• Sonuç bulunamadı

Sosyalist İdeolojik Propaganda Edebiyatının Doğuşu ve Bu Edebiyatın

Çalışmanın “Giriş” bölümünde genel anlamda “ideolojik edebiyat” kavramının nitelikleri ortaya konulmuş, “Birinci Bölüm”de ise bu edebiyatın Ekim Devrimi’ne giden süreçte klasik-gerçekçi Rus edebiyatıyla birlikte yüklendiği önemli işlev değerlendirilmiştir. Bu nedenle bu bölümde sosyalist ideolojiye dayalı propaganda edebiyatının doğuşu, bu edebiyatın felsefi ve ideolojik arka planı bağlamında incelenecektir. Sosyalist propaganda edebiyatı, felsefi temelini Marksist-Leninist ideolojiden alır. Bu edebiyatı anlamak ve değerlendirmek için, Marksizmi ve onun Leninist yorumunun düşünsel arka planını bilmek gereklidir.

Marksizm, en genel anlamıyla bir dünya görüşü ve hayatı anlamlandırma biçimidir. Kendisi de Marksist bir felsefeci ve sosyolog olan Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya

99 Görüşü Marksizm isimli eserinde bu durumu, Marksizm’in “doğaya ve insanlara bütünlemesine bir bakış” ve “eksiksiz bir öğreti” olduğu şeklindeki sözleriyle ifade eder (1976: 13). Marksizmin eksiksiz bir öğreti olduğu Lefebvre’nin öznel görüşü olsa da bu ideolojinin doğaya ve insanlara dair her şeyi açıklamaya çalıştığı doğru bir tespittir. Zira Marks’ın ölümünden sonra da pek çok Marksist, onun temel fikirlerinden hareketle ekonomiyi, felsefeyi, doğayı, sanatı ve dini açıklama çabalarına devam eder. Bunun sonucunda felsefe, iktisat, edebiyat bilimi ve tarih gibi pek çok disiplini ilgilendiren “Marksist iktisat teorisi”, “Marksist tarih felsefesi”, “Marksist edebiyat eleştirisi” gibi çalışma alanları oluşur. Marks’ın görüşlerinden hareketle geliştirilen teoriler çok farklı sahaları kapsadığından, zamanla birbirinden farklı Marksizm anlayışları ortaya çıksa da bu çalışma açısından önemli olan Marks’ın temel fikirleri ve onun SSCB’de uygulanan Leninist yorumudur.

“Marksizm”, Marks’ın yaşadığı dönemde bilinen bir terim değildir. Marks’ın fikirlerinin “eksiksiz bir dünya görüşü”nü ifade edecek şekilde Marksizm terimiyle somutlaştırılması, İkinci Enternasyonel dönemine rastlar (Bottomore, 1993: 403). Lenin, Marksizmi “Marks’ın görüş ve öğretilerinin sistemi” olarak tanımlar ve Karl Marks’ın, kendi döneminin üç gelişmiş ülkesinde ortaya çıkan üç farklı düşünce biçiminin sentezini yapan bir deha olduğunu savunur. Lenin’e göre Marks, klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomi-politiği ve Fransız sosyalizmini başarıyla sentezlemiş bir düşünce adamıdır (2006: 18).

Marksist düşüncede felsefenin ve bilimin önemli bir yeri vardır. Marks’ın doğayı ve toplumu okuma biçimi, “diyalektik ve tarihsel materyalizm” denilen görüşe dayanır. Diyalektik materyalizmden “Marksist felsefe” ortaya çıkarken, tarihsel materyalizmden “Marksist bilim” anlayışı doğar (Dumenil vd., 2013: 51). Marks’ın felsefesinde en dikkat çekici nokta, onun felsefi soruların niteliğini değiştirmesi ve insanın özünü “toplumsal ilişkilerin birlikteliği” olarak tanımlamasıdır. İnsanın toplumsal ilişkilerle açıklanması, felsefenin yönünü tarih, iktisat, sosyoloji gibi beşerî bilimlere yöneltir (Timur, 2011: 26). Bu yönelim, Marks’ın kendi felsefi bakış noktasından hareketle sosyal bilimleri yorumlamasını sağlar. Bu açıdan bakıldığında Marks’ın özellikle sosyoloji biliminin çalışma sahasına giren toplumsal yapı ile ilgili pek çok tespiti olduğu görülür. Bunlardan en temel olanı toplumsal yapıyı değiştiren

100 en önemli unsurun “üretim güçleri” olduğu yönündeki değerlendirmesidir. Pek çok Marksist, üretim güçlerinin toplumu şekillendirmedeki rolü konusunda hemfikirdir (Larrain, 1998: 108).

Marks, topluma üretim güçleri ve ekonomi üzerinden bakarken, kendisine felsefi bir çıkış noktası oluşturur. O, öncelikle Hegel’in ortaya koyduğu diyalektik kavramını yeniden yorumlar. Hegel idealist bir filozofken, Marks materyalisttir. Marks, Hegel’in diyalektik kavramını mistifikasyona8 uğrattığını söyleyerek, “başı üzerinde duran bu felsefeyi” ayakları üzerinde duracak hâle getirmek için çalışır (Bottomore vd., 1993: 141-142). Marks’ın, kendi felsefesini oluştururken dayandığı anahtar bir kavram da materyalizmdir. Materyalizm genel anlamda bütün gerçekliğin maddeye bağlı olduğunu savunan bir görüştür. Marks’ın materyalizm anlayışında düşüncenin maddeden bağımsız olmadığı, tam tersine maddeye bağlı olarak şekillendiği görüşü mevcuttur. Marks, materyalizmi insanlığın tarihî gelişim süreci ile toplumsal ilişkilerini açıklamak için kullanır. Bu anlamda “Tarihsel materyalizm”, insanlık tarihinin gelişim sürecinde nedensellik açısından etkili olan unsurlar içerisinde emeğin ön planda olduğunu savunur. İnsan etkinliği/emek, toplumsal ilişkilerin şekillenmesinde merkezî rol oynar (Bottomore vd., 1993: 141-142). Diyalektik materyalizm ve tarihsel materyalizm gibi iki temel kavram üzerine kurulan Marksist felsefe, ileride Sovyetler Birliği’nin resmî dünya görüşü olacağından tarih, ekonomi, sanat, edebiyat gibi pek çok sahayı ele alırken arka planda bu felsefenin yattığını göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim bu durumu Stalin, “Diyalektik materyalizm Marksist-Leninist partinin dünya görüşüdür.” sözüyle ifade eder. Stalin’e göre bu felsefenin doğaya yaklaşımı diyalektik yöntemle olurken, doğa olaylarını yorumlaması ise materyalist teoriye dayanır. Tarihsel materyalizm ise diyalektik materyalizmin ilkelerinden hareketle toplumsal hayatı ve toplumların tarihini açıklama çabasıdır (Stalin, 2003: 9). Marks bu kavramlardan, insanlık tarihini sınıf çatışması üzerinden okur ve emek/sermaye çatışmasından söz eder. Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi, kapitalizmin yaygınlaşması, burjuva ve işçi sınıfının ortaya çıkması gibi süreçleri inceleyen Marks, burjuva sınıfının egemen sınıf olduğunu ve onun üretim biçiminin kapitalizm olduğunu savunur. O, Kapital isimli eserinde kapitalizme özgü üretim ve

8 Sözcüğün bir şeyin yönünü değiştirmek, olduğundan farklı göstermek gibi anlamları vardır. Bu sözcük

101 mülkiyet ilişkilerinin hem toplumsal hem de üretici güçlere kendi yapısını kabul ettirdiğini belirtir. Proletaryanın burjuva sınıfıyla mücadele edebilmesi için kapitalist sistem hakkında bilinçli olması gereklidir. Marks, kapitalizmin yok olmaya mahkûm olduğu düşüncesindedir (Lefebvre, 1976: 21-22).

Marks’ın maddeci yaklaşımının Sovyet edebiyatına felsefi arka plan oluştururken özellikle estetik-faydacılık çatışması noktasında belirleyici olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Sovyet yazarları, güzelliğin toplumsal ve tarihsel olarak değerlendirilmesi gerektiğini, sadece estetik hazzı ön plana alan eserlerin burjuva eseri olduğunu savunurlarken, bu görüşlerini Hegel’in idealizmi ile Marks’ın materyalizmi arasındaki çatışmaya dayandırır. Hegel, sanattaki güzelliği tinsel olarak görürken “estetik yararcılık” ilkesini benimseyen sosyalistler toplumsal faydayı ön plana çıkartır ve Hegelci estetiği devre dışı bırakır (Oktay, 1986: 50-51).

Marksist düşünceye göre proletarya, kendisini sömüren burjuva sınıfına karşı işbirliği içinde mücadele etmelidir. Çünkü sömürüden kurtulmanın tek çaresi burjuvazinin üretim araçlarını ele geçirerek bu sosyal sınıfı yenilgiye uğratmaktır. Bu noktada Marksist düşüncenin önemli kavramlarından birisi olan “enternasyonalizm” ortaya çıkar. Proletaryanın sınıf mücadelesini kazanabilmesi için milliyet ayrımı yapılmaksızın tüm milletlerin işçi sınıflarının bu sürece katılması gerekir. Yani işçi sınıfının çıkarları ulusal çıkarlardan önce gelir (Molyneux, 1997: 21-22). Bu görüş daha sonra Türk topluluklarını milletler üstü bir “Sovyet insanı” potasında asimile etmek için SSCB yönetimi tarafından kullanılacaktır. Edebiyatta önce milletler üstü bir hümanizm düşüncesi ile ilişkilendirilerek yansıtılan, sonraları daha açık bir Sovyet propagandasına dönüşen milliyetçilik karşıtlığının en temelinde, Marks’ın enternasyonalizm fikri yatar.

Marksist düşünceyi anlayabilmek için Marks’ın din hakkındaki fikirlerini de bilmek gerekir. Marksizm’de din olgusunun, insanın kendi gerçekliğini ararken yolunu şaşırması sonucunda oluştuğu düşüncesi vardır (Lefebvre, 1976: 15). Bazı araştırmacılar ise Marksizm ile ateizm arasında doğrudan bir bağlantı olmadığını, Marks’ın dinin kendisinden ziyade dinin kurumsallaşmış hâlinin karşısında olduğunu savunur. Çünkü kurumsallaşmış din, egemen sınıfların çıkarlarını korur, ezilen

102 sınıfların çıkarlarını ise görmezden gelir (Öğütle, 2011: 203). Bu noktada Marksist düşüncenin konuya yine sınıf çatışması ve sömürü kavramları üzerinden baktığı, dine de ezilen sınıfların sömürülmesinde bir aracı olduğu için karşı çıktığı söylenebilir. Bununla birlikte Marks, dini bir yanılsama ve yabancılaşma olarak görür. Kendisini toplumsal ve ekonomik hayatta gerçekleştiremeyen insan, mutluluğu din denilen yanılsama dünyasında bulur. Marksist düşüncedeki yabancılaşma kavramı, aslında bu yanılsamanın sebebidir. Çünkü kendi gücünün farkına varmayan ve kendisine yabancılaşan insan, teselliyi yine kendi hayalinde yarattığı bir “Tanrı” fikrinde bulur (Kılıç, 2015: 70-71). Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da insanların kendi beyinlerinden yarattıkları tanrıların önünde yine kendilerinin korkuyla eğildiğini söyler (Marx ve Engels, 1976: 33). Bu düşünceler Sovyet edebiyatında, yozlaşmış din adamları etrafında şekillenen bir sömürü izleği ve doğrudan ateizm propagandası yapan metinler şeklinde karşılığını bulur.

Marks, toplumsal yapıyı materyalist bakış açısıyla incelerken alt yapı ve üst yapı kavramlarını ortaya koyar. Toplumun ekonomik yapısı alt yapıyı oluştururken bilim, sanat, din gibi unsurlar üst yapıyı oluşturur. Marksist anlayışa göre alt yapı üst yapıyı belirler. İnsan ve toplum bu etkileşim içinde değerlendirilmelidir. Bütün bunlardan hareketle Marksizmin materyalist bir bakış açısıyla tarihi sınıf mücadeleleri üzerinden okuyan, toplumsal yapıyı üretim güçleri ve ekonomik yapı ile ilişkilendirerek açıklayan, insan faaliyetleri içerisinde emeği merkeze alarak kapitalist düzenin sömürüsünü ortaya koyan ve bu sömürüye karşı çözüm olarak milletler üstü bir işçi sınıfı mücadelesini teşvik eden bir dünya görüşü olduğunu söylemek mümkündür.

Marksist eleştiri ve onun Sovyetler Birliği’ndeki somut yansıması olan sosyalist edebiyat, Marksizmin temelinde yatan bu fikirlerden hareketle, ekonomik koşulları göz önüne almak ve toplumu sınıf çatışmalarıyla açıklamak gibi ilkeleri edebiyata uygulamak ister. Edebiyat, tarihsel ve toplumsal koşullarla olan ilişkisiyle değerlendirilmelidir (Eagleton, 2014: 7-8). Bu değerlendirmede Marks’ın ortaya koyduğu alt yapı-üst yapı ilişkisi asıl hareket noktası olur. Bu yaklaşıma göre altyapı yani ekonomi, iki önemli unsurdan oluşur. Bunlardan birisi üretim güçleri diğeri de üretimi yapan sosyal gruplardır. Bilim, sanat, edebiyat, din gibi üst yapı unsurlarını

103 belirleyen ekonomik yapı ve bu yapının ana unsurlarının kendi aralarındaki ilişki biçimleridir (Moran, 2011: 42-43).

Karl Marks’ın buraya kadar belirtilen felsefe, bilim, milliyetçilik, din ve ekonomi üzerine ortaya koyduğu görüşleri Marksistler tarafından yorumlanarak sanat ve edebiyatla ilişkilendirilir ve böylece bir “Marksist estetik teorisi” ortaya konulur. Bununla birlikte Marks’ın doğrudan bir sanat/edebiyat estetiği ortaya koymak amacıyla yazdığı teorik bir eseri yoktur. Böyle bir teorinin oluşmasında Sovyetler Birliği döneminde Lenin’le başlayan çalışmaların etkisi olur.

1917 yılında Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesiyle Marksist ideoloji, Lenin’in yorumuyla Sovyetler Birliği’nde uygulanmaya başlanır. Zira Lenin sadece siyasetle ilgilenmemiş, aynı zamanda Marks’ın düşünceleri üzerine kafa yormuş, onları değerlendirmiş ve kendi bakış açısıyla yeni yorumlar yapmış; onun bu zihnî ve politik faaliyetleri sonucunda “Leninizm” denilen ideoloji ortaya çıkmıştır. Fakat Leninizmin ne olduğu konusunda Marksistler arasında dahi bir uzlaşı yoktur. Stalin, Leninizmi sadece Marksizmin Rusya koşullarına uygun hâle getirilerek bu coğrafyada uygulanması olarak görenlere itiraz eder. O, Lenin’in Rusya’da Marksizmi başarıyla uyguladığını kabul etmekle birlikte Leninizmin bundan ibaret olmadığını, Lenin’in kapitalizmin ve proleter sınıfının mücadele ettiği bir çağda, Marks’ın görüşlerini mevcut koşullara göre daha da geliştirdiğini savunur. Yani Stalin’e göre Leninizm, “emperyalizm ve proleter devrimi çağının Marksizmi”dir. Başka bir deyişle de Marksizmin gelişmiş şeklidir (Stalin, 1932:7). Stalin bu görüşleriyle, Sovyet ideologlarının pek çoğunun da desteklediği gibi Lenin’in sadece Marks’ın teorisini uygulayan bir siyaset/aksiyon adamı olmadığını, onun aynı zamanda kendi döneminin koşullarına göre Marksizme katkı yapan bir fikir adamı olduğunu iddia eder.

Lenin’in tarihsel süreçte çok etkili olmuş düşüncelerinden birisi, devrimci süreçte örgütlü bir partinin olması zorunluluğuna yaptığı vurgudur. O, sınıf mücadelesinin çıkarının sıkı bir parti örgütlenmesinden geçtiğini ve proletarya partisinin “politika dışında kalmak” gibi bir tutumla savaşması gerektiğini belirtir (Lenin, 1990: 13-14). Bu noktada çalışmanın “Giriş” bölümünde ideoloji kavramı açıklanırken değinilen Lenin’in bu kavrama getirdiği bakış açısı değişikliğini hatırlamak gerekir. Marks’ta

104 olumsuz bir çağrışımı olan ideoloji kavramı, Lenin tarafından yeniden yorumlanır ve bu olumsuz çağrışım yerine “ideolojik mücadele” söylemi teşvik edilir. İşte Lenin, teşvik ettiği bu ideolojik mücadeleye örgütlü bir partinin öncülük etmesi gerektiğini düşünür. Böyle bir önderlik olmazsa, proletarya sınıfı kendi başına örgütlenip devrimi gerçekleştirecek bilince sahip olamayacaktır. Bu mücadele sonucunda da proletarya diktatörlüğü kurulacaktır. İdeolojik mücadelenin bir ayağını da edebiyat oluşturduğuna göre proletarya partisi, sanat ve edebiyatın şekillenmesinde de öncü olacaktır.

Leninizm ele alınırken Lenin’in din hakkındaki görüşlerini de göz önüne almak gerekir. Çünkü Lenin’in bu konudaki görüşleri, Sovyet yönetiminin din politikalarını belirler ve Leninist edebiyatın dini ele alış şekline de etki eder. Lenin, dini ezilen sınıflar üzerinde bir baskı aracı olarak görür:

Din, her yerde, başkaları için sürekli çalışmalarıyla, yokluk ve kendi başına bırakılmışlıklarıyla çekilmez bir yük altına sokulmuş halk yığınlarının üzerine amansızca çöken ruhsal baskı araçlarından biridir. Tıpkı yabanıl insanın doğaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı savaşımındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaşam inancına yol açar. Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, dinle, bu dünyada bulundukları sürece itaatkâr olmaları ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmaları öğretilir (2014: 11).

Sovyet edebiyatında bu fikirler, köylü ve işçileri sömüren zenginlerin dini bir araç olarak kullanması ya da yozlaşmış din adamlarının cahil kitleleri kandırması şeklinde karşılığını bulur.

Leninizmin temel fikirlerinden birisi de enternasyonalizmdir. O, milliyetçiliğe ve ona bağlı ortaya çıkan “millî/ulusal kültür” söylemlerine karşıdır. Bu konu, Leninist Sovyet devletinin milliyetçi Türk yazarlara uyguladığı baskının ve rejime sadık yazarların eserlerinde milliyetçiliğin menfi olarak ele alınışının fikrî zeminini göstermesi bakımından önemlidir. Lenin’e göre ulusal kültür denilen şey aslında bir

105 burjuva aldatmacasından ibarettir ve “sınıf savaşımı” davasına zarar verir. Lenin, Marksist bir Rus’un, “büyük Rus ulusal kültürü” gibi bir söylemi benimseyemeyeceğini söyler. Eğer benimserse o kişi artık bir Marksist değil, milliyetçi olur. Proleter enternasyonalizminin burjuva milliyetçiliği ile uzlaşması asla mümkün değildir (1992: 18-22). Lenin’in millî kültürlere karşı olan bu görüşleri, Sovyet edebiyatının yönünü de tayin eder. Lenin, ilkel bir kültür türü olan “millî kültür”ün bir “burjuva aldatmacası” olduğunu söyler ve edebiyatçılara proleter kültürü inşa etme görevini verir. Lenin’e göre bunu başarabilmek için başlangıçta entelektüeller tarafından temsil edilen kapitalist kültürün mirasından yararlanılmalı ama bu kültür burjuvazinin ve kapitalizmin etkisinden kurtarılmalıdır (Uygur, 2005: 24). Sovyet iktidarının ilk yıllarındaki sosyalist edebiyatçılar eserlerini, özellikle bu “kültür devrimi”ni yapabilmek için yazar. Bu durum, millî kültürü oluşturan temel değerlere saldıran edebî metinlerde açıkça görülür.

Lenin’in sanat ve edebiyata dair doğrudan ortaya koyduğu fikirleri, sosyalist edebiyatın asıl arka planını oluşturur. Lenin, edebiyatın kitleler üzerindeki etkisini bilen bir siyasi liderdir. Kendisi sosyalist bir edebiyat oluşturma gayretinde bulunmasına rağmen, devrim öncesi dönemin klasikleşmiş Rus edebiyatını tamamen görmezden gelmez ve başarılı bulduğu eserleri takdir eder. Lenin, XIX. yüzyılda eleştirel gerçeklik anlayışıyla yazılmış Rus eserlerinde kapitalizmin ve yöneticilerin tenkit edilmesini, işçi sınıfının perişanlığının anlatılmasını, toplumdaki ikiyüzlülüğün açığa çıkartılmasını yerinde bulur (Freville, 1968: 6-7). Çalışmanın “Birinci Bölüm”ünde izah edildiği gibi, Çar rejiminin aksayan taraflarını ortaya koyan gerçekçi Rus edebiyatı, geniş kitlelerde tesir uyandırır ve devrime giden yola zemin hazırlar. Lenin’in kendi siyasi amaçlarının başında Çar rejimini yıkmak olduğu düşünüldüğünde, sosyalist olmasa da rejimi zora sokan eserler yazan edebiyatçıların onun açısından işlevselliği ortadadır. Fakat bu tarz bir eleştirel gerçekçiliği yeterli görmeyen Lenin, devrime giden süreçte kendi devrimci teorisi doğrultusunda yeni bir edebiyat anlayışı ortaya koymak ister. Bu amaçla 13 Kasım 1905 tarihinde Novaya Jizn (Yeni Hayat) isimli dergide “Parti Teşkilatı ve Parti Edebiyatı” başlıklı bir makale yayımlar. Bu makalede sosyalist edebiyatın taşıması gereken temel nitelikler belirtilir. Makalenin yazıldığı dönem, 1905 Devrimi’nden birkaç ay sonrasına rastlar. Bu nedenle makalenin hem zamanlaması hem de içeriği önemlidir. Bu makalede Lenin,

106 işçi sınıfının yarım bir hürriyet kazandığını, sosyalizmin tam anlamıyla zafere ulaşabilmesi için edebiyatın da devrimin hizmetine girmesi gerektiğini söyler. O, burjuva devrimi ile oluşan nispi özgürlük ortamının devrim lehine eserler yazılarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünür (Freville, 1968: 23-25).

“Parti Teşkilatı ve Parti Edebiyatı” başlıklı makalede Lenin, edebiyatın ancak onda dokuzunun parti edebiyatı olduğundan yakınır ve edebiyattan beklentisini şöyle ifade eder:

Parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya için, edebiyat bireyleri ya da grupları zengin etme aracı olamaz. Edebiyat, proletaryanın ortak davasından kopuk, bireysel bir girişim de olamaz. Partizan olmayan yazarlara paydos! Edebiyat süpermenlerine paydos! Edebiyat, proletaryanın ortak davasının bir parçası, tüm işçi sınıfının siyasal bilince ermiş tüm öncüleri tarafından harekete geçirilen bir tek büyük Sosyal-Demokrat mekanizmanın vazgeçilmez dişlisi olmalıdır. Edebiyat, örgütlü, planlı ve bütünlenmiş Sosyal-Demokratik Parti çalışmalarının koparılmaz bir parçası olmalıdır (2011: 202-203).

Sosyalist/ideolojik propaganda edebiyatı, Marks ve Lenin’in buraya kadar ortaya konulan görüşlerine dayalı bir felsefi/ideolojik arka plana bağlı olarak ortaya çıkmış ve Lenin’in 1905 yılındaki makalesinde talep ettiği sınıf savaşına katılma çağrısına icabet eden yazarlarca oluşturulmuş bir edebiyattır. Leyla Tagızade, bu edebiyatın oluşturulma metodu olan sosyalist realizmden bahsederken “felsefi kökeni Marksist felsefeye, politik kökeni Bolşevik hareketine, estetik ve edebî kökeni klasik Rus edebiyatına dayanmaktadır.” (2006: 9) ifadesini kullanarak, Sovyet edebiyatına Lenin’in etkisinin daha çok siyasi yönlendirme şeklinde olduğunu, felsefi arka planın ise Marks’ın düşünceleriyle şekillendiğini belirtir. Sosyalist realizm veya toplumcu gerçekçilik kavramından söz edildiğinde, Marksist estetik bağlamında oluşturulmuş bir eleştiri metodunun mu, bir edebî akımın mı, yoksa yazarların uyması gereken ilkelerin bütününün mü kastedildiği çoğu zaman net değildir. Çünkü toplumcu gerçekçilik, edebî metin analiziyle ilgili belirli ilkeleri sistemleştirme iddiasıyla yetinmez; aynı zamanda metni yazarken uyulması gereken kural ve ilkeleri de yazara gösterir (Oktay, 1986: 11). Söz konusu kural ve ilkeleri belirleyen Sovyet ideolojisidir. Bu nedenle toplumcu gerçekçilik veya sosyalist realizm şeklinde adlandırılan bu

107 yaklaşım için “ideolojik edebî akım” gibi bir niteleme doğru olacaktır (Uygur, 2005: 24).

Lenin’in edebiyata dair görüşlerinden hareketle Sovyetler Birliği’nde edebiyatın taşıması gerekli olan ilkeler şu şekilde belirlenir:

1- Komünist partisine bağlılık. 2- Halkına bağlılık.

3- Sınıfına bağlılık.

4- Parti ülkülerine bağlılık.

5- Kendi sınıfına karşı insan severlik. (Tagızade, 2006: 10).

Bu ilkeler, Sovyet edebiyatının ne kadar sıkı bir ideolojik denetim altında olduğunu gösterir. Edebiyat aracılığıyla proleter kültürün oluşturulması için yapılan çalışmalar iki ana eksende yürütülür. Bir taraftan dönemin önemli teorisyen ve yazarları olan Plehanov ve Maksim Gorki tarafından bu edebiyatın estetik ilkelerinin belirlenmesi ve başka edebî akımlara bağlı sanatçılardan gelen eleştirilere “edebiyat eleştirisi” bağlamında cevap verilmesi sağlanırken diğer taraftan matbuat çalışmaları ve Komsomol9, Proletkült10 gibi teşkilatlanma faaliyetleriyle Sovyet yazarları organize edilmeye çalışılır. Yani Sovyet ideolojisine bağlı büyük yazar ve teorisyenler Marks ve Lenin’in fikirlerine uygun bir kuramsal zemin oluşturma faaliyetleri yaparken, gençlik örgütlenmeleri vasıtasıyla da Ekim Devrimi’nin cazibesine kendisini kaptırmış yeni yazarlar yetiştirilmeye ve onlardan somut edebî örnekler alınmaya çaba sarfedilir.

Marksist ideolojiden estetik bir kuram ortaya çıkarmak için ilk sistemli çalışmayı yapan Georgi Plehanov’dur. Onun estetik anlayışı üzerine çok sayıda eleştiri yapılmış, ortaya koyduğu teorinin yeterli olup olmadığı tartışılmıştır. Murat Belge, Plehanov’un estetik teorisinin Darwin, Kant ve Hyppolite Taine’in etkilerini içerisinde barındırdığını ve bu nedenle de eklektik özellik taşıyan bir yapısı olduğunu söyler. Bu