• Sonuç bulunamadı

Kuramcı ve eleştirmenler Eski Yunan’dan bu yana “Sanat nedir?” sorusunu yanıtlamaya çalışır. Aynı soru bir sanat dalı olan edebiyat için de geçerlidir. Fakat edebiyatın dil malzemesine dayanan bir sanat dalı olması, bu soruyu edebiyat-ideoloji ilişkisi açısından daha da anlamlı kılar. Zira ideoloji kavramı; düşünce, fikir ve dünya görüşü gibi unsurları kapsar. İnsanların düşünce ve fikirlerini dil denilen dizge/sistem aracılığıyla aktardığı düşünüldüğünde, “Edebiyat nedir?/Nasıl olmalıdır?” sorusuna verilecek cevap, edebiyat-ideoloji ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunda eleştirmen ya da teorisyenin pozisyonunu da belirler. Bu bağlamda sanatı/edebiyatı estetik bir bütün olarak gören yaklaşım, edebî eserin bütünüyle ideolojiden arındırılmasının mümkün olmadığını kabul etse de, ideolojik unsurların eserin estetik yapısı içerisinde eritilmesi gerektiğini savunur. Bunun tam aksine, açıktan açığa bir ideolojinin propagandasını yapan bir metin “edebî” olmaktan çıkarak sanatsal değerini kaybeder. Sovyet Rusya’da Komünist Parti direktifleriyle dayatılan ideolojik edebiyatın temel niteliği, sanat eserinin taşıması gereken estetik unsurları kaybederek propaganda metnine dönüşmesidir.

İdeolojik edebiyat, toplumsal gerçekliği yansıtma iddiasındadır. İdeolojik edebiyatın toplumcu niteliğini, yansıtma kuramına ve XIX. yüzyılda ortaya çıkan gerçekçilik akımına dayandırmak mümkündür. Gerçekçilik akımı, romantizme bir tepki olarak ortaya çıkar ve “sanatın bir yansıtma olduğu” ilkesini esas alarak insanın ve toplumun

3 “Homo Sovieticus”, Latince’de “Sovyet insanı” anlamına gelir. Bu ifade ilk kez Rus yazar Aleksandr

Zinoviev tarafından ortaya atılır. Zinoviev’in aynı ismi taşıyan bir de kitabı vardır. Bu kitapla birlikte “Homo Sovieticus” terimi popülerlik kazanır. “Homo Sovieticus/Sovyet İnsanı”, Marksist-Leninist ideolojinin ilkelerine bağlı olan, kendisini” Sovyet vatandaşı” olarak tanımlayan, din ve milliyet gibi “gerici unsurlar” ile arasına mesafe koyan devrimci insan tipini ifade eden bir kavramdır. Bu kavram aynı zamanda SSCB yönetiminin oluşturmak istediği “yeni insan” tipini imler. Burada amaç, söz konusu insan tipinin yaygınlaştırılarak sosyalist toplum yapısını oluşturmaktır. Bu anlamda “Homo Sovieticus/Sovyet İnsanı” aynı zamanda bir toplumsal mühendislik projesidir. Bilgi için bkz (tr.wikipedia.org, 2020).

29 hakikate uygun şekilde anlatılmasını savunur (Moran, 2011: 39). İnsanı ve toplumu şekillendiren ise birer düşünce ve fikir sistemi olan ideolojilerdir. Bu nedenle insan ve toplum gerçekçi bir şekilde yansıtılacaksa, onları şekillendiren ideolojinin de yansıtılması gerekir. Bu noktada “olanın yansıtılması” ve “olması gerekenin yansıtılması” arasındaki ayrım önem kazanır. Çünkü ideolojik edebiyat, yanlı bir edebiyattır ve sadece var olan gerçeklikle değil, aynı zamanda olması gerekenle de ilgilenir.

Bu anlamda ideolojik edebiyatın toplumcu niteliğini belirleyen, Batı’da ortaya çıkan realizmden çok, onun Rusya’daki uzantısıdır. Çünkü bu akım Batı Avrupa’dan Rusya’ya geçerken farklı bir mahiyet kazanır. Rusya’da gerçekçilik akımının şekillenmesinde, ileride Marksistleri de etkileyecek olan Belinski, Dobrolyubov, Çernişevski gibi eleştirmenler önemli rol oynar. Özellikle Çernişevski, sanatçının toplumsal gerçeği yansıtmasının yeterli olmadığını aynı zamanda onu yargılaması da gerektiğini söyler (Moran, 2011: 39-41).

Sanatçının toplumsal gerçeği yargılaması, kendi benimsediği ideolojiye göre neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söylemesi anlamına gelir. Bu yaklaşım ideolojik edebiyata temel oluşturur. Çünkü bir toplumda var olan gerçeklik yansıtılırken doğru ve yanlışları belirleme işi, yazarın düşünce biçimine ve dünya görüşüne göre şekillenir. Bu yaklaşım biçimini benimseyen Marksistler, ideolojik edebiyatı savunurken yazar- ideoloji bütünleşmesini bir zorunluluk hâline getirir. Marks’ın sanata/edebiyata dair fikirlerini sistemleştirmeye çalışan ilk Marksist eleştirmenlerden olan Plehanov, ideoloji ve edebiyat arasında bir nedensellik bağı olduğunu düşünür. Plehanov’a göre bu bağdan dolayı her sanatçı, kendi mensubu olduğu sosyal sınıfın ideolojisini savunur (Moran, 2011: 47-49).

Edebiyat ve ideolojiyi ayrılmaz bir bütün olarak görenler, yazarın ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gerçekliği birebir yansıtamayacağını savunur. Yazarın, ideolojik değerlendirmeden bağımsız bir şekilde gerçekliği nesnel olarak yansıtması mümkün değildir. Bu görüşe göre yazar kendi gerçekliğini üretirken var olan gerçekliği ideolojik olarak çarpıtır ve ortaya yazar tarafından değiştirilmiş yeni bir gerçeklik çıkar. Özellikle yazarın gerçekliği yeniden üretirken dil malzemesini kullanması, bu ideolojik çarpıtmanın sebeplerindendir. Çünkü düşünce ve ideolojilerin aktarım aracı

30 dildir. Edebî eser dil ile oluşturulduğundan dolayı ideolojiden bağımsız kalması mümkün değildir (Cengiz, 2015: 269).

Tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan edebî yaklaşım ve akımların oluşturduğu kırılmalar, edebiyat-ideoloji ilişkisinin ve ideolojik edebiyatın niteliklerinin yeniden tartışmaya açılmasına sebep olur. Bu kırılmalardan birisi I. Dünya Savaşı sonrasında akla ve pozitivizme olan inancın sarsılmasıyla ortaya çıkan modernist edebiyattır. Bu anlayış özellikle romanda dış dünyadan ziyade bireye ve bireyin ruhsal dünyasına yönelmeyi önceler. Edebî metinlerde içerikten çok biçim ön plana çıkar. Toplumun yerine birey, ideolojinin yerine de teknik ve sanat önem kazanır (Çetin, 2009: 85-86). Edebiyatta modernist yaklaşımı benimseyerek bireyi, yabancılaşmayı, psikanaliz ve bilinçaltını öne çıkartanlar, toplumsal reçeteler sunma iddiasındaki ideolojik edebiyat anlayışına karşıdır.

Benzer bir kırılma post-modern edebiyatın ortaya çıkarak güçlenmesiyle de yaşanır. Post-modern edebiyat, başta modernizmin akılcı-pozitivist ideolojisi olmak üzere bütün büyük anlatılara karşıdır. Çoğulculuğu ve eklektizmi benimseyen post- modernizm, ideolojilere ve ideolojilerin savunduğu “değişmez hakikatlere” karşı sorgulayıcı bir tavır takınır (Çetişli, 2013: 170). Post-modern bir yazar, klasik yazarların aksine okuyucuda nesnel bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışmaz ve anlatının bir kurmaca olduğunu özellikle vurgular. Böyle bir eserin topluma reçeteler sunması ve ideal topluma giden yolu okuyucuya gösterecek didaktik metinler ortaya koyması söz konusu değildir (Çetin, 2009: 97-98). Bu bakış açısı, post-modern eserlerin ideolojik propaganda edebiyatına imkân tanımak istemediklerini gösterir. Çünkü ideolojiler, onları benimseyenler tarafından toplumsal kurtuluşu sağlayacak hakikatleri içeren birer reçete olarak sunulur. Post-modern edebiyat anlayışı ise tam da hakikati içerdiği iddiasını taşıyan bu tarz bir edebiyata karşıdır.

Bununla birlikte özellikle toplumcu gerçekçiliği benimseyen teorisyenler, ideolojisiz edebiyat taraftarlarını eleştirir ve ideolojiden arındırılmış bir edebiyatın mümkün olmadığını savunur. Bu yaklaşıma göre, ideolojilerin sonunun geldiği iddiası, aslında var olan burjuva ideolojisini devam ettirebilmek adına söylenmiş “ideolojik” bir yalandır. Yaşanan iki büyük dünya savaşından sonra yaygınlaşan modernist yaklaşım, “ben merkezli” bir edebiyat oluşturmaya ve biçimi ön plana çıkartarak içeriği arka plana atmaya çalışır. Buna rağmen yazarın tamamen ideolojisiz bir edebî üretim

31 yapması mümkün değildir (Cengiz, 2015: 273). Buradan hareketle toplumcu yazar ve eleştirmenler tarafından ideolojisizliğin bir “burjuva ideolojisi” olarak görüldüğünü söylemek mümkündür. Özellikle Marksist eleştirmenlere göre bu söyleme kanarak sosyalist ideolojiden arındırılmış eserler yazmak, aslında ideolojisiz bir edebiyat oluşturmak değil, aksine burjuva ideolojisine hizmet etmek anlamına gelir.

Edebiyat tarihi içerisinde yaşanan kırılmalara bağlı olarak edebiyatın ideolojik ve toplumsal niteliğine dair yaşanan tartışmalar, tamamen ideolojilerden arınmış bir edebiyatın mümkün olmadığını gösterdiği gibi, nesnel hakikati ve yegâne kurtuluş reçetesini tekelinde bulundurduğunu iddia eden ideolojilerin güdümündeki bir edebiyatın da propaganda metnine dönüşerek sanatsal değerini yitirdiğini ortaya koyar. Bu noktadan hareketle her edebî metinde az veya çok ideolojik unsurlar olduğunu kabul etmek mümkün olmakla birlikte, Sovyet edebiyatının ideolojiyle olan özdeşliği bakımından diğer coğrafyaların edebiyatlarından farklı bir nitelik taşıdığı görülür. Sovyet edebiyatı Komünist Parti ile tamamen iç içe geçer ve bu hâliyle kısa bir süre sonra parti kararlarının birebir yansıdığı bir alan hâline gelir. Bu durum, farklı dönemlerde partide öne çıkan görüş ve eğilimlerin edebî eserleri şekillendirmesine yol açar (Kınacı, 2016: 127). Parti politikalarıyla bu denli özdeşleşmiş bir edebiyata başka bir dönemde rastlamak zordur.

Bu çalışmaya konu olan ve SSCB yönetimi eliyle üretilerek sanatçılara dayatılan ideolojik edebiyatın, dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya konulan ideolojik metinlerle ortak tarafları vardır. Bu ideolojik metinlerin ortak nitelikleri şunlardır; - Belli bir dünya görüşünün propagandasını yapma.

- Savunulan ideolojinin tek/değişmez hakikat olduğunu edebî metinlerde sürekli vurgulama.

- Benimsenen ideolojinin ilkelerinden hareketle toplumsal/siyasal sorunlara çözüm önerileri sunma.

- Savunulan ideoloji sayesinde teşekkül eden ideal ve ütopik bir toplumu anlatma. - Benimsenen ideolojinin muhaliflerini edebî eserlerde mahkûm etme ve ideolojinin savunucusu olan ideal kahramanlar yaratma.

32 Bu niteliklere çok katı bir şekilde bağlı kalan Sovyet edebiyatının Türk halklarının kimliklerini yozlaştırmak için uyguladığı tahrip yöntemleri ileriki bölümlerde detaylı şekilde ele alınacaktır.

33

BİRİNCİ BÖLÜM

SOVYET DÖNEMİ ÖNCESİ EDEBÎ DURUM

A. Marksist Propaganda Edebiyatı ve Ekim Devrimi

Ekim Devrimi, sonuçları itibariyle başta Rusya ve Rus işgali altındaki bölgelerde yaşayan halklar olmak üzere dünyanın pek çok yerinde etkili olmuş bir siyasi harekettir. Devrimin etkileri sadece politik alanla sınırlı kalmaz; aynı zamanda kültür, sanat, edebiyat, din, gelenek gibi pek çok sahada önemli kırılmalara yol açar. Bu nedenle, XX. yüzyıl boyunca pek çok halkın kaderini şekillendiren bu hadiseyi sadece Çarlık Rusya’sının yıkılmasından ve yerine yeni bir rejimin kurulmasından ibaret görmek yanlıştır. Ekim Devrimi’nin arkasındaki siyasi/fikrî alt yapıyı bilmek ve devrimin çeşitli halklar tarafından desteklenmesinin ve başarıya ulaşmasının sebeplerini doğru değerlendirmek gerekir. Bu anlamda Bolşevik hareketinin devrime giden süreçte kullandığı araçların bilinmesi ve bu araçların nasıl kullanıldığının analiz edilmesi önemlidir. Hareketi başarıya götüren mücadele araçlarından birisi de edebiyattır. Ekim Devrimi’ne giden süreçte Marksist propaganda edebiyatı önemli bir işlev üstlenir. Daha sonra iktidarın sağlamlaştırılması ve rejime sadık insanların yetiştirilmesi için kullanılacak olan ideolojik propaganda edebiyatının temelleri, Sovyet rejiminin kurulmasından önceki devrimci mücadele dönemine kadar uzanır. Dolasıyla Sovyet yönetiminin Türk topluluklarının kimliklerini yozlaştırmak için bir araç olarak kullandığı ideolojik edebiyatın devrim öncesindeki temellerini edebiyat bilimi açısından ele alarak değerlendirmek, devrim sonrası edebiyatına dair yapılacak çalışmaları aydınlatıcı nitelikte olacaktır.

34 Devrime giden süreçte Bolşevik hareketin toplumda kabul görmesine sebep olan Çar rejiminin yozlaşmış tarafları, aynı zamanda propaganda edebiyatının da malzemesini oluşturur. Halkın memnuniyetsizliğine sebep olan bu sorunların edebî eserlerde etkili bir şekilde ele alınması, okuyucu kitlelerin devrime destek vermesini sağlar. Bu durum aynı zamanda sanat ve edebiyatın siyasal/toplumsal hareketlerdeki etki gücünü de gösterir. XX. yüzyılın başında Rusya’da ortaya çıkan Marksist propaganda edebiyatının etki boyutlarını değerlendirebilmek için, Çarlık Rusya’sının siyasi, sosyal ve ekonomik durumunu göz önüne almak gerekir.

XIX. yüzyılın sonu, XX. yüzyılın başında Rusya, kendine özgü tarihsel gelişiminin bir neticesi olarak problemli bir sosyal yapıya sahiptir. Bir taraftan devletin, I. Petro’dan itibaren başlattığı modernleşme hamleleri sürerken diğer yandan ülkenin toplumsal yapısı Avrupalı gelişmiş sanayi toplumlarından çok farklı bir feodal görünüme sahiptir. Bizans geleneği model alınarak biçimlenen Rus devleti, XVIII. yüzyılda başlayan modernleşme süreciyle birlikte geleneksel yapısını Batılı değerlerle birleştirerek kendine özgü bir otokrasiye dönüşür. Bu devlet yapılanması içerisinde bir tarafta toprak sahibi zengin feodaller bulunurken diğer yanda hiçbir hakka sahip olmayan ve “serf” adı verilen toprak kölesi köylüler yer alır (Özcan, 2015: 1). Devrime giden süreçte Rusya’nın en önemli meselelerinden birisi olan köylü sorununun temelinde bu serflik uygulaması vardır. XVI. yüzyılda, toprak sahibi feodalleri dize getirmek için saray soyluları tarafından kullanılan toprak köleliği uygulaması, XVIII. yüzyılda iyice yaygınlaşır. Başlangıçta Bolşevik hareketi içerisinde yer alan fakat daha sonra yönetimden destekçileriyle birlikte tasfiye edilerek Stalin tarafından öldürtülen Troçki, Çarlık döneminin tanığı olarak bu sosyolojik yapıyı tarihsel gelişimiyle birlikte yorumlayan kişilerden birisidir. Troçki’ye göre toprak köleliğinin yaygınlaşmasıyla soylular, Çar rejiminin “manevi hizmetkârı” olan ruhban sınıfı ile birlikte mevcut otokrasiyi ayakta tutan iki temel toplumsal sınıf olarak sistemdeki yerini sağlamlaştırır (1998: 16-17). Bu noktada Troçki’nin Rusya’nın sosyal yapısıyla ilgili yaptığı tahlillerin Marksist bakış açısına dayandığı ve pek çok yönden eleştirilebilir olduğu açıktır. Fakat bu tespitler Rusya’da köylüyü sömüren toprak sahibi soyluların konumunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca Rusya’da iktidardan bağımsız bir güç olamasalar da çarlara sadık kalarak soylularla

35 birlikte mevcut düzenin devamını sağlayan ruhban sınıfının da devrime sebep olan bu çarpık işleyişte payı olduğu ortadadır.

XVIII. yüzyılda başlayıp Ekim Devrimi’ne kadar uzanan Rusya’nın modernleşme süreci bir bütün olarak ele alındığında, yapılan reformların faturasının toplumsal sınıflar içerisinde en çok köylülere yüklendiği görülür. Son derece kötü yaşam şartlarında hayatta kalmaya çalışan köylüler, bu durumun sorumlusu olarak gördükleri devlet otoritesine başkaldırır. Çar rejimi, köylülerin memnuniyetsizliğinin tehlikeli boyutlarına ulaştığını görünce bazı tedbirler almak zorunda kalır (Coşgun, 2014: 12). Köylü sorununa karşı Çar rejiminin en önemli reformu toprak konusundadır. Bu kapsamda 1861 yılında Çar II. Aleksander serfleri azat eder. Bu reformla köylüler sadece özgürlüklerine kavuşmakla kalmaz, ayrıca toprakların yarısı da onlara verilir. Fakat yapılan bu uygulama, köylülerin sorunlarını çözmeye yetmez. XX. yüzyılın başında toplam nüfusun yaklaşık yüzde seksenini oluşturan köylülerin ekonomik kazancı neredeyse hiç yoktur ve bu köylüler yoksulluk, hastalık gibi zorluklarla mücadele etmek durumundadır. Toprak sahibi olan soylularla köylüler arasındaki ekonomik eşitsizlik nedeniyle iki sınıfın refah seviyeleri arasında büyük bir dengesizlik oluşur. Bu durum, köylülerin devrim sürecine destek vermelerini sağlar (Wade, 2018: 21-22).

Yapılan toprak reformu köylüleri memnun etmediği gibi aristokrat sınıfı da rahatsız eder. Tüccar ve sanayici sınıfının yavaş yavaş büyümeye başladığı bu dönemde hem Çarın toprak satışına başlaması, hem de serfliğin kaldırılması nedeniyle tarım işçilerine ücret ödeme zorunluluğu doğması, aristokrat kesimini ekonomik açıdan zora sokar. Bu durum aristokratların topraklarını satmasına ve başka mesleklere yönelmesine neden olur. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Çar yönetimi, aristokratların desteğini iyice yitirir (Acar, 2008: 82). Yani Çarlık Rusya’sının yaptığı toprak reformu, niteliği itibariyle köylülerin sorununu çözmediği gibi, sonuçları itibariyle aristokrat kesimin rejimle olan ittifakını da sarsmış olur. Bu durum, devrime giden süreci tetikleyen bir sosyo-ekonomik problem olarak Çar rejiminin karşısına çıkar. Serflik meselesinin XIX. yüzyılın ilk çeyreğindeki Dekabrist4 hareketine bağlı yazar

4 Bu hareket “Aralık” ayında örgütlendiği için bu anlama gelen “Dekabr” olarak isimlendirilir.

Dekabristler, Rus çarının yetkilerinin sınırlandırılmasını ve ülkenin meşruti monarşiyle yönetilmesini savunan aydın ve askerlerden oluşur. Ayaklanma başarısız olunca bazı Dekabristler öldürülür, bazıları

36 ve şairlerce, özellikle de Puşkin tarafından ele alındığı göz önünde bulundurulduğunda, köylü sorununun muhalif edebiyatın da önemli bir izleği hâline geldiği ve edebiyatın ifade gücü sayesinde Çarlık rejimi için çok daha önceden bir tehdit unsuru oluşturduğu söylenebilir.

Devrim öncesinde Rusya’daki en büyük problemlerden birisi de hızlı sanayileşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan işçi sınıfının ekonomik durumudur. Çarlık Rusya’sında sanayileşme süreci, Batılı ülkelerdeki gibi bir seyir izlemez. Uzun süre feodal bir tarım ülkesi olarak fakirlikle mücadele den Rusya, sanayileşmede geç kaldığı için Avrupalı ülkelerin bu süreçte takip ettikleri ara aşamaları atlayarak çok hızlı bir şekilde sanayileşir ve bu durum çeşitli problemlere sebep olur. Ayrıca sanayi ve ulaşım sektörlerinde yabancı şirketlerin söz sahibi olması bu süreci daha da zorlaştırır (Troçki, 1998: 19-21). Rusya’nın 1880’lerden itibaren bu denli hızlı sanayileşmesinin temel sebebi, yöneticilerin tarıma dayalı bir ekonomi ile uzun süre güçlü bir ülke olarak kalamayacaklarını düşünmeleridir. Otuz yıl içerisinde Rusya’da büyük bir endüstrileşeme görülür. Fakat bu durum mevcut problemleri çözmediği gibi halka yeni yükler de getirir. Fiyatların ve vergilerin yükselmesiyle sonuçlanan bu süreç, fakir halkın yaşam şartlarını daha da zorlaştırır (Wade, 2018: 22). Gerek Marksizmi benimsemiş sosyal bilimciler gerekse Marksist olmayan araştırmacılar, devrime giden süreçte Rus sanayileşmesinin kendine özgü sorunlarının etkili olduğu konusunda genelde hemfikirdir. Rusya’nın feodal bir Asya ülkesinden sanayileşmiş bir Batı ülkesine hızla evrilmeye çalışması, sosyal yapıyı ve ekonomiyi sarsar.

Ekim Devrimi’ne giden süreçte, Rusya’da işçi sınıfının ortaya çıkışı ve nitelikleri de büyük önem taşır. 1892-1903 yılları arasında ekonomi bakanlığı yapan Sergei Witte sanayileşmeyi, modernleşme sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak görür. Witte, halktan alınan vergilerin önemli bir bölümünü sanayileşmeye ayırdığı gibi bu amaçla Avrupa ülkelerinden krediler de alır. 1914 yılında dünyanın beşinci büyük sanayi ülkesi olmayı başaran Rusya’da işçilerin sayısı da hızla artar (Acar, 2008: 83). Witte’in yabancı sermayeyle işbirliği yaparak uyguladığı politikalar sosyal yapıyı değiştirdiği gibi, Marksistler için uygun toplumsal ve ekonomik koşulları da oluşturur. Bu durum

da sürgüne gönderilir. Kafkasya’ya sürgüne gelen Dekabrist aydınlar, modern Azerbaycan edebiyatının kurucu nesli olan Maarifçi aydınları fikirleriyle etkiler (Akpınar, 2012: 11).

37 ünlü tarihçi Edward Hallet Carr’ın üç ciltlik Bolşevik Devrimi adlı eserinde şu şekilde ifade edilir:

19. yüzyılın son on yılı boyunca, Witte ve yabancı kapitalistler, Rus sanayinin ve proletaryasının gelişmesini hızlandırmaya ve böylece Lenin’e ve Plehanov’a hak verdirecek şartları yaratmaya başladılar. Devrim semalarında sanayi işçisinin yıldızı parlarken köylülüğün yıldızı sönüyordu. Ancak 1905’tedir ki, köylülüğün devrim planındaki yeri parti için tekrar hayati bir sorun haline geldi. (1989: 20)

E. H. Carr’ın tespitleri, hem Rusya’da geleneksel sosyal sınıf yapısının değiştiğini hem de bu değişimin Marksizmin yayılmasını kolaylaştırdığını gösterir. Artık soylu, ruhban ve köylü gibi sınıflardan oluşan toplumsal hiyerarşinin Rusya’da karşılığı yoktur. Yeni sosyal düzen ile yeni bir sınıf yapısı doğar ve sanayi işçileri önemli bir sosyal sınıf kategorisi hâline gelir. Fakat Rusya’da yeni yeni ortaya çıkan işçi sınıfının yaşam şartları oldukça kötüdür. Çarlık rejimi, hızlı sanayileşmedeki başarısını, işçilere iyi çalışma koşulları sunmada göster(e)mez. İşçiler fabrikalarda çok düşük ücretlere uzun mesai saatleri boyunca çalıştırılır. Barınma ve sağlık koşulları da oldukça kötü durumdadır. Pek çok işçi evi olmadığı için fabrikalarda barınmak zorunda kalır. Yoksul işçi mahallelerinde kirlilik ve salgın hastalıklar nedeniyle yaşamak gittikçe imkânsız hâle gelir (Wade, 2018: 22-23).

İşçilerin herhangi bir hukuki güvencesinin olmaması da önemli bir sorundur. Çarlık Rusya’sının yasaları işçileri değil işverenleri koruyacak niteliktedir. 1845 yılında işçilerin grev ve toplu direniş yapma hakları yasaklanır. Bu durum, mevcut koşullardan memnun olmayan işçi sınıfının da Çara karşı devrimcilere destek vermesine neden olur. 1860’lardan itibaren kurulan devrimci örgütler yaptıkları gizli propaganda faaliyetleriyle işçi sınıfını politize etmeyi başarır. Özellikle St. Petersburg ve Moskova’da işçi hareketleri hızla gelişim gösterir (Acar, 2008: 83-84).

Bu dönemde Rusya’nın en büyük sorunlarından birisi de siyasi yapı ve bu yapının başındaki Çar II. Nikola’dır. XX. yüzyılın başında “büyük güç” olarak nitelenebilecek Avrupa’daki siyasi rejimlere bakıldığında, iktidarın yasa ve kurumlarla sınırlandırıldığı görülür. Rusya ise bu dönemde bir istisnadır ve hâlihazırda otokrat bir hükümdar tarafından yönetilir. Bu durum pek çok problemi de beraberinde getirir. Rus

38 çarlarının en büyük sorunu, XIX. yüzyılın başından beri artarak görülen siyasi değişim talepleriyle nasıl mücadele edileceğidir. 1894’te tahta çıkan II. Nikola, dünyadaki değişime bağlı olarak ülkede görülen yenilik taleplerini doğru okuyamaz ve gerekli reformları yapmaktan kaçınır. Halka hiçbir şekilde örgütlenme hakkı tanımaz ve katı