaretlerin çokluğunun her anlamda maliyetli olduğu için gazete ve kitaplardaki yazı dilinin standartlaşması sanayileşme ve kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu.136 Artık daha yaygın bir pazara hitap etmek üzere standartlaşma eğilimine girmiş olan dönemin gazeteleri “avama” hitap eden bir dil ve üslup taşımaya başlayacak, açık açık deklare ettikleri bu yönleriyle uluslaşmaya yönelik bir dil planlamasından ziyade, daha çok satılma ve dolayısıyla daha fazla kar elde etme çabasına girişeceklerdi.137 Bu eşikte gazeteci, bir zamanlar seçkin ve eğitimli küçük bir zümreye hitap ederken, Avrupa’daki düşünce akımlarının da etkisiyle birer “aydın” olarak halkın fikirleri ve beklentileriyle de ilgilenen yeni bir yazar tipinin karşılığı hâline geliyordu. Söz konusu gazeteci sınıfının halka ulaşmak için kullandığı dili ifade eden “gazeteci lisânı” Tercüman-ı Ahvâl, Tasvîr-i Efkâr ve Muhbir gibi gazetelerde ilk örneklerini vermişti. Tanzimat’la başlayarak Meşrutiyet döneminde yükselişe geçen gazetelerde “avamın anlayabileceği dil” kullanılması düşüncesi Osmanlı yazı dilindeki dönüşümün sacayaklarından biri olmuştu.138 Bu süreçte yabancı menşeli haberleri sayfalarına taşıyan gazetelerin Türkçe karşılıkları bulunmayan Fransızca ve İngilizce kelimeleri olduğu gibi kullanması ve bu kelimelerin gazete sayfalarında sık sık tekrar edilmesiyle birçok yabancı kelime gündelik konuşma diline kendiliğinden karışmıştı.139

Dilin ideolojik bir araç olarak kullanılmak üzere aydınlarca sadeleştirilmeye çalışıldığı dönemin, II. Abdülhamid ve dış politikasıyla şekillenen sosyokültürel atmosferinde,

134

Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleştirme Evreleri, s. 82-83 135 Şimşir, Türk Yazı Devrimi, s. 23

136 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları: İstanbul, 1995, s. 52-53

137

Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, s. 84-85 138

Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleştirme Evreleri, s. 141-142 139

Konur Ertop, ”Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Dil Sadeleşmesi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Tanzimat döneminden farklı olarak sadeleşmeyi ikinci plana iten ve Panislamist bir yaklaşımla Arapçanın çağın Müslüman dünyasıyla olan ilişkilerdeki birleştirici gücünü önceleyen bir politika ortaya çıkmıştı. Söz konusu politikanın savunulduğu önemli mecralardan biri olan Sırat-ı Müstakim’de, Arapçanın İslam birliğinin sağlanmasındaki kilit rolü sık sık dile getiriliyor, çağın koşullarına uygun bir şekilde yeniden dizayn edilmesi önerilen medreselerde Arapça eğitiminin yaygınlaştırılması İslam birliğinin önemli kilometre taşları arasında takdim ediliyordu. Sadoğlu’nun söylemiyle, dilin kolektif kimlik oluşturmadaki etkisini fark eden II. Abdülhamid Arapçanın ortak dil olarak kullanılabileceğini düşünüyordu.140 Bu noktada Harf inkılabı ve sonuçlarına dair değerlendirmelerde, inkılâba hafifletici nedenler öne sürerek üstüne üstlük Osmanlı tarihindeki rol modellerden referans veren iddialarda bizzat II. Abdülhamid’in Osmanlı alfabesinin yerine Latin harflerinin kullanılmasına sıcak baktığının öne sürülmesi oldukça ilginçtir. Oysa Meşrutiyet dönemindeki Latin alfabesi tartışmalarında genişçe bir yer tutan ve İlber Ortaylı’nın söylemiyle “çok sarih olmayan” kayıtlara dayandırılarak dillendirilen II. Abdülhamid’in Latin alfabesine sıcak baktığı iddiası141 uygulama, söylem ve dönemin pan-islamizm politikasıyla birlikte düşünülerek sorgulanması gereken bir iddiadır. Zira bu iddianın kaynağı olarak gösterilen ve II. Abdülhamid’e atfedilen Siyasi Hatıralarım adlı kitap kendi içinde tutarsızlıkları bir yana, II. Abdülhamid’e ait olup olmadığı bile tartışmalı olan bir kaynaktır.142 Henüz Osmanlıca orijinal metni ortaya çıkmayan ve Fransızcadan Türkçeye çevrildikten sonra Türkiye’de gündeme gelen söz konusu kaynakta II. Abdülhamid, “..yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur”143 sözleriyle gelecekteki bir alfabe değişikliğine icazet vermiş gibidir. Harf inkılabının İmparatorluk’un belleğinde geleneği temsil eden hilafet ve hanedan nezdinde de meşruluğunu, kendi şartlarında beklenmeyecek bir açıklık ve kesin

140

Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, s. 87 141

İlber Ortaylı, “Harf Devrimi”, İlber Ortaylı ile Tarih Dersleri, NTV, TV Programı, 11 Haziran 2012; Ortaylı,

Batılılaşma Yolunda, s. 239; Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, s. 215 (105 Numaralı dipnot)

142 Osmanlı tarihinin hakkında en çok tartışma olan padişahlarından II. Abdülhamid’e atfedilen ve yine Türk tarihçiliğinde müellifi en çok tartışılan kitap ve hatıratlardan biri olan Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri ve sahihliğine dair görüşler için bak; Ali Birinci, “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri Meselesi”, Dîvân İlmî

Araştırmalar Dergisi, Sayı. 19, 2005, s. 177-194

143

hükümle ortaya koyan bu cümleler II. Abdülhamid dönemi dil politikalarıyla çelişen bir yapıdadır. Zira Batılı tarzda eğitim veren okullar açılmasının yanı sıra medreselerin de desteklendiği II. Abdülhamid döneminde Arapça eğitimi dolaylı olarak da olsa desteklenmiş, üstelik birçok Arap vilayetinde maddi yardımlarda bulunulan tekke ve zaviyeye vergi ve askerlik muafiyeti tanınmıştı.144 Ki aynı sıralarda Arapça eğitim yapılan medrese uleması Arapçanın sadece dinî hayata dair pratikler sırasında değil Müslüman dünyasıyla kurulacak siyasi birliğin araçlarından biri olarak kullanılmasını istiyordu.145

Ulemanın kendi misyonları bağlamında –makul- bir refleksle sahip çıktığı Arapçayı, II. Abdülhamid’in dış politikadaki İslam birliği düşüncesinin bir parçası olarak önemsediğini ortaya koyan kayıtlar da söz konusudur. “Arapça güzel lisândır. Keşke vaktiyle lisân-ı resm’î Arapça olunsa idi. Hayreddin Paşa’nın sadareti zamanında Arapça’nın lisân-ı resmî olmasını ben teklif ettim. O zaman Said Paşa başkâtip idi. O itiraz etti. Sonra Türklük kalmaz dedi. O da boş idi. Neden kalmasın? Bilakis Araplarla daha sıkı rabıta olurdu.”146 II. Abdülhamid’in politik uygulamalarıyla da örtüşen bu sözleri bağlamında Meşrutiyet döneminde ideolojik bir araç olarak ön plana çıkan Arapça bir devlet politikasına dönüştürülmemiş, gerek sayıları hızla artan modern eğitim kurumları ve gerekse basında dönemin “İslamcılık” düşüncesiyle çelişmesine rağmen Türkçe’nin Arapça ve Farsça kelimelerden arınıp sadeleştirilerek yaygınlaştığı bir süreç yaşanmıştı.147 Bu dönem aynı zamanda dilde ıslah çalışmaları yapmak üzere faaliyete geçen Islah-ı Hurûf Cemiyeti ve Tamîm-i Maârif Cemiyeti gibi çeşitli cemiyetlerin kuruluşuna sahne olmuştu.148

144

Selim Deringil, “II. Abdülhamid’in Dış Politikası”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt. 2, İletişim Yayınları: İstanbul, 1985, s. 306-307

145

Karal, “Tanzimat’tan Sonra Türk Dil Sorunu”, s. 318-319 146

Şerif Mardin, “19. Yüzyılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi, Cilt. 2, İletişim Yayınları: İstanbul, 1985, s. 349

147

Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Yayınları: İstanbul, 1992, s. 256-257 148

"Islah-ı Hurûf Cem'iyeti Nedir ve Ne İş Yapıyor? ", Yeni Yazı Gazetesi, numara 2, 27 Mart 1914 / 14 Mart 1330 / 29 Rebiü'l Âhir 1332: 1, Ta'mîm-i Maârif ve Islah-ı Hurûf Cem'iyeti'nin Nizâmnâmesi, Arşok Garoyan Matbaası: İstanbul, 1327.

I. Meşrutiyet döneminde sayıları giderek artan İptidaiye, Rüşdiye, İdadiye ve Sultaniye’lerde Türkçe mecburi dil olarak okutulurken, gayri Müslim okullarının bu kurala uymaması Meşrutiyet yönetiminin yeni kararlar almasına neden olmuştu. 1876 yılına gelindiğinde Osmanlı toplumunda dil ve alfabe tartışmalarının resmî düzeydeki başlangıcı olarak kabul edilen bir gelişme yaşanıyor, Kanun-i Esasî’ye, “Osmanlı Devleti’nin resmî dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiği” şeklinde bir hüküm konuluyordu.149 Bu bağlamda 1894 tarihinde yayınlanan II. Abdülhamid imzalı bir emirle –yaygın kullanılışa sahip olmayan Arapça ve Farsçadan arınmış basit ve açık bir sadeliğe sahip- Türkçe’nin Osmanlı topraklarındaki bütün eğitim kurumlarında zorunlu okutulması gündeme gelmişti.150

Meşrutiyet dönemi dil tartışmalarının bir başka konusu, dilin hangi isimle adlandırılacağıyla ilgiliydi. Bu bağlamda özellikle Arapçanın ıslahı ve kapsayıcılığı konularında öne çıkan isimlerden biri olan Hacı İbrahim Efendi, Osmanlı coğrafyasındaki dilin “Türkçe” değil, “Osmanlıca” olduğunu, dolayısıyla da bu isimle anılması gerektiğini savunuyordu. Ona göre, Osmanlı toplumunun kullandığı dil başlangıçta Türk dili olarak ortaya çıkmışsa da, zamanla Arapça ve Farsçadan nüfuz eden kelimelerle yepyeni bir dil ortaya çıkmıştı. Osmanlıcılık kavramını siyasi bir kavram olmasının dışında kavmiyet anlamında da millî bir kavram olarak gören Hacı İbrahim Efendi’ye göre saf kalması durumunda “Türkçe” diye anılabilecek Osmanlı dili diğer dillerden nüfuz eden zenginliğiyle artık “Osmanlıca” adıyla anılmalıydı.151 Aksoy’un “Moderniteye Karşı Geleneğin Savunucusu”152 olarak nitelendirdiği Hacı İbrahim Efendi’nin Arapça ve Osmanlıcanın pratikliğine dair görüşleri, Meşrutiyet döneminde dilin Osmanlı Devleti’nin temsil ettiği misyonun devamındaki önemi ve Harf inkılabı sonrası gerçekleşecek olan gelenekten kopuşla ilgili iddialara zemin oluşturabilecek bir yapıdaydı. Ona göre, sadece Türk kültürü ya da İslam dininin korunması için değil aynı zamanda sosyal ve siyasi bütünlüğü sağlaması açısından da

149

Karal, “Tanzimat’tan Sonra Türk Dil Sorunu”, s. 317 150

Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 154 151

Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 126-127 152

önemli olan Arapça, dünya çapındaki iki yüz milyon Müslümanın dinî ve edebi dili olduğu için bu dilin hinterlandındaki topluluklarla olan bağını yok etmek imkânsızdı. Osmanlı coğrafyasındaki Müslümanlar arasında önemli bir bağ teşkil eden Arapça ve bu dile mensup milyonlarca Arap’tan oluşan kitle nüfusun hatırı sayılır bir kısmını oluşturuyor, devletin bekasına göz diken yabancılar Arapçanın etkisini kırarak toplumun temel kaidelerinden biri olan dini zayıflatarak devleti yok etmek istiyordu.153

Meşrutiyet dönemi dil tartışmalarını iki döneme ayıran Kushner’e göre, 1880’lerdeki dil tartışmaları başlangıçta daha çok ders kitapları konusunda yaşanmış ve ardından Osmanlıcanın özü, asıl karakteri ve diğer dillerle olan akrabalığına dair tartışmalara evrilmiştir. Söz konusu ayrımdaki ikinci dönem 1890’ların sonlarıyla başlayan ve geleneksel dil ve üslubu hedef alan dilde sadeliğe dair tartışmalarla devam etmiştir.154 Bu dönemin dil ve yazı tartışmalarının genel karakteristiği Şemseddin Sami ve Necip Âsım’ın söylemlerinde vücut buluyor, Arapçanın gündelik pratiklerden çıkarılamayacak bir “alışkanlık” ve Müslümanlar arasındaki “birlik sembolü” olması nedeniyle korunmasını önceleyerek mevcut yazı şekillerinin değiştirilmesiyle özetlenebilecek daha çok kaligrafik bir düzenlemeyi ihtiva ediyordu.155 Kushner’in Meşrutiyet dönemi dil ve yazı tartışmalarını tasniflediği her iki dönemin ortak noktası dilin millî kültürün temeli olduğu düşüncesi olmuş, kavimleri birbirinden ayıran esaslı bir ölçüt olan dilin korunması ve doğru bir şekilde kullanılmasının teşvik edilmesi her iki dönemde de savunulan bir görüş olarak kalmıştı. Bu zeminde dönemin dil politikalarını, siyaset; devlet politikası ve meseleyle ilgili görüş ortaya koyan her kesimden tarihi karakterlerin kişisel tasarrufları birbirinden ayrı tutarak değerlendirmek daha isabetli sonuçlar verecektir. Bu bağlamda düşünüldüğünde II. Abdülhamid’in dil konusunda Osmanlı tarihindeki yeri ve misyonuyla bağlantılı olarak sahip olduğu şahsi düşünceleri, Meşrutiyet döneminin dil konusundaki devlet politikaları ve aydınların dile dair yaklaşımları farklılıklar taşısa da dönemin dil ve yazı tartışmaları, Osmanlıca alfabesinin okuma yazma pratiği açısından değil de daha çok dilin kullanım şekli ve

153

Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 133-134 154

Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 124 155

yapısıyla ilgili tartışmaların baskın olduğu bir şekilde gelişmişti. Bu zeminde Harf inkılabının fikri temellerinde, söz konusu inkılabın geleneği temsil eden rol modellerden biri olan II. Abdülhamid tarafından da düşünülmüş olduğuna dair –en azından şimdilik- herhangi bir kanıt olmadığı gibi yine Ortaylı’nın söylemiyle “kaos ve çatışmaya” mahal vereceği düşüncesiyle uygulamaya konulmamış olması gibi bir durum da söz konusu olmamıştı.

Yine de, dönemin kendi gerçekliğinde ciddi bir gürültü koparmayan alfabe değişikliği tartışmalarında Osmanlıcanın İmparatorluk’un temellerinden birini teşkil eden önemli bir birlik sembolü olduğu dolayısıyla kültürel mirasa dair kodlar taşıdığı düşüncesi de taraftar bulmuştu.156 Bu iddialar -muhtemelen- Erken Cumhuriyet Döneminde gerçekleşecek olan Harf inkılabına dair değerlendirmelerde kültürel hayata dair kodları taşıyan diğer sosyal pratiklerin rolü hesaba katılmadan ortaya çıkan “kopuş” ve “yitiş” savlarının kaynağı olmuştu.