• Sonuç bulunamadı

2.3. Güvenlikli Siteler

2.3.1. Tarihsel Süreç ve Güvenlikli Sitelerin Temeli Olarak Banliyöler

Yabancı yazında çoğunlukla, ‘gated communities’(korumalı yerleşimler), kimi zaman da; ‘gated enclaves’(korumalı kuşatılmış bölgeler), ‘edge cities’(sınır şehirler), ‘enclosed neighbourhoods’(kapalı komşuluklar), ‘fortified enclaves’(duvarla çevrelenmiş yerleşim bölgeleri), ‘enclosed housing developments’(kapalı konut yerleşimleri) olarak kullanılan (Akgün, 2012: 209, Tümer ve Dostoğlu, 2008: 54), Türkçemizde ise, güvenlikli site olarak karşılık bulan olgunun, esasen, şehirlerin kuruluşu kadar eski bir geçmişi olan sur yapısı ile bağlantısının olduğu ifade edilebilir. Arkeolojik kanıtlardan öğrenildiği kadarıyla, Nil Nehri vadisindeki en eski insan toplulukları, yerleşim yerlerinin etrafına, yiyecek aramak için çöl boyunca dolaşan avcı-toplayıcı kabilelerden korunma amaçlı duvar örmüştür. Mezopotamya bölgesinin en eski krallıklarının ve Antik Yunan şehirlerinin de surlara sahip oldukları bilinmektedir (Blakely, 2008: 257). Nasıl ki şehirler, örneklerde gözlenildiği üzere, olası bir düşman işgaline karşı surlar ile çevrilmiş, müstahkem kaleler oluşturulmuş –bu sur, kale kalıntıları, birçok kentte günümüze

kadar taşınmıştır – ve sur üzerinde gözcüler yerleştirmek suretiyle güvenliğin sağlanması arzulanmışsa, benzer şekilde güvenlikli sitelerde de, site alanını çevreleyen yüksek duvarlar, kilitli kapılar, kamera kayıt sistemleri, güvenlik görevlileri benzer işlevi görmektedirler. Bu noktada belirtmek gerekir ki, güvenlikli sitelerin, güvenlik amacı dışında, seçkinlik ve izole olma arzusu gibi farklı beklentilere karşılık vermek üzere oluşturulduklarından ve sosyomekansal açıdan yüzyıllar öncesindeki surlarla çevrili kentlerden çok ayrı bir yerde durduklarından, çalışmanın ilerleyen kısımlarında söz edilecektir.

II. Dünya Savaşı’na kadar, ABD ve Avrupa metropollerinde, kolaylıkla gözetim ve denetim altında tutulacak kent yapıları/mekânları tasarlamak hâkim düşünce olmuştur. 1950’lerde ABD’de yaygın banliyöleşmenin etkili olduğu hızlı bir kentleşme dalgası baş göstermiştir. Beyaz orta sınıfta, 1960’larda, yaşanan siyasi karışıklıklar, toplumsal çatışmalar, beyaz/siyah ırk kavgasının kentsel mekâna ve kamusal alanlara yayılmış olması, büyük metropollerin, yaşamsal alanların denetiminin kolaylıkla ve güvenilir biçimde sağlanamayacağı algısına yol açmıştır. Yerleşen algı neticesinde, ilk olarak ABD’de, bugünkü anlamıyla güvenlikli sitelere temel teşkil edecek olan ‘savunulabilir mekân’ düşüncesi şekillenmiştir (Kuppinger, 2012: 14). 1960’ların St. Louis kentini inceleyen Newman (1996: 13), ticari baronların, caddeleri/sokakları trafiğe kapatarak, şatolarına alan oluşturduklarından söz eder. Kente, güneyin kırsal kesiminden yoğun bir insan akını yaşanmıştır. Ülkenin suç oranı en yüksek kentlerinden birisinin St. Louis olmasına rağmen, ayrılan ve kurtarılmış mekân haline getirilen sokaklar, kaostan bihaber şekilde varlık sürdürmüşlerdir. Muhit sakinleri, kendi sokaklarını sahiplenmiş ve kontrol etmişlerdir. Her ne kadar bu özelleştirilmiş alanlara, herhangi bir şahsın girişine bir kısıtlama getirilmemişse de, dışarıdan gelen kişinin tüm hareketlerinin, alan sahiplerince, gözlem altına alındığı bilinen bir gerçektir. Charmes’in de belirttiği gibi (2012: 2), bu dönemde, genel olarak mahalleliler, iç denetçi gibi işlev görmekteydiler ve güvenlik amaçlı personel ile teknolojik çözümlemelere ihtiyaç duyulmamaktaydı.

Şekil 6: St. Louis’deki Korunaklı Özel Caddeler

Kaynak: Newman, 1996: 14.

‘Savunulabilir mekân’ olgusu, yalnızca, sokakların/caddelerin çevrilip korunaklı alanlar oluşturulması şeklinde cereyan eden kentsel mekânların reform edilmesiyle sınırlı kalmamış, 1970’lerden itibaren, alışveriş merkezleri, oteller ve toplantı salonlarının inşası hız kazanmıştır (Kuppinger, 2012: 15). 20. yüzyılın ortalarından itibaren bilhassa ABD’de, ırksal çatışmaların yeterli önem verilmeyerek önlenememesi, şiddet içeren olaylar, eğitim ve barınma hususundaki eşitsizlikler, kentsel bir kriz şekillendirmiştir. Bu durum, beyaz ırka mensup orta sınıfın banliyölere olan göçünü hızlandırmıştır. Toplumsal problemleri çözmek yerine, maddi imkâna sahip insanların, kendi güvenliklerini sahip oldukları ekonomik değerlerle satın almayı tercih etmeleri, güvenlik olgusunun merkezine, farklı işlevlere sahip gelişmiş konutların yerleşmelerini kolaylaştırmıştır (Quintal ve Thompson, 2007: 1035).

İlerleyen süreçte, güvenlikli siteler diğer bir ifade ile kapılı/duvarlı yapılar sadece güvenlik kaygısı ile kurulan mekanlar olmanın ötesinde, bir ayrıcalık, prestij, statü göstergesi olan yerleşim alanları şeklinde kabul edilir hale gelmişlerdir. İçerisinde; spor salonlarından, türlü sosyal aktivite merkezlerine, golf alanlarından, tenis kortlarına, sağlık merkezinden, eğitim kurumlarına, restoranlardan, alışveriş

merkezlerine kadar birçok hizmet sahasını içinde barındıran dev bir kompleks ve yönetsel organizasyondan söz edilmektedir. Yalnız, ilk dönemki ayrıcalıklı sahaların, günümüzde sayıları olanca hızla artan çağdaşlarından önemli bir farkı mevcuttur. Blakely ve Snyder’ın ifadesiyle (1997:4), ilk dönem güvenlikli siteleri ve bu güvenlikli alanlardaki konutların sahipleri sıradışıydılar. Çünkü kuruldukları dönemin şartlarında bu mekânlar, adeta birer eşsizlik örneği idiler ve söz konusu mülklerin sahibi olma durumu, şimdiki durumdan çok farklı olmak üzere, yalnızca elit kesime mahsustu. Konut güvenlik sistemi pek nadir karşılaşılan bir vakaydı. Günümüzde ise, güvenlikli sitelerin sahip olduğu koşullara göre değişmekle birlikte, toplumun farklı kesimlerinden oluşan insanlar güvenlikli sitelerde oturmaktadır ve pek çok konutta, teknolojik kazanımların da etkisiyle güvenlik sistemlerine rastlanabilmektedir. Zira, Blakely ve Snyder (1997: 6), CAI (Community Association Institute) verilerine göre, dışa kapalı konut yerleşmelerinin 1/3’ünün üst gelir grupları için lüks yerleşmeler olarak, 1/3’ünün üst-orta gelir grupları için, diğer 1/3’lük bölümünün ise emekliler için yapıldığına işaret etmiştir. Fakat belirttikleri bir başka nokta da, henüz California’da dahi, sayılan grupların dışındaki daha düşük gelir grupları için dışa kapalı konut yerleşkelerinde barınma şansı olmadığıdır.

Quintal ve Thompson (2007: 1035), güvenlikli sitelerde ikamet eden nüfusun, bu alanda kapsamlı çalışma mevcut olmadığından, tahmin edilmesi güç olduğunu ifade etmişlerdir. 1997’de yaklaşık 8 milyon ABD vatandaşı güvenlikli sitelerde yaşarken (Blakely ve Synder, 1997: 22), 1998 de bu rakam 16 milyona ulaşmış, 2002’de ise nüfusun %14’üne karşılık gelecek şekilde 47 milyon kişi sayısına ulaşmıştır (Low, 2003: 15, Tümer, 2006: 58). 2004 yılı verilerine göre, İngiltere’de yaklaşık 1000 adet güvenlikli site bulunduğu, 2006 yılı tespitlerine göre ise Avustralya’da yaklaşık 100.000 kişinin bu tarz yerleşim yerlerini mesken edindikleri bildirilmektedir. Avustralya’da yaşlı nüfusun artması ile beraber, güvenlikli sitelerin oluşturmuş olduğu izole alanlara kaçışın artacağı tahmin edilmektedir (Aktaran: Quintal ve Thompson, 2007: 1035).

20. yüzyıldan itibaren güvenlikli siteler, değişik şekillerde ve farklı koşullar altında eş zamanlı olarak, dünyanın birçok farklı büyük kentinde gözlenir hale gelmiştir. Bambaşka coğrafyalara ait olan, Bombay, Jakarta, Johannesburg, Tokyo, Şangay, Kahire kentleri güvenlikli site örneklerinin bulunduğu kentlerden sadece

birkaçıdır (Sipahi, 2011: 122).Güvenlikli siteler, söz konusu kentlerde ve daha birçok farklı coğrafyada, değişik amaçlara hizmet etmeleri için tasarlanmıştır. Olgu, Latin Amerika ülkelerinde öncelikle, yazlık tatil yerleri şeklinde düşünülürken, daha sonra etnisiteye dayalı çatışmalara karşı bir çözüm aracı olarak görülmüştür. Avrupa ülkelerinde, kıyı bölgelerinde sezonluk sayfiye siteleri olarak kullanılıp, Londra ve Amsterdam gibi büyük kentlerde bu kullanım şekli moda haline gelirken, Afrika ve Asya ülkelerinde yüksek suç oranları ve etnik çatışmalara karşı bir çözüm olarak öne sürülmüştür (Levent ve Gülümser, 2007: 2).

Avrupa’da, dışa kapalı konut yerleşimlerinin gelişimi; Avrupa topluluğunun, ABD toplumuna nazaran sosyal hareketliliği düşük bir toplum olmasından, Avrupalıların, alışmış oldukları konutlarını kolaylıkla değiştirebilme eğilimi göstermiyor olmalarından, Avrupa’daki konut tüketiminin, ABD’dekine nazaran düşük oranda seyretmesinden ve konut pazarını Avrupa’da hükümet büroları yönlendirirken, ABD’de piyasanın özel sektörün elinde olmasından dolayı, ABD’ye kıyasla daha yavaş ve daha geç gerçekleşmiştir (Tümer, 2006: 61-62).

Ülkemizde de, İstanbul başta olmak üzere birçok kentte bilhassa 1990’lı yıllarla beraber güvenlikli site olgusuna çarpıcı biçimde rastlanmaktadır. Perouse ve Danış (2005: 95), biçimsel ve örgütsel olarak, Türkiye’de, güvenlikli sitelerin doğuşuyla ilgili “Marmara ve Karadeniz kıyılarındaki tatil köyleri; yüksek rütbeli ordu mensuplarının, Beşiktaş ve Sarıyer gibi Boğaz kıyılarındaki kapalı konut alanları ve 1930’larda başlayan konut yapı kooperatifleri” olmak üzere üç ana kaynaktan söz eder. Öncel ve Özaydın’a göre ise (2012: 63), 1987 yılında, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 52. Maddesinin değiştirilmesi, İstanbul’da kapalı site olgusunu başlatan temel dayanak olmuştur. “Özel orman statüsündeki alanlar kat karşılığı müteahhit firmalara satılarak, adı geçen kanun maddesi uyarınca özel orman alanlarındaki taban inşaat alanının toplam alanın % 6’sını aşmaması, ifraz yapılmaması, orman vasfının korunmasına özen gösterilmesi şartlarıyla söz konusu süreç başlatılmış olur. Ancak, bu şartların varlığı, kapalı sitelerin büyük veya küçük parçalı yerleşmeler biçiminde yaygınlaşarak, orman alanlarının kaybedilmesini engelleyememiştir. İstanbul’un her iki yakasının kuzeyindeki doğal sit alanlarındaki kapalı sitelerin sayısı 1980’ler sonundan itibaren günümüze kadar çok hızlı biçimde artmıştır” (Öncel ve Özaydın, 2012: 63).

Sipahi’nin (2011: 263) görüşleri doğrultusunda bir değerlendirme yapılacak olursa, Türkiye’de özellikle 1970’ler sonrası, ‘yazlık’ amaçlı konut edinme furyasının ortaya çıktığı fark edilecektir. Ülkenin özellikle kıyı kesimlerinde edinilen bu tarz konutlar, mevsimsel olarak kullanılmakta ve yılın çoğunluğunu oluşturan günlerde boş kaldıkları için güvenlik sorunu oluşturmaktadırlar. Bu sebeple, mülk sahipleri, konutlarının etrafını duvarla çevirme yoluna giderek bir bakıma güvenlikli site ya da korunaklı mekân olgusuna temel teşkil etmişlerdir.

1990’larla beraber ise, üst gelir ve orta-üst gelir grubuna mensup insanlar, araç sahibi olma olanaklarının artışıyla da beraber, türlü yaşamsal zorluğu içinde barındırdığını düşündükleri kent içerisinden kent çeperlerine doğru çekilmeye başlamışlardır. Bu bölgelerde, kendilerine ‘ayrıcalıklı bir yaşam’ sunma güdüsüyle hareket eden insanlar, dışarısıyla aralarına duvarlar örmek suretiyle güvenlikli sitelere yerleşmişlerdir.

Güvenlikli sitelere, - çalışmanın ilerleyen bölümlerinde incelenecek olan farklı tercih etmenlerinin etkisiyle – artan talep ve söz konusu yerleşim alanlarının oluşturduğu yüksek rant, güvenlikli site arz artışını da beraberinde getirmiştir. İlk zamanlar, güvenlikli site inşa etmek için; geniş ulaşım ağları, tatmin edecek boyutlara varan yeşil alanlar, korunaklı, manzaralı parseller, altyapı olanaklarının yeterli olması, konut üreticilerinin aradığı şartlardandı. Daha sonraları ise, söz edilen talep ve oluşan rant artışından dolayı, arazilerin niteliğine, altyapı imkanlarının durumuna bakılmaksızın, yeşil dokudan bile yoksun, ulaşım bağlantılarının yetersiz olduğu kentin uzak noktalarına dahi güvenlikli site inşası gerçekleştirilmiştir (Altun, 2012: 52). Şekillenen bu durum birçok farklı disipline konu olabilecek sorunları da beraberinde getirmektedir. Güvenlikli sitelerin kentsel ayrışmadaki rolünün incelendiği bölümde, bahse konu sorunların bir kısmına değinilecektir. Ayrıca, görülmektedir ki, koşullara önem verilmeden kapalı yerleşim alanları oluşturmak, konut üreticilerinin büyük bir kısmına, yerleşim alanı ve üretilen mekân noktasında kaliteden ödün verdirmektedir. Dolayısıyla, maddi kazanç odaklı faaliyet sürdüren konut üreticilerinin oluşturmuş oldukları güvenlikli sitelerde oturan kişi profillerinin de bir bakıma yeniden tanımlanması gerektiğinden söz etmek yerinde olacaktır.

Güvenlikli sitelere temel oluşturduğu kabul edilen banliyö kelimesinin Türkçe karşılığı olan ‘yörekent’in, Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre tanımı, “Genellikle

oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına yakın yerlerde bulunan şehir yöresi, banliyö” şeklindedir. Kelimenin Latince karşılığı olan ‘sub-urban’ kelimesi ise ‘kent kontrolü altında’ olarak ifade edilmektedir (tdk.gov.tr, 2016).

Banliyöleşme hareketleri, 13-14. yüzyıllarda, Orta Çağ kentlerinde, veba benzeri salgın hastalıklardan kaçmak için kent çevresindeki kırsal alanlara çekilme isteği ile başlamıştır. Endüstri Devrimi sonrası ise, insanları kent merkezinden uzaklaştıran ana sebep kent içinde şekillenen kalabalık, kirlilik, ekonomik yetersizlikler gibi esas itibariyle kente ait olan olumsuzluklardır (Tümer, 2006: 48).

Banliyöleşme, geçmişe bakıldığında, olumsuz koşulların insanları, bu duruma ittiği, arzulanan bir durum olmanın ötesinde bir olgu idi. 18.- 19. yüzyıllarda ezici bir çoğunlukla gözlenen durum, banliyölerin varoşluğu temsil ediyor olmasıydı. İletişim, taşıma/ulaşım imkânlarının gelişmemiş olmasından ötürü, varlıklı insanlar kent özeğine en yakın yerlerde, genellikle nehir ve liman çevrelerinde ikamet ediyorlardı. Esasen, maddi imkâna sahip insanların kentte yaşadıkları alanlar, kentte sosyoekonomik yaşamın sürdüğü merkezi yerlerdi. Aksine, daha fakir olan işçi sınıf ise, endüstriyel ve ticari alanların dış kısmındaki varoş bölgelerinde bulunan barakalarda ve kabaca yapılmış evlerde yaşıyorlardı. Tarihçi Kenneth Jackson’ın ifade ettiği gibi, banliyö (suburban) kelimesi bile o dönemde, başlı başına, alt tabakayı ifade etmek ve vizyonsuzluk, fiziksel sefalet gibi olumsuz durumları karşılamak için kullanılan bir kavramdı (Kotkin, 2001: 2).

İlerleyen yıllarda ise, o zamana dek kent merkezlerinde yaşayan üst gelir gruplarının, alt gelir grubundakilerden ve kentin olumsuz koşullarından kaçış amaçlı, kentin merkez dışı bölgelerine hareketleri gerçekleşmiştir ve banliyöleşme akımı, ortaya çıktığı ilk zamanlardaki durumun aksine, üst/üst-orta gelir gruplarının yaşam tarzını yansıtmaya başlamıştır. Kapalı mahallelerin ve günümüzdeki anlamıyla güvenlikli sitelerin temelini de yine söz konusu banliyöleşme süreci şekillendirmiştir. Geçmiş kısımlarda incelendiği gibi, St. Louis, Tuxedo Park gibi özel, kapalı caddelerin oluşturulması, kendilerini sorunlardan korumak isteyen ve izole olma amacı taşıyan üst gelir gruplarının faaliyetleridir. Bu tarz caddelerde, kendilerinden olmayan başkalarının barınmalarına müsaade etmeyen, güvenli bir ortam oluşturan

ve homojen olarak nitelendirilebilecek hale gelen gruplar, 20. yüzyıl ortalarından itibaren daha yeşil olan banliyö alanlarına doğru kaymışlardır (Tümer, 2006: 50-51) .

Blakely ve Snyder de (1997b: 87), banliyöleşmenin, kapalı konut alanlarının oluşmasında öncül konumda olduğunu tespit etmişlerdir. Onlara göre ABD vatandaşları, hiç kuşkusuz; eski tarz bir kent yaşamından vazgeçerek, geniş özel mekânlar ile olabildiğince dar kamusal alanlar oluşturarak kentsel mekânı ve kentsel yaşamı yeni bir forma sokan banliyölerde yaşamayı tercih ederler. Sadece konut alanı olmayan, aynı zamanda endüstriyel ve ticari faaliyetlerinde hüküm sürdüğü eski kent merkezleri, metropoliten hiyerarşik konumlarını kaybetmişlerdir. Kent merkezlerinde suç oranlarının artışı, hayat pahalılığı ve kente dair çeşitli sorunların öne çıkmasından ötürü banliyöler önem kazanarak, genişlemelerine hız kazandırmışlardır. Banliyöler, hem mekânsal olarak yeni konut yerleşimlerini etkilemiş hem de günün koşullarına göre, bazı yerlerde, çevrelerini sınırlayarak zaman içinde kapalı konut alanlarına dönüşmüşlerdir.

Şekil 7: Kapalı Konut Alanına Dönüşen Banliyö (Ezeiza / Buenos Aires Banliyösü)

Yukarıdaki şekilde, Arjantin’in Buenos Aires kentindeki banliyönün zaman içerisinde, kendi içerisinde, başlı başına kompakt bir yapı oluşturduğu kapalı konut alanı görülmektedir.

Tümer (2006: 53-54), banliyölerin üç temel özelliğine dikkat çekmiştir:

a. Banliyöler, fiziksel açıdan olduğu gibi, sosyal açıdan da izole yerleşim alanlarıdır.

Kent merkezlerinin uzağında yer alan banliyölerin kent merkezi ile ilişkisi, toplu taşıma araçları ve çeşitli bağlantı yolları ile sağlanmaktadır. Demiryollarının gelişimi ile banliyöleşmenin artışı arasındaki paralellik de bu duruma işaret etmektedir.

Banliyölerin, kent merkezlerine fiziksel olarak uzak olmaları gibi banliyölerde yaşam süren insanlar da toplumsal ilişkiler noktasında, kent merkezinden kopuk bir şekildedir. Banliyöleri, toplumun elit kesimlerine ayrılmış bir çeşit yeşil gettoya benzeten Mumford (2007: 601), “ Victoria çağına ait ve kendini beğenmiş bir edayla söylenen şu ‘biz bize’ sözü, banliyönün kentle taban tabana zıt ruhunu yansıtır; zira kent, doğası gereği çok biçimli, kimseyi dışarıda bırakmayan bir ortamdır” ifadeleriyle, kentin yapısını ortaya koyarak oluşturduğu çıkarsamayla banliyönün, kendi içerisindeki homojen yapısına ve kendi dışındaki mekândan izole durumuna işaret etmektedir.

b. Geleneksel mahalle modelinin aksine, banliyöler yapay bir yerleşim modeli oluştururlar.

Mahalle, kentteki eski köy bileşenidir ve dengeli bir kent hayatı için, yüksek kültür merkezleri ile amaçlı birliktelik kurumları kadar vazgeçilmez bir yerleşim birimidir. Birçok banliyö topluluğunda, yerel yönetim yapısının mevcut olmaması toplumsal ilişkilerin var olmasına da yol açmıştır (Mumford, 2007: 607). Fakat, banliyöler, mahalle yapıları gibi yıllar süren kültürel ve sosyoekonomik ilişkiler süzgecinden geçerek oluşmamışlardır. Mahalle kurumuna nazaran suni yapıdalardır. Kentlerin büyümesiyle beraber, banliyöler kurumsal bir topluluk yaşamı oluşturmak yerine, ikincil ilişkilerin ve özel hayatın öncelendiği yerleşim alanları olarak var olmaya devam etmişlerdir. Ek olarak, Kostof (Aktaran: Tümer, 2006: 54), geleneksel mahallelerdeki, sosyalleşmek için en büyük araç olan, yemek yemek, alışveriş yapmak için aracı olan hareketli cadde yaşamının banliyölerde mevcut olmadığını

ifade etmiştir. Bu görüşün, ileri sürüldüğü tarihten bu güne geçen zamanda, banliyö yaşamındaki değişim içerisinde değerlendirildiğinde tartışmalara açık olduğu görülecektir.

c. Kent karmaşasından uzaklaşma amacıyla kurulan banliyöler, zaman içinde güttükleri bu amaçla çelişir hale gelmişlerdir.

Demiryolu hattı boyunca uzanan ilk banliyö örnekleri, uygun aralıklarla dizilmişler ve yasaların korumasına ihtiyaç duymayacak şekilde, mekânsal açıdan olduğu gibi nüfus bakımından da belirli bir sınırı muhafaza etmişlerdir. Beş ila sekiz kilometrede bir tren istasyonun yer aldığı ilk banliyö bölgelerinde, her hangi bir topluluğun yayılmasını engelleyecek doğal bir sınır mevcuttur. Fakat otomobilin yaygınlaşması, otoyol ağının alabildiğine genişlemesi, banliyönün yayalara uygun ölçeğini ve kendine has cazibesini ortadan kaldırmıştır. Sınır aşıldıktan sonra banliyö, kentten kaçış noktası olmaktan çıkarak ahtapot kollu kentin bir parçası haline gelmiştir (Mumford, 2007: 612-614).

Öte yandan, banliyölerde, her ne kadar çocuklar için güvenli oyun alanlarının varlığından söz edilse de, mevcut eğlence alanlarının uzak mesafelerde olması, çocuklara, yetişkinlerin refakat etmesine sebep olmakta ve dar alanlarda nüfus açısından bir yoğunlaşma söz konusu olmaktadır. Ayrıca, yeşil alanların bol olması beklenen banliyölerde, neredeyse yalnızca, tasarlanan yerleşme mekânlarının haricindeki ‘ara bölme’ niteliğindeki alanlarda yeşil dokuya rastlanmaktadır.

Benzer Belgeler