• Sonuç bulunamadı

2.6. Sosyo-Ekonomik Faktörlerin Çocuğun Gelişimine Etkisi

2.6.2. Sosyo-Ekonomik Düzeyin Çocuğun Duygusal/Sosyal Gelişimine Etkisi

Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren kendisini bir sosyal çevre içerisinde bulur ve sosyalleşmeye başlar. Önce ailesi ve yakın çevresi ile daha sonra okuldan veya mahalleden arkadaşları ile iletişim kurar. Çocuğun bu sosyalleşme sürecini gerçekleştirmesi, onun kendi ayakları üzerinde durabilmesini ve toplumda bir birey olarak var olmasını sağlar (Bulut, 2007, s. 10-11).

79

İşte çocuğun ilk sosyal çevresi olan aile, çocuğun sosyal, duygusal ve ahlaki gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Aile, çocuğun kimlik kazanmasında ve kişiliğinin gelişiminde son derece etkili olmaktadır. Çocuğun bireysellikten kurtularak toplumsallaşmasında rol oynayarak onu topluma kazandırmakta ve ona sorumluluk duygusunu aşılamaktadır. Anne-babanın gerek birbirleriyle gerekse çocuklarıyla olan iletişimi, tutum ve davranışları çocuğun kişilik gelişimi üzerinde etkili olmakta ve çocuğun olumlu veya olumsuz davranış kalıpları geliştirmesine neden olmaktadır (Peker, 2011, s. 30).

Çocuklar örnek alacakları davranış modellerini ilk olarak ailelerinde görürler. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, günah-sevap gibi kavramları ve toplumda benimsenen değerleri ilk olarak aileleri aracılığıyla öğrenmeye başlarlar. Bunun yanı sıra aile, çocukların temel ihtiyaçlarını karşılamakla beraber; sevgi, saygı, güven, kuralları öğrenme, bir gruba üye olma ve mülkiyet gibi sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını da karşılar (Günalp, 2007, s. 1-2).

Bu açıdan aile, değerler eğitiminin gerçekleştirilmesinde rol oynayan ilk sosyal çevredir. Çocuk aile bireylerinde gözlemlediği ve öğrendiği davranış kalıplarına göre hareket etmektedir. Çocuklar her şeyi çevresindeki kişileri izleyerek; nesnelere ya da olaylara bakarak; televizyon, gazete, kitap, dergi gibi yazılı materyalleri okuyarak; yani özetle gözlem yoluyla öğrenmektedir. Bu nedenle ebeveynlerin çocuklarına iyi birer rol model olması, onların kişilik gelişiminde, sosyal ve psikolojik durumlarında önemli bir yere sahiptir (Aydın ve Akyol Gürler, 2013, s. 22).

Yapılan araştırmalar sonucunda, bireylerin değer verdikleri, sevdikleri veya kendilerini seven kişilerin güvenini ve sevgisini kaybetme korkusu yaşadıkları ve bunun sonucunda onların istedikleri şekilde hareket ettikleri saptanmıştır. Bu durum uzunca bir süre devam ettikten sonra bireyin kişiliği haline gelmektedir. Aynı zamanda birey sevmediği kişilerin de istedikleri davranışların tam tersini gerçekleştirme eğilimine sahiptir. Bu sebeple çocuğa istenilen davranışların kazandırılabilmesi için ona sevgi ile yaklaşılması gerekir. Fakat aşırı sevgi ve güven ortamı da çocuk tarafından kötüye kullanılabilir. Çocuk böylece olumsuz davranışlar sergilemeye başlar. Bu sebeple çocuğa karşı sevgi ve şefkat ölçülü bir şekilde gösterilmeli ve çocuğun her istediğini yapmasına olanak tanınmamalıdır (Aydın ve Akyol Gürler, 2013, s. 33).

80

Çocukta sağlam bir öz kimlik duygusunun gelişimi için çocuğun dengeli, samimi ve sıcak bir aile ortamında yetişmesi gerekmektedir. Bunun aksine, ebeveynlerin sürekli olarak kavga etmeleri; alkol, uyuşturucu ve kumar gibi kötü alışkanlıklara sahip olmaları, çocuğa karşı yeterli ilgi ve sevgiyi göstermemeleri veya ona şiddet uygulamaları çocukta bazı kişilik bozukluklarının, ruhsal ve sinirsel hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu durum ise onların sosyal ve duygusal gelişimlerini olumsuz etkilemektedir (Büyükkaragöz, 1990, s.34; Akt. Dam, 2008, s. 79).

Çocuklarda ortaya çıkan davranış bozukluklarının ailesel, sosyo-kültürel, biyolojik, psikolojik ve psiko-dinamik etmenlerden kaynaklandığını belirtebiliriz. Genellikle parçalanmış veya sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerden gelen çocuklarda davranış bozuklukları daha sık görülmektedir. Bunun yanı sıra, ailedeki kişilerin çocuğa karşı gösterdiği tutarsız tutumlar da çocuklarda davranış sorunlarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Davranışlarına sınır konulmamış çocuklar, kuralları öğrenme noktasında diğer çocuklara nazaran daha çok zorlanmakta ve sorunlu davranışları daha sık sergilemektedirler (Çınar, 2007, s. 6).

Sosyo-kültürel yoksunluk ise çocukların meşru yollardan ihtiyaçlarını karşılayamamalarına ve bunun sonucunda da toplum tarafından onaylanmayan yollardan amaçlarına ulaşmaya çalışmasına neden olmaktadır. Psikolojik etmenler ise genellikle çocukların rol modellerinin değişken veya zayıf olduğu durumlarda kendisini hissettirirken; biyolojik etmenler bazı hormonların (seratonin ve dopamin gibi) az olması nedeniyle saldırganlık gibi olumsuz davranışların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır (Çınar, 2007, s. 6). Ailelerinde demokratik bir ortam içerisinde yetişen çocuklar, arkadaşlarıyla etkili bir şekilde iletişim ve etkileşimde bulunarak sosyalleşebilmektedir. Bunun aksine sert bir denetim ortamının ve baskının söz konusu olduğu ortamlarda büyüyen çocuklarda ise saldırganlık yoluyla kendini kabul ettirme eğilimi ortaya çıkmaktadır (Dam, 2008, s. 79-80).

Özellikle ilkokul dönemi, çocukların kişilik ve sosyal özelliklerinin gelişiminde çok önemli bir yere sahip olan zaman dilimidir. Bu dönemde çocuklar diğer bireylerin farkına varmakta ve sosyal becerilerini geliştirmektedir. Çocuk okul öncesi dönemde benmerkezci bir düşünme yapısına sahiptir ve olaylara başkalarının gözünden bakabilme becerisini henüz kazanmamıştır. Oysaki ilkokul dönemi ile birlikte çocuk benmerkezci düşünme yapısından uzaklaşır. Bunun sebebi de çocuğun diğer bireylerin

81

farkına varmasıdır. Çocuklar bu dönemde diğer çocuklarla birlikte oyun oynamaya başlar. Karşısındaki kişi ile sağlıklı iletişim kurmanın yollarını da bu oyunlar aracılığıyla öğrenir. Bu nedenle ilkokul dönemi, çocuğun iletişim becerilerinin gelişimi ve sosyalleşmesi açısından büyük önem taşımaktadır (Bacanlı, 2014, s. 171).

İlkokula yeni başlayan çocuk hala duygusal olarak yetişkinlere bağımlı durumdadır. Buna karşın bu bağımlılık duygusunun giderek azaltılması, çocuğa sorumluluk duygusunun aşılanması ve bireyin toplumsallaştırılması gerekmektedir (Kılıçcı, 2014, s. 27). Bu noktada aile eğitimi önem taşımaktadır. Ama ailenin ekonomik sorunlar yaşaması, bireylerin toplumsal yaşama uyumunu güçleştirmektedir. Bu durumdan öncelikli olarak çocuklar, yaşlılar, engelliler ve kadınlar etkilenmektedir. Çünkü fakirlik, aile ile toplumsal hayat arasında mesafe oluşturmakta ve böylece aile topluma kapalı bir yaşam biçimi benimsemektedir. Bunun sonucunda aile içinde şiddet, intihar gibi olaylar; alkol ve sigara gibi kötü alışkanlıklar kendini göstermeye başlamaktadır. Ayrıca bu durum suça eğilimi de artırmakta ve dolayısıyla toplumsal sorunlara da neden olmaktadır (Doğan, 2011, s. 283).