• Sonuç bulunamadı

2.TARİHİ SÜREÇTE DİNLERİN ETKİSİ VE SİYASET İLİŞKİSİ

İslam düşüncesinde, din kelimesinin kökeni ile ilgili birkaç farklı görüş mevcuttur, ilk görüşe göre, din kelimesi, İbranî kökenlidir ve “hüküm” anlamı taşımaktadır. Bir başka görüşe göre ise; din kelimesi, Arapçakökenli olup “örf-adet”

anlamına gelmektedir. ( Çifçi ve Erdem, 2013:118) Din olgusu ilk insandan bu yana

32 süregelmiş evrensel bir olgudur. İnsanla birlikte var olmuş ve durum öyle gösteriyor ki insanla birlikte devam edecek bir kurumdur. Tarihte hangi döneme bakarsak bakalım ve ne kadar geriye gidersek gidelim, dinin veya inanışın olmadığı bir döneme rastlamak mümkün değildir.

Çifçi ve Erdem ( 2013: 118) ‘e göre din, Tanrı ile insan arasındaki ilişkilerdir.

Bu ilişki ağı insandan Tanrı’ya ve Tanrı’dan insana olmak üzere iki şekilde gerçekleşir. İnsandan Tanrı’ya doğru olan ilişkide, Tanrı’nın üstünlüğünü kabul etme,O’na itaat ve saygı vardır. Tanrı’dan insana doğru olanda ise emirler ve hakimiyet söz konusudur. Çifçi, bu noktada din olgusunun tarihin belli bir döneminde alelade şekilde ortaya çıkmış olmadığına ve sabit biçimde uygulanmamış olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü dine yüklenen anlam ancak onu yaşayan toplumun dinden ne anladığıyla ve toplumun dini hangi dönemde ne koşullarda yaşadığıyla kendini gösterebilir.

Siyaset kelimesi az çok farklı anlamları çağrıştırmaktadır. Bir anlayışa göre siyaset insanlar arasında bir “çatışma” bir mücadele ve kavgadır; bunun için güç elde etmek, iktidarı ele geçirmek ve onun sağladığı çıkarları paylaştırmaktır.

İkinci bir eğilime göre ise toplumda bütünlüğü dengeyi sağlamak; nimetleri kişisel olmaktan çıkarıp genelleştirmektir. (Aydın, 2006:20)

Bu kısa ve genel din ve siyaset açıklamalarından sonra, denebilir ki din ve siyaset ilişkisi insanlığın başlangıcı kadar eskidir. Kavramsal olarak dini, insanın kendini evrende konumlandırması; siyaseti ise onun fiziki ruh bulmuş hali olarak düşünecek olursak bu iki olgunun birbirini etkilemesi ve birbirlerinden ayrı düşünülememesi doğalmış gibi görünecektir.Gerçi pek çok toplumda ve değişik olgularda, dinsel olan ve siyasal olan birbirlerinden ayrılmamışlardır. “Mesela pek çok modern toplumda bile kuralları çiğnemek “suç” olduğu kadar “günah” tır da.

Bilindiği gibi suç siyasal, günah ise dinidir”(Aydın, 2006:139).

Yukarıda da değinildiği üzere suç ve günah olan şeyler pek çok toplumda iç içedir. Suç olan şeyler aynı zamanda da günahtır. Aralarındaki tek ayrım birinin dini, ötekinin ise siyasi olmasıdır.

Din kendi etkisinin, bazı ritüeller, kılık-kıyafet ve habitus kalıplarında bedenler üzerinde tezahür etmesini ister. Siyaset ise bedenler üzerinde iktidar kurmak, onları itaat ettirmek ister. Bu siyaset ve din arasındaki rekabetin temelini oluşturur. Aynı beden çoğu kez bu ikisinin rekabeti arasında türlü sıkıntılar, gerilimler ve çatışmalar yaşar. Dünyanın şu veya bu düzeyinin şu veya bu şekli alması tartışmalarına katıldığı andan itibaren din de sonuna kadar siyasetin içine girmiş oluyor. (Aktay, 2015:161-162)

33 Siyaset ve din tarihi dönemlere bakıldığında genellikle iç içe olmakla birlikte aynı zamanda da birbirleriyle bir rekabet söz konusu olmuştur. Çoğunlukla insanlar bu iki olgunun arasında sıkışıp kalmış ve türlü sıkıntılar da yaşamışlardır.

Din faktörünün toplumsal ve siyasi bakımdan pek çok işlevi bulunmaktadır.

Dinin en önemli toplumsal fonksiyonlarından biri, toplumda bütünleşmeyi sağlamasıdır. Devlet ile halkın örtüşmediği, yani devletin çok uluslu olduğu durumlarda –ki bunun tarihte örnekleri çoktur- dinin bu fonksiyonu barizdir. Böyle durumlarda insanlar üzerinde birleştirici etki doğuran din, gerek tarihi gerekse sosyolojik açıdan son derece büyük önem taşımaktadır(Salihpaşaoğlu, 2014: 22).

Dinin siyaset ile olan ilişkisine kısaca değindikten sonra biraz da tarihsel süreçte ilahi dinlerin siyaset ile olan ilişkilerine bakmakta fayda vardır.Yahudilikte, Musa Peygamberin öncelikli amacı ulus çapında bir din oluşturmak ve İsrail topluluklarını bir araya getirmekti. Bu sebepten dolayı da Museviliğin evrensel bir din olma gibi bir iddiası bulunmuyordu. Yahudi ırkını diğer ırklardan üstün tutan ve onları ve dünyaya hakim kılan bir Tanrı anlayışı bulunmaktaydı. Hıristiyanlığın amacı ise çok daha büyük çaplı dayanışma oluşturmaktı.

Yeryüzündeki insanların ve ulusların eşit olması gerektiğini savunduğu için daha geniş bir yandaş kitle elde etti. İsa Peygamber, yaşadığı dönem içerisinde yapılan haksızlıkları eleştirmiş ve ezilenlerin yanında durarak onların acılarını azaltmaya çalışmıştı. Fakat o, haksızlıkların olmadığı bir toplum düzeni üzerinde durmamıştı. Çünkü önemli olan dünyasal düzen değil, ruhun ait olduğu Tanrı’nın düzeniydi. İsa “ Sezar’a ait olanı Sezar’a, Tanrı’ya ait olanı Tanrı’ya verin”

derken, Hıristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımını oluşturmuş oluyordu. Böylece bir yandan kurulu düzen ve iktidarlar yasallaştırılırken, öte yandan siyaset de dünyasal yaşamın basit bir ögesi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü doğrudan Tanrı tarafından belirlenmiş olmaktadır.(Kışlalı, 1991:33-34)

Hemen hemen bütün dinler, bu dünyanın geçici ve yalan olduğunu savunmuştur. Halbuki İslam bu inançların tam tersi görüştedir. İslamiyet, sadece ahirete önem vermekle kalmaz aynı zamanda bu dünyaya da önem verir. Bu yüzden, ruhsal güç ve bedensel güç ayrımını göz ardı eden bir din olmuştur. Hıristiyanlık inancına göre kral, yönetme yetkisini Tanrı’dan alır. Tanrı bu yetkiyi hükümdara iki şekilde verebilir: Ya doğrudan ya da Papa aracılığıyla. Fakat İslamiyet’te durum aynı

34 değildir. Güç ve iktidar yalnızca Tanrı’ya aittir ve kimse O’na ortaklık edemez. Bu dünyada yaşanan gelişmeleri değiştirmek veya düzeltmek işini İslamiyet inancına göre Tanrı tek bir kişiye bırakmamış ondan tüm insanları sorumlu tutmuştur. Bu açıdan bakıldığında, Hıristiyanlıkta iktidar bireysel, İslamiyet’te ise toplumsal özelliklere sahiptir (Kışlalı, 1991: 40).

Yine genel yönetimsel bir çerçeveden baktığımızda, Hıristiyanlıkta iktidar yetkisi tek bir kişiye verildiği için o kişi yaptıklarından dolayı hiç kimseye karşı sorumlu değil sadece Tanrı’ya karşı sorumludur. İslamiyet’te ise Tanrı ile kul arasında herhangi bir aracı yoktur ve kişi yaptıklarından dolayı direkt olarak Tanrı’ya karşı sorumludur. Devlet ile din kimi zaman beraber kimi zaman ayrı şekilde ama kompleksbir ilişki içerisinde olmuştur. Bu ilişkinin boyutlarını din, devlet ve toplum farkları belirlemiştir.Yani modern dönemlerde sekülerliğin ciddi bir ağırlık kazanmasına rağmen bu ilişkinin gerçekte tek türü yoktur(Aydın, 2006:142).

Sonuç olarak baktığımızda, hangi evrensel din olursa olsun ilk oluşmaya başladıkları andan itibaren bir şekilde siyasetle ya da devletle sürekli bir etkileşim halinde olmuştur. Bu etkileşimler zaman zaman çok şiddetli olmuş bazen de birbirlerinden tamamen bağımsız hareket etme şeklinde olmuştur.