• Sonuç bulunamadı

2. KAVRAMLAR

2.1. Zihin

2.1.2. Algı

49 Beyne ilk olarak gelen fizyolojik etkileşim bilgileri durum, zaman ve uzama göre beyin tarafından öznel algılama işlemi gerçekleşmeden ilk anlamlandırmayı yapmaktadır.

Anlamlandırma mekanizmasında tanımlamış olduğumuz zihinsel sürecin ilk aşaması olan beyinsel işlem, dış bilgilerin ilk değerlendirildiği aşamadır. Örneğin ani bir gürültüde işitme duyumuz ile beyin, öznel algılamadan önce bütün vücudu hemen tehdide karşı savunmaya geçirir. Sesin duyulduğu ilk anda özne ne olduğu bilmeden içsel bir refleks ile yüksek sesin tehlikeye işaret olacağı varsayımı ile beyin vücudu uyararak gerekli tedbirleri almaya zorlar. Bu ilk savunmadan sonra ancak özne ne olduğunu anlayarak duruma anlam vermeye çalışmaktadır. Bu ilk tepki evrimsel süreç ile kazandığımız nöral haritalar sayesinde verilmektedir. Bu haritalar fizyolojik evrim sürecinde gelişmiş ve organizmanın varlığını sürdürmede hayati rol oynamıştır.

50 ruhun yaptığını ve duyusal algıların dışında kalan bir gerçeğin var olduğunu söylemektedir (Capelle, 1994, s. 190). Herakleitos’un bütün varlıkların akla sahip olduğu görüşü, bu çalışmanın temel argümanlardan biri olarak kabul edilmektedir.

Herakleitos’tan sonra Parmanides’in algı konusunda ki görüşleri önemlidir.

Parmanides’e göre öznelerin algıları ve deneyimleri sonucundaki şeylerin, temsilden başka bir şey olmadığını savunmaktadır. Ona göre; duyular ile elde edilen bilgiler sadece temsili niteliktedir ve gerçeğin kendisi ancak us ile anlaşılabilir (Denkel, İlkçağ'da Doğa Felsefeleri, 2011, s. 28). Parmanides, varlığı kabul etmekte ama oluşu kabul etmemektedir. Bu bağlamda düşünerek algılanan şeyleri var olarak kabul etmektedir.

Çalışmanın giriş kısmında değinilen “her şeyin temelinde maddi bir nesnelliğin yattığı düşüncesini” Parmanides’te öne sürmektedir. Şu sözler ile “Nereden başlarsam başlayayım, (söylediğim her şeyin) ortak temeli, var olandır ve öyle kalacaktır; çünkü dönüp dolaşıp hep ona geleceğim.” düşüncesini açıklamaktadır (Capelle, 1994, s. 145).

Kısaca Parmanides düşünme ve ruhun aynı şeyler olduğunu savunmaktadır.

Protagoras algı kavramına diğer filozoflardan farklı bir bakış açısı getirmiştir.

Protagoras gerçekliği ret ederek, sadece görüntüyle yetinilmesi gerektiğini söylemektedir.

Çünkü bir şey görünüyorsa aynı zamanda algılanıyordur. Özne, bildiği şeyi algıladığı için bilmektedir. Bundan dolayı algılayamadığı şeyi özne hiçbir zaman bilemeyecektir. Bu bağlamda Protagoras’a göre insan her şeyin ölçüsüdür ve herkese göre varlığın nasıl göründüğü ya da algılandığı, sadece onun için geçerlidir. Bundan dolayı kişinin algısı kendisine bağlıdır. Şeylerin varlığı, yokluğu ya da hakkında ne olacağına karar veren insandır. İnsan da ancak duyularının alanına giren şeyler hakkında karar verebilir.

Duyularının alanına girmeyen şeylerde, töz biçiminde asla var olmayacağını Protagoras öne sürmektedir (Capelle, 1994, s. 214).

51 Protagoras’dan sonra algı kavramına çoğulcu terminoloji ile bakan filozoflar ele alınacaktır. Çoğulcu dönemin en önemli filozofları Empedokles ve Demokritos’tur.

Empedokles varlığı açıklamak için önceden kullanılan su, ateş ve hava maddelerine dördüncü olarak toprak maddesini eklemiştir. Empedokles, varlıkların nelerden oluştuğunu belirledikten sonra bu varlıkların oluş ve yok oluşlarını incelemiştir. Bu inceleme sonucunda varlıkların, maddelerin karışımı ve ayrılışı ile var olduğunu öne sürmüştür. Bu bağlamda varlığı tanımlarken nicel durumların etkili olduğu anlaşılmıştır (Arslan, 2008, s. 251). Kısaca varlıkların oluş ve yok oluşları, tanımlanan dört maddenin birleşmesi ve ayrılması ile gerçekleşmektedir. Empedoklesin önemli bir argümanı ise boşluğun var olmadığını öne sürmesidir (Arslan, 2008, s. 267).

Algı bağlamında diğer önemli bir filozof, atomculardan Demokritos’tur.

Demokretos, doğayı deney dünyası ile açıklanacağını kabul eden görüşün en ileri gelenidir. Varlık bölünebilen bir şey olarak kabul edilirse, en son nereye kadar bölünebilir? Bu durum varlıkta bölünemeyecek bir noktaya geldiğinde, yokluk mu oraya çıkmaktadır? Bu ve bunun gibi soruları oraya koyan atomcular, varlığın sonsuza kadar bölünebileceğini ve bölünmenin fiziksel olarak belli bir düzeye kadar gerçekleşeceğini öne sürmektedirler. Bu bölünme sınırı sonucunda ortaya çıkan şeyi, atom olarak tanımlamaktadırlar (Arslan, 2008, s. 314). Bu atomlar doğaları gereği hareketi barındırmakta ve her ne olursa olsun atomlar hareket halindedir. Atomlar duyu organları ile doğrudan algılanamayacak kadar küçüktürler. Bu bağlamda algıyı, atomların bütünleşerek oluşturdukları duyu organları ile etkileşimi sonucu ortaya çıkan durum olarak tanımlamaktadırlar (Capelle, 1994, s. 179). Bu çıkarım doğrultusunda öznenin gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyin nesneler ile öznenin atomsal ilişkisi sonucu ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu çalışmada da bu argüman temel olarak kullanılmıştır.

Platon’un algı kavramı bağlamında, varlık konusuna farklı bir ilke ortaya koymuştur. Kendisine kadar varlık konusu maddi şeyler ile açılanmıştır ama Platon

52 varlığı, madde dışı durumları ortaya koyarak açıklamıştır. Bu maddi dışı durumları da idealar olarak tanımlamıştır. İdealar ile ulaşılan bilgi var olduğu için bilinmektedir; var olmayan şeyin kesinlikle bilinemeyeceğini öne sürmüştür. Platon varlık kavramını ikiye ayırmıştır. İlki idealar dünyası, diğeri ise gerçekliğin gelip geçici olduğu nesneler dünyasıdır. Varlık ya görülerek anlaşılır ya da düşünceler dünyasında ki idealar ile algılanır. Platon, maddi dünyada algılanan şeylerin ancak idealar dünyası ile anlaşılacağını söylemiştir (Gökberk, 2016, s. 61).

Platon ideaları sadece düşünsel bir durum olarak görmez, ideaların doğanın gerçekliği olduğunu savunur. Bundan dolayı her şeyin bir ideası vardır. Duyularla elde ettiğimiz bilgilerin bizleri yanılttığını ve bu duyularla elde ettiğimiz bilgileri ayırt etmemiz gereğini düşünmektedir.

Platon duyumu; dış dünyadan gelen uyarıların, bedene ulaşması ile gerçekleşen süreç olarak tanımlamaktadır. Bedenin bu uyarımlar sonucu hissettiği; acı, soğuk, sıcak, sert gibi uyarımlar algıyı gerçekleştirmektedir. Platon duyulardan elde edilen bilgileri güvensiz bulur ve bu güvensiz bilgiyi düşünme ile güvenilir bilgiye çevrilebileceğini söylemektedir. Platon, hiç var olmayan bir şeyi ancak düşünce ve akıl ile anlaşılacağını düşünmektedir. Bu bağlamda gerçeğin ancak ruh sayesinde algılanabileceğini savunur ve duyuların bu ruh sayesinde algılayıp, anlamlandırdığını savunmaktadır. Varlık ve algı kavramlarında üretmiş olduğu bu kuramın tamamını matematiksel nesnelere dayandırmaktadır. Düşünsel olan şeylerin gerçek dünyada şaşmadan, tam olarak karşılık bulmasından dolayı, gerçekliği idealar dünyası olarak görmektedir. Bu idealar dünyasında uzlaşan şeyleri doğru, uzlaşım sağlayamayan şeyleri de yanlış kabul etmektedir (Arslan, 2008, s. 279).

Aristoteles algıyı, fiziksel nesnellikle açıklamaya çalışmıştır. Aristoteles’e göre algı, hissedilen bir şeyin maddesi olmaksızın algılanmasıdır. Algıyı ruhun yetisi olarak

53 görmekte ve sadece ruhun algılayabileceğini savunmaktadır. Platon’un savunduğu idealar dünyasını reddetmektedir. Çünkü ideaların karşılığının olmadığına inanmaktadır.

Aristoteles, kendisini, algıyı öznelerin duyuları ile gerçekleştirdiği görüşü ile diğer filozoflardan ayırmaktadır.

Algının tarihsel süreçteki değişim ve dönüşümüne baktıktan sonra günümüz bilim literatüründeki tanımına ve ilişkilerine bakılacaktır. Algı, öznenin duyu organları ile aldığı bilgileri anlamlı örüntüler olarak deneyime çevirme sürecidir. Algının tanımını ve kapsamını belirlemek çok zordur. Günümüz bilim literatüründe ki paradigmalar doğrultusunda algı; bir yönüyle pozitif bilimlerin alanı iken, bir yönü ile sosyal bilimlerin alanındadır. Işık, ses vb. gibi uyaranlar bağlamında fizik biliminin, biyolojik göz sistemi olarak fizyoloji, biyoloji ve sinir bilimlerinin, anlamsal örüntüler doğrultusunda ise sosyal bilimlerin konusu olmuştur. Algılama aslında imgelemenin üzerinde şekillenmektedir.

Bundan dolayı maddi karşılığı olmayan şeyleri tasarlamak ya da anlamlandırmak çok zordur. Algılama süreci bu bağlamda bir ilişkiyi barındırmaktadır. Bu ilişkinin temelinde özne-nesne bulunmaktadır (Bynum, 1987, s. 166). Bu bağlamda nesnel karşılığı ya da nesnesi olmayan bir anlam yaratmak çok güç ve imkânsızdır. Çünkü bütün anlamsal örüntülerin çözümlemesi yapıldığında temelinde bir nesnel karşılığı vardır.

Temel olarak algı duyusal bilgilerin öznedeki yansımasıdır. Özne çevreden aldığı duyumsal bilgileri, zihinsel örüntülere göre algılamaktadır. Bu mekanizmanın sorunsal temeli epistemolojinin alanı gibi görünse de ontolojinin de alanına girmektedir. Bu bağlamda algının tözsel olarak maddi mi maddi değil mi tartışması ortaya çıkmaktadır (Bynum, 1987, s. 165). Bu tartışma çeşitli bilim dalları tarafından farklı yöntemlerle ele alınarak sürdürülmektedir. Bu çalışmada algının tözsel temeli maddeye dayandırılmaktadır. Çünkü maddi olmayan şeylere dair örüntülerin çözümlemeleri yapıldığında tözünün maddeye dayandığı ortaya çıkacaktır.

54 Örneğin bir kitap okuması sırasında gerçekleşen işlemlerin ne kadarının farkındayız? Özne kitabı okumaya başladığında ilk olarak okuduğu kitaptaki metnin görüntüsünü görmektedir ama görünen görüntü zihinsel sürecin son halkası olan anlamlandırma aşamasıdır. Bu aşamadan önce göz ile gördüğümüz görüntü, sinir hücreleri ile beyne iletilmekte daha sonra iletilen bu bilgiler zihinsel süreçte gerekli işlemlerin yapılması ile özneye algılama olarak hissettirilmekte ve son olarak öznenin gördüğü şeyin bir kitaptaki metin olduğunu anlaması ile süreç son bulmaktadır.