• Sonuç bulunamadı

Türkiye'de Muhafazakârlık ve Milliyetçi Muhafazakârlık

4. BULGULAR VE YORUM

4.2. Muhafazakârlık

4.2.1. Türkiye'de Muhafazakârlık ve Milliyetçi Muhafazakârlık

Türkiye'de Muhafazakârlık siyasi literatürde temelde iki tipte ele alınmıştır. Birincisi bir ideolojinin muhafazakârlaşması, ortaya attığı fikirlerin değişimine direnmesi anlamındadır. İkincisi ise bizim bu bölümde açıklamaya çalıştığımız gibi ve Murat Belge'nin tarifiyle (2017: 100) Osmanlı geçmişini, geleneksel ve İslami değerleri merkeze alan muhafazakârlık manasındadır.

Türkiye'de muhafazakârlığın oluşumuna baktığımızda Batı'da ideolojilerin çıkış tarihi olan 18. yüzyıldan çok daha sonraya gitmemiz gerekir. Türk tarihinde de muhafazakârlık Avrupa'daki gibi bir ideolojiden önce reaksiyon olarak ortaya çıkar. Osmanlı döneminde Batı'dan getirilen yeniliklere karşı çıkışlar, ülkeyi kurtarmak için Tanzimat sonrasında İslamcıların öne sürdüğü düşünceler muhafazakârlığın ilk örnekleridir. Muhafazakârlığın bir ideoloji şekline bürünmesi ise Cumhuriyet'in kurulmasıyla Avrupa'da olduğu gibi pozitivist düşünceyi temel alan kişilerin yönetime geçmesinden sonra şekillenir. Tayfun Atay (2017: 154) Türkiye'de Batılılaşmacı perspektifin Cumhuriyet sonrasında geleneği; "değişme", "ilerleme" ve "yenilik" ile

57

karşıtlık içinde kategorize ederek bir söylem geliştirdiğini ifade eder. Bu görüşe göre modernleşmenin önündeki engellerden biri de gelenektir.

Taşkın, Türkiye'de Kemalist milliyetçilik geleneği içinden gelen fakat zamanla Kemalizmin toplumla sağlam bağlar kuramadığının idrakiyle gelenekle ilişkisini yeniden kurması gerektiği sonucuna ulaşan fikirlerin 1930'ların ikinci yarısından itibaren görünürlük kazandığını belirtir (2017: 383). Kemalistlerin içinden gelen bu fikirler Türkiye'de muhafazakârlığın Kemalist bir hareket olarak doğmasına sebep olmuştur. Ömer Faruk Güzel'e (2013: 369, 370) göre ilk muhafazakâr aydınların hemen hepsi ne Kemalizmle ne Mustafa Kemal'le ne de onun düşünceleriyle ciddi bir çatışmaya girmiş, aksine onu yücelten bir tavır sergilemiştir. Muhafazakârlık kendi tanımı gereği devrime karşı çıkması gerekirken Türk muhafazakârlığı Kemalizmi içselleştirmiş, liberal Kemalizm ya da sol Kemalizm gibi Kemalizmin süreç içindeki yorumlarından biri haline gelmiştir. Sağ Kemalizm olarak da adlandırılan bu kavram devrimleri uygularken halkın manevi dayanakları olan geleneklerin, mazinin, din kurumunun ihmal edildiği; devrimlerin halkın bu değerleriyle barıştırılması gerektiği fikriyle ön plana çıkmıştır. Cumhuriyet'in bu dönemi için restorasyon dönemi de denilmektedir.

Nazım İrem (2017: 109, 110) Kemalizmin içinden gelen ilk muhafazakâr yorumları şöyle değerlendirir: Cumhuriyetçi muhafazakâr olarak da isimlendirilen bu aydınlara göre Batı'da bir kriz yaşanıyordur ve bunun sebebi Batı'da yaşanan hakikat bunalımıdır. Batı'nın makine medeniyeti haline gelmesi insanın kendine yabancılaşmasına ve yaratıcılığını kaybetmesine sebep olmuştur. İnsanın madde dünyasının esiri olduğuna inanan bu aydınlar; Osmanlıcılık, İslamcılık, liberalizm, sosyalizm gibi akımlara karşı olduğu kadar Kemalizmin Batı'dan örnek alınan bilimci, pozitivist, akılcı felsefesine de karşı olmuştur. Bu düşüncenin öncüleri olan Peyami Safa, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken 1930'larda Kültür Haftası, 1950'lerde ise

Türk Düşüncesi dergilerinde düşüncelerini tartışırlar. 1910'dan sonra Avrupa'da etkili

olmaya başlayan Bergson'un sezgici felsefesinin de etkisinde kalan Cumhuriyetçi muhafazakârlar temelde toplumun yukarıdan müdahale ile modernleştirilmesine karşı çıkarlar. Toplumun kendiliğinden organik değişim olanakları çerçevesinde değişmesi gerektiğini savunurlar. Fikre dayalı, aklı her şeyin üstünde tutan siyaseti eleştirerek ananeye (gelenek) dayalı muhafazakâr siyaseti önemserler.

58

Muhafazakârlık, Türkiye'de Cumhuriyet devrimlerinin radikal uygulamalarına ve Tek Parti siyasetine tepki olarak doğmuş olsa da asıl gücünü komünizm ile mücadele etme safhasında kazanmıştır. Nuray Mert Türkiye'de muhafazakâr sağ söylemin, Cumhuriyet devrimi revizyonu gayretini komünizmle mücadele söylemiyle kolaylıkla bağdaştırabildiğini, hatta bu revizyonu zaman zaman doğrudan komünizmle mücadele iddiası çerçevesinde gerçekleştirdiğini söyler (2017: 325). Mert bu yorumuna şunları ilave eder: " Ellili yıllarda, muhafazakâr düşüncenin sorun ettiği

birinci mesele, Cumhuriyet'in muhafazakâr yorumu üzerinden ulus kimliğini yeniden tanımlamak ve devlete sadakat geleneğini revize ederek modernleştirmek ise, bir diğeri de sol düşünceye karşı bir alternatif oluşturmaktır." (2017:336). Böylece

Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde irtica olarak nitelendirilen din, komünizm söz konusu olduğunda tekrar ele alınır ve dinde neyin irtica olduğu konusu tartışılır. Bu dönemde aşırıya kaçmayacak şekilde ve laikliği vicdan hürriyeti olarak tanımlayacak şekilde dinin tekrar ele alındığını görüyoruz.

Din ekseninde bunlar yaşanırken muhafazakâr söylem ve sağ siyaset alanında milliyetçi damar giderek ağırlık kazanır. 1950 sonrası gelişen sağ laik yorum bu damardan etkilenir ve dini milletin ayrılmaz bir parçası olarak yorumlamaya başlar. Bu çerçevede milliyetçilik ve merkez sağ siyasetlerinin ortak paydaları artar, aralarındaki sınırlar belirsizleşir, buna rağmen dini değerleri öne çıkaran İslamcılık, sistem dışı bir sağ söylem halini alır (Mert, 2017: 343).

Milliyetçiliğin Türk düşün dünyasındaki gelişimine baktığımızda II. Meşrutiyet'le birlikte din ile yakın temas halinde olan Türkçülüğün Cumhuriyet kurulduktan sonra içinde din olmayan bir milliyetçilik anlayışına yöneldiğini görürüz. Kemalist milliyetçilik olarak isimlendirilen bu görüş Ahmet Yıldız'ın (2009:212) da dediği gibi millet tanımında İslami ögeleri öne çıkarmaz, Türklüğe din kadar etkili olacak manevi bir işlev yükler. Kemalist milliyetçilik Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesi aynı kültür potasında eritmeye çalışan, ırktan bağımsız ama toprak ilkesini esas alan bir milliyetçiliktir.

Beşir Ayvazoğlu'nun da belirttiği gibi (2009: 124) 1940 sonrasında yükselişe geçen ırkçı Türkçülük İtalya ve Almanya'daki gelişmelerle yakından ilgilidir. Bu yıllarda Sovyet Rusya'nın sıcak denizlere inmek için kendi komünist sistemini

59

Türkiye'ye ihraç etmek istemesi, Orta Asya'daki Türk topluluklarını egemenliği altına alması farklı çizgilerde milliyetçilik görüşüne sahip aydınların komünizm karşıtı olmasına ve Almanya'ya sempati ile bakmasına sebep olmuştur. Irkçı Türkçülük dediğimiz koyu milliyetçilik 1950'lerden sonra gerilerken millet tanımının içine daha fazla dini değerler girmeye başlar. Ayvazoğlu 1940'ların ortalarına doğru milliyetçi ve bir o kadar da mukaddesatçı olan bir akımın gelişmeye başladığını belirtir. Necip Fazıl ve Osman Yüksel Serdengeçti bu akımın en önemli temsilcileridir. Birbirine paralel bir milliyetçilik anlayışına sahip bu iki düşünür Tanrı Dağı kadar Hira Dağı'na da sahip çıkar, Türk olduğu kadar da Müslüman olduklarını söylerler (2009: 130).

Şerif Mardin de gelenekselciliğin Türk milliyetçiliğine çok partili hayata geçişin sonrasında küçük kasaba görünüşünün Türk politikasına nüfuz etmesiyle arka plan oluşturmaya başladığını söyler. Bu dönemde Atatürk en önemli kişidir fakat Sultan II. Mehmet, İstanbul fatihi de ön plana çıkar. Zamanla bu eğilim Osmanlı kültürünün ve bu kültürde İslam'ın yerinin yeniden tespitine varır. Bu nedenle 1960'larda profesörler ve politikacılarla birlikte meslekten bir grup insan; Marksizim, sosyalizm ve laiklikle mücadele amacıyla, Türk-İslam ideolojik sentezini geliştirmek gerektiği sonucuna varırlar (2015: 231, 232).

Yaşanan bu gelişmelerin etkisiyle oluşan muhafazakâr milliyetçi anlayışın söylemlerini daha iyi anlayabilmek için, bu görüştekilerin örnek aldığı kişi olan Yahya Kemal'in düşüncelerine bakabiliriz. Irkçı milliyetçiliği reddeden ve geleneğe dayanmayan modernleşmeye tepki gösteren Yahya Kemal Türk-Osmanlı sentezine çok önem verir. Milliyetçi muhafazakârların şiarı olacak "Kökü mazide atiyim." sözü onun milliyetçi görüşünün yanında getirdiği muhafazakârlığının da bir sonucudur. O, geçmişi sadece mazi olduğu için değil, doğrudan milliyetçilik anlayışının bir getirisi olarak sevmektedir. Bu görüşün diğer temsilcileri olan Dündar Taşer, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimler de tarihi milliyetçilik fikrine sahiptir. Dündar Taşer'in çizgisinde ilerleyen Erol Güngör düşüncelerini üçlü sacayağı dediği milliyetçilik, Osmanlılık ve Müslümanlık üzerine oturtur (Çetinsaya, 2017: 376).

Milliyetçi muhafazakâr görüşün bir diğer temsilcisi sayılan Erol Güngör'e baktığımızda onun dini, kültürel bir öge olarak ele aldığını görürüz. Türk milli kültürünün en yapıcı unsurunun din olduğunu düşünen Güngör, Batıcı ve sosyalist

60

aydınları İslam'ı toplum hayatından çıkardıkları gerekçesiyle eleştirir. Batıcı aydınların pozitivizmini tenkit eden Güngör, onların milli kültürün unsurları olan dil ve tarih üzerinde gerçekleştirdikleri devrimlerde asıl amaçlarının din olduğunu düşünür. Türk milliyetçiliğine katkılarını takdirle andığı Ziya Gökalp'i dahi din meselesine Türkçülüğün Esasları adlı eserinde bir buçuk sayfa ayırdığı için tenkit eder (Yıldız ve Çelik, 2012: 278-280).

Görüldüğü gibi Türkiye'de muhafazakâr milliyetçi görüş dini, milleti

oluşturan en önemli unsurlardan biri olarak görür. Fakat muhafazakârların din ile kurduğu ilişkiyi İslamcıların din ile kurduğu ilişkiden ayrı tutmak gerekir. Yasin Aktay'a göre (2017: 352) muhafazakârlar dini sadece modernleşme karşıtlığı noktasında kullanmazlar. Dini kendi yaşam tarzını tanımlayan bir renk olarak anlamlandırırlar ve uygun modernleşme temposu içinde dinin değişimini dahi mümkün görürler. Din onlar için hayatın estetik bir unsurudur. Estetik olmayan yanları Arap bedevilerinin uygulamalarıdır ve dışlanmalıdır. Din, kültürel bütünlüğünün içinde bir dekor olarak kalmalıdır, kendisine ayrılan bölümü aşarak toplumun ve devletin kararlarında belirleyici role soyunmamalıdır. Dinin fazlası zararlıdır ve estetiğe de uygun değildir. Bu durum gösteriyor ki muhafazakârlar için din, esas özne olan milletin yararına toplumsal bir sermayedir. İslamcılar için din asıl özne unsurudur ve onlar millet kavramının yerine İslam ağı çerçevesinde şekillenen ümmet kimliğini önemserler.

Özetlersek erken Cumhuriyet döneminin köklü modernizmi karşısında gelenekle modernleşmenin imkanlarını aramak üzere oluşan muhafazakârlık, 1960 sonrası dönemin iç ve dış siyasi gelişmelerinin etkisinde kalarak Orta Asya'yı referans alan Türkçülük ile Malazgirt'i esas alan Anadolucu çizginin Osmanlı'nın geç dönemine ait mazisini de bünyesine katmasıyla söylemlerini geliştirmiştir (Atay, 2017: 174). Milliyetçi muhafazakârlık düşüncesindeki en dikkati çeken unsur ise din olmuştur. Dini, toplumun milli ve geleneksel bir ögesi olarak gören muhafazakârlar; millet tanımını yaparken İslam'ı da o milletin dili, geleneği, kültürü kadar önemli bir unsur olarak sayarlar. Nuray Mert'in (2017: 323) ifadesiyle de modernleşmeyi toptan reddetmezler fakat onu mevcut değerler ve sembollerle uzlaştırarak, doğallaştırarak gerçekleştirmek isterler. Bu anlamda da Batıcı aydınları Batılı değerleri önemserken milli ve manevi unsurları geri plana almakla eleştirirler. Bu görüşün Türkiye'de 1950

61

ve 1960'lı yıllarda sol eğilimli ideolojiler karşısında İslam, Osmanlılık-mazi-, gelenekçilik, milliyetçilik orta paydasında birleşerek alternatif bir çatı vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.