• Sonuç bulunamadı

SON HARBİ

Belgede Abide adam (sayfa 63-67)

önem li tesirleri vardır

SON HARBİ

25 Eylül 1917 Büyükada “Bu geçirdiğimiz badirenin son harbimiz olacağına dâir kanâat aca­ ba nereden türedi? Almanya'nın ga­ lebesinden sonra artık milletlerin uzun seneler, belki devirlerce harbe- demiyecek bir hâle geleceğinden ve bu fırsatla bizim rahat edeceğimiz­ den mi? Yoksa... Bu söz, bu zavallı milletin çocuklarını oyalamak ve cephelerimizin mezbahalarına gön­ derirken biraz teselli vermek için mi böyle bir mantık söyleniyor? Gaali- bâ yerine ve adamına göre bu iki ih­ timal de vâriddir.

Lâkin... Bu fikirde olmayan ben ve benim gibiler, günden güne, daha fazla düşünüyoruz. Hani Bektâşînin meşhur oruç bozma hikâyesi vardır; baba, Ramazanda güpegündüz, des- tiyi kaldınpsu içerken, Ramazan ol­ duğunu ihtâr eden birine, hareketi­ ni tefsir etmek sadedinde; “Oğul, Ramazan her sene gelir, lâkin baba giderse bir daha gelmez!” demiş.

Beşeriyette harb dâima olur lâkin biz bu fâciada erir gidersek.. Ah ne fenâ teşe'üra!

Bu zemin üzerinde âteşin bir va­ tanperverle konuşuyordum. O da bu harbin son harbimiz olacağına kaa- ni’di. Niçin son olacağını öğrenmek istedim. Enine boyuna birçok delil­ ler serdetti. Heyhât, imânım zayıf, Enver’e ve Alınanlara inanmaya alıştığımdan beri daha ziyâde zayıf­ ladı da. Hayır, hayır, inanamadım. O zâtı dinledikten sonra asıl fikrimi söylemekten korktum, lâkin gözleri­ mi semâya kaldırdım ve içimden şu duâyı ettim. “Yarabbi bu harbim son harbimiz olmamasına biz râzı oluruz. Sen bu fâciada bize kıyma! Bi&m vü­ cûdumuzu şu yeryüzünden kaldır­ ma! Biz senin için eskiden de oldu­ ğu gibi, ikide birde böyle dâimâ har­ be deriz!..”

(Hatıralar, s. 142/143)

1918'de biten harb, bizi de bitirmiş­ tir. Ama bu, son harbimiz olmamalı­ dır, yoksa biz de olmayız. Yahya Ke­ mal gazete ve mecmualara yazdığı yazılarda, verdiği derslerde ve soh­ betlerinde, Millî Mücadele ruhunu

yayar.

Destânî bir mücadeleden sonra müzakere masasına oturmaya hak kazanırız. Yahya Kemal 1922’de Lo­ zan heyetinde müşavir olarak bulu­ nur. 1923’te Urfa milletvekili olur. 1925’te Suriye ile sınırımızı çizen he­ yettedir. 1934’e kadar Varşova ve Madrid’de ortaelçilik yapar. 1934-43 yılları arasında Yozgat, 1946’da çok sevdiği İstanbul şehri milletvekilidir.

1947’de ilk Pakistan büyükelçi­ miz... 1949'da emeklilik ve İstan­ bul’a dönüş. Artık çok sevdiği bu şe­ hirde yaşamak mutluluğuna erişmiş­ tir. Fakat bir takım rahatsızlıklar da kendisini yakalar. Tedavi olmak için bir kaç defa Paris’e gider. 1957 yı­ lında yine hastalanır. Yakasını bırak­ mayan barsak kanaması, ona 1 Ka­ sım 1958 sabahi 09.50’de dünya­ mızdan alır, götürür. A. Şinasi Hisar

Türk Edebiyatı

Aralık/1984

onun son zamanlarını ve ölümünü şöyle anlatır:

“Yorgun ve hasta vücuduyla bü­ yük bir uyku ihtiyaciyle, kendisini, takatsiz, yatağına düştüğü anda hep Bâld’den bir şeyler hatırladığı o gün, taştir için yazdığı gazelinin başında zikrettiği Bâkî’nin mısraını söyleye­ rek:

“Allahadır tevekkülümüz, İ’tima- dımız!”

deyince söylediği bu mısra sonun­ cusu olmuş. Yattığı yataktan bir da­ ha kalkamamış, uykusuna koyulmuş bir daha uyanamamış.

Yahya Kemal ertesi, Cumartesi 1 Kasım günü, sabah saat 7’yi 40 ge­ çe, haleti nezin buhran ve ıztırâbmı duymadan koma haline geçmiş. Sa­ at 10’da Büyük Millet Meclisi ve Üni­ versite açılacakken kendisi, 10’dan 10 dakika evvel, 9’u 50 geçe, can ne­ fesini vermiş.

Daha ertesi, 2 Kasım Pazar günü gayet açık, berrak ve hiç soğuk ol­ mayan parlak bir gün bütün gazete­ ler onun ölümünü bildiriyorlardı. Hükümet, müteşekkir ve minnettar olunacak bir karanyle, büyük şair için millî bir cenaze merasimi yapıl­ masına karar vermişti.

Merasim cenaze namazıyla başla­ dı. Türk bayrağına sarılan tabut Fa­ tih camiinden gençlerin kollanyle, elleriyle kaldırılarak, Sultan Meh- med’in türbesi önündeki musalla ta­ şına konuldu. Cenaze namazı kılın- dıktansonra gençlerin kollariyle ve elleriyle taşınarak Fatih türbesi önünden Şehzadebaşı yolunu takip ile Beyazıt meydanına ve İstanbul Üniversitesi önüne getirildi.

Halk, gayet kalabalıktı. Cenazeye iştirak edenler, caddeleri kaplayan bu halk önünden her iki yandan ge­ çen iki sıra arasından atlı polisler, yaya polisler, askerler, teşrifat me­ murlarının yanlarından yürüyorlar ve kalabalık bir yol arasından geçi­ yorlardı. İstanbul’un bu tarihî gü­ nünde, tarih meraklısı bu şehir hal­ kı bu müessir cenaze merasimine iş­ tirak ediyordu.”

(Y.Kemal’e Veda, s.236/237)

Mezar taşma kazılmış olan kendi mısralarını da vererek doğumunun yüzüncü yılında ruhuna fatihalar gönderelim:

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir b ir rinde Gönlü her yerde buhurdan gibi tüter Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher b ir gül açar, her gece b ir bülbül öter’

ŞİİR MACERASI

Yahya Kemal'in edebiyatımızda asıl yerini şiirle aldığı mâlûmdur. O, eserlerine millî ruhu sindirmiş, mil­ liyetimizi, sanat mahfazası içinde ebedî kılmıştır. Bu bölümde onun ön­ ce şiire başlayışını, sanatkârlığını ve poetikasını, daha sonra da Türk şii­ rine getirdiği yeniliği ve oluşturduğu büyük terkibi ele alacağız. Burada da şâirin hatıraları yine en birinci kaynağımızdır.

. Yahya Kemal şiire, Üsküplü Re- dîfe Hanım için yazdığı kıtalarla baş­ lar. O vakit oniki yaşındadır. Şiirde ilk hocası da Redîfe Hanım'ın eşi Sa­ dettin Efendi olur. Ebced hesabını, Sâdî dergâhının semahanesine tarih düşürmek için öğrenir. Muallim Na­

c i’nin Şerare’siyle bu sırada tanışır. Onun:

Bakmayın bağda fevvâreye dildâre bakın Dalmayın Kevser'e Firdevs'de didâre bakın

diye başlayan gazelini tahmis eder. Aynı şâirin Ateşpâı a, İbnül Gazzan Fürûzan ve Tâllm-i Edebiyat’ı İle Recâizâde Ekrem’in Üç Zemzeme

ve Istılahât-ı Edebiyyesi bir soluk­ ta okuduğu kitaplardır.

Daha sonra Rûhî’nin divanı, Ziya Paşa’ nın Terkib-i bend ve Terci-I bend ile Eş’ar-ı Ziya isimli divanı,

Hâmld’ in Makber'i, Mehmet Celâl’-

in şiirleri, Sırrı Paşa’nın mektubatı ve Mülhemât isimli bir eser on beş yaşındaki şiir dünyasını çevrelerler.

Yahya Kemal’in Türk toprakların­ daki şiir macerasını şöyle özetleye­ lim: Üsküp’te vali Hafız Mehmet

Paşa’ya karşı çıkan isyanı anlatan ve halk arasında yayılan bir manzu­ me, Hatıra isimli şiirinin İstanbul’­

da Terakki mecmuasında basılışı, Selânik İdadisi’nde Üsküp hasretiyle söylenen şiirler... O yıllarda pek hoş­ lanmadığı Tevfik Fikret ve Cenab’- ın Servet-i Fünun’da okuduğu şiirleri...

1902’de geldiği İstanbul’da Fik­

re t’ in Rübab-ı S lkeste'si eline ge­ çer. Bu eser sayesinde Cenab’ı ve diğer Servet-i Fünûncuları anlar.

Yeni bir âleme girer, “ tek kelime Fransızca bilmeden alafrangala­ şır.” Mâlûmat mecmuasında bu tarzda bir çok manzumesi çıkar.

1903’te Paris’tedir. Burada tanış­ tığı ilk kişiler Sâmi Paşazâde Sezai, Hüseyin Siyret, Abdullah Cevdet

ve Abdülhalim Memduh olur. Paris Yahya Kemal’in şiir dünya­ sında ve anlayışında büyük değiş­ melerin vukubulduğu bir mekândır. Fransızca’yı öğrendikten sonra, önünde yepyeni bir âlemin kapıları açılır. O artık, kendi duygularını iâ- de eden, halis ve samimi bir şiirin peşindedir. Fakat, yeni Türkçe ile bu nasıl yapılacaktır? Şâirimiz bu boca­ lama devresindedir. Eskisi kadar fazla yazmaz, hattâ yazmaya ara bi­ le verir.

1904’te kapıldığı sosyalizm cera- yınının tesiriyle Victor Hugo'yu ör­ nek alır. 1905 onun boşlukta geçir­ diği bir senedir.

1906’da gittiği Londra’da yeni bir

Türk destanı yazmaya gayret eder. Bu cehdi sırasında ortaya çıkan bir­ takım mısralarla beraber, kendi şiir lisanını da bulur. Marazîlikten, ka­ palılık ve gizlilikten uzak; kendi

duygularının ifadesi, halis ve sa­ mimi b ir şiir anlayışına ulaşır.

Bir yandan da incelediği, sevdi­ ği ve kendi şiir anlayışım kurma­ da faydalandığı şâirler değişmek­ tedir. Hugo’ nun tesirinden kurtulur kurtulmaz, Chartes Baudelair’in şiir iklimine girer. Onun yaşadığı âlemin karasevdalısı haline gelir. Edgar Po-

e'yu daha iyi anlar, Paul Verlalne’i

bu yoldan geçerek, değişik bir zevk­ le sever.

Bütün bunlara rağmen, söz konu­ su sanatkârlardan hiç biri, onun ara­ dığı şiir lisanı ve anlayışını temsil et­ mezler. Şâirimizi asıl mecrasına sev- keden José Maria de Heredia’dır.

Yahya Kemal'in zihninde, yeni şiir anlayışının uyanış hikâyesini kendi­ sinden dinleyelim:

“Heredia bir yaratıcı değildi, çok gecikmiş, klâsik bir sanatkârdı. İl­ hamdan ye ihtirastan nzak, yalnız zevk kudretiyle, hakkında çok kul­ lanılmış bir tarifi tekrâr edeyim, bir kuyumcu kudretiyle işlediği yüz yir­ mi kadar sonnet ile bir iki uzunca manzûme sahibi idi. Heredia’nın derli toplu eserine bağlanmak hayâ­ tımın en esaslı bir tâlihi olduğunu itt- râf ederim. Avrupa'ma klâsikleri v s

romantikleri ne vücûda getirmişse onda sıkı bir inbikten geçirilmiş hal­ deydi. Lâtin ve Yunan şâirlerinin de­ ğerlerini ondan öğrendim. Heredia’- nın her sonnet’si üzerinde bir iki ay kalıyordum. Bir soneden diğer sone­ ye geçiş benimçün yeni bir heyecan oluyordu. Şiirin asıl mâdenine elim­ le dokunduğumu hissediyordum. Edebî modaya göre José Maria de Heredia köhnemişti. 1907 de Qartier Latin’de Heredia’yı hâlâ seven biz genç çok geri kalmış görünürdü.

Samimi temâyülümün şevkiyle, edebî modaya ehemmiyet vermiye- rek, Heredia'yı sevmekte ne derece isâbet ettiğimi sonra anladım. Çün­ kü edebî modaların hepsi birini te- vâlî ederek geçtiler. Heredia kaldı ve son senelerde, Heredia’nın nâmı­ na Luxembourg Bahçesi'nde bir âbi­ de dikilirken, eski muarızları bile hayranlık ifâde eder şeyler yazdılar.

Heredia’yı severken, eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini almıştım. Öteden beri aradığım yeni Türkçe- nin yanma yaklaştığımın bu münâ­ sebetle farkına vardım. Söylediğimiz Türkçe, eski Yunan ve Lâtin şiirin­ deki beyaz lisan gibi bir şeydi. Bu müşahedeyi tartıyordum. Eski şâir­ lerimizden mısra’-ı berceste diye ka­ lan birçok mısrâlann güzeliklerinde- ki hikmeti anlıyordum:

Geçti Gaalip Dede candan yâhiı

mısra’ı, eski edâda olmakla beraber Türkçeydi ve bir Mevlevi dedesinin öldüğünü, bir M evlevi dergâhının sabahında, münzevî ve mu’tekif de­ delerin odalarına, hâlis bir şiir sesiy­ le haber veriyordu.

Ağlar» hâtıra geldikçe gûlüşîüklerimiz

mısra'ı da böyle Türkçeydi; eski hâ­ tıraları bir mûsikî notasını cisimleş- tiren bir lisanda ve nazımdaydı.

Buyun Şadım ki yâr ağlar benimçün

mısraî yine böyle Türkçeydi; nâzik bir intikam hissini olduğu gibi ifâde ediyordu.

r ]rdü yelken-kûrek a'dâyı Kapûdan Paşa

mısra'ı gazel ve kaside Türkçesinin amîk medlerine misâl olmakla berâ- ber yine Türkçe idi; bir donanma muharebesinin canlı bir çizgisini gösteriyordu.

Göklere açılmasın eller ki dâmânındadır.

mısra'ı yine bu nevîdendi, lâkin, Türkçeydi; emsalsiz bir aşk hissinin âdeta canlı şekliydi.

Şemsir gibi rûy-i zemine taraf taraf Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları Aldım hezâr bütgedeyi mesckf eyledüm Nâkus yerlerinde okuttun ezanları

mısralarını niyçün seviyor muşuz? Çünkü bu mısralar Acemlerin şiir li­ sânından Türkçeye bir açılışı hisset­ tiriyor. 1560 senelerine doğru şiirde Türkçe söylemek ne derece ka ab il­ se bu mısralar o kadar Türkçedirler.

Ayağın sâkınarak basma aman sultanım Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun

mısrâlanndaki tavır, klâsik lisânın içinde Türkçeliği zorlamış gibidir.

Hâsılı fazla saymak istemiyorum. Gözüme çarpan misâller çoktu. Ye­ ni Türkçeyi, Heredia’nm vâsıtasiy- le eski Lâtin ve Yunan şirinin tâ ya­ nı başında görmeğe başlamıştım. Asıl Türkçe bana Sopholdes’in Yu- nancası ve Tacite’in Lâtincesi gibi saf görünüyordu.”

(Hatıralar, S.108/109/110

Yahya Kemal’in, kendi duygularını ifade eden, halis ve samimi şiir pe­ şinde olduğunu daha evvel söyle­ miştik. Onun şiirde gerçekleştirmek istediği bu yeniliğin üç temeli vardır:

Toplumun diliyle şiir söylemek, kelimeleri hususi bir ahenk oluş­ turacak şekilde tertib etmek ve muhtelif kısımları birbirini tamam­ layan ve baştan sona bir beste özelliğini taşıyan manzumeler or­ taya koymak.

Şâirimizin eserlerinde bu ölçü ve özellikleri tam mânasiyle bulabiliriz. O, kendi duygularının arkasından dış âleme bakar, samimidir. Mübağaya, gereksiz teşbih ve istiarelere başvur­ maz. Toplumun diliyle mısralar söy­ ler. Yine onun şiirleri konu bütünlü­ ğü olan manzumelerdir, divan şiirin­ de olduğu gibi, ortak konusu bulun­ mayan dağınık beyitler halinde de­ ğildir.

Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Açık Deniz şiirini tahlil ederken, Yahya Kemal’in, bu sanat hakkında düşün­ düklerim, şiirinde nasıl uyguladığına dair somut örnekler verir. Söz konu­ su örneklerde onun Türk şiirinde yaptığı yenilik daha açık görülür. Yahya Kemal’in diğer şiirleri de ay- nı ölçülere vuruldukları zaman aynı sonuçlarıverirler. Şâirimizin şiirde

yaptıklarını karakteristik olarak belir­ ten bu tahlilin bazı kısımlarını bura­ ya aktarıyoruz:

“ Tabiat asla tek başına bir de­ ğer ve mâna ifâde etmez. Tabiatı temaşa eden ve duyan insandır. Doğru yol tabiattan İnsana değil, insandan tabiata gitm ektir, insan tabiatı kendi hayali ve duygusu ile kavrıyor. (...) Açık Deniz’de Yah­ ya Kemal’e denizi bu kadar mânaiı gösteren kendi histeridir.” (Şiir

Tahlilleri, s .194)

Mehmet Kaplan Yahya Kemal’in üslubu konusunda da şunları söyler:

“Yahya Kemal, şiirden, estetik de­ ğeri olmayan unsurları atmış, fayda­ lıya değil, güzele değer vermiştir. Fikret, Akif, Gökalp, Mehmed Emin lüzumundan fazla didaktirler. Yah­ ya Kemal, asla böyle değildir. Açık Deniz’de görüldüğü üzere Yahya Ke­ mal, şiirleri baştan sona kadar geli­ şen bir oluş halinde terkip eder. Onun mısraları, dâima Deri doğru gi­ derler. Şiir, şekli itibariyle mûsiki gi­ bi bir akıştır. Yahya Kemal, bu akı­ şa uygun bir muhteva bulur. Bir hi­ kâye, bir hissi macera, bir seyahat, bu şiirlerin esasını teşkil eder. Yah­ ya Kemal’i büyük şâir yapan husu­ siyetlerden biri de imaj De muhteva arasında kurduğu sıkı münasebet ve ölçüdür. Değerli, değersiz her şey üzerinde bir teşbih, istiare veya me­ caz yapan Dîvan şâiri, bizde can sı­ kıcı bir süslülük intibaı bırakır. Servet-i Fününcular da daima "imaj yapmak” hastalığı De mâlüldürler. Yahya Kemal, yeri gelince, muhte­ vasına en uygun olan imajları yarat­ makta mfihirdir. Bunlar muhteva De öylesine kaynaşmışlardır ki bize asla süslü tesirini vermezler. Bunlar, his­ si en münasip şekilde anlatan ifâde vâsıtalarıdır. Açık Deniz’de, hiç bir benzetmeyi ihtiva etmeyen çıplak mısralar ekseriyeti teşkil eder. Bun­ larda duygu veya varlık hiç bir ör­ tüye lüzum kalmaksızın olduğu gibi ortaya konulmuştur:

Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını. Mağlûpken ordu yaslı dururken bütün vatan, Bir gün dedim ki: istemem artık ne yer, ne yâr Çıktım sürekli gurbete, gezdim doya doya

gibi ve daha birçok mısra da biz, çıp­ lak dilin, mermerden yontulmuş hey­ keller kadar güzel ve tabiî olduğunu kuvvetle hissederiz. Halk şiirinden sonra, yüksek edebiyatta, bize, sft-

Türk Edebiyatı

Aralık/1984

d* ifâde üe derin ve gürel şiirler ya­ zılabileceğini Yahya Kemal isbat et­ miştir.

Divan şiirinin yekneeak âhengin- den bıkan Türk edipleri, Tanzimat’­ tan sonra Türk cemiyetine giren aon- snz bir muhtevanın da tazyikini his­ sederek, bizim için âdeta yeni bir aan’at olan nesri çok sevmişler, şii­ ri de nesre yaklaştırmağa çalışmış­ lardır. Serveti Fânâncnlar ve Meş- rûtiyet’ten aonra Akif, bu gayeye ulaşmış, “manzum bir nesir’’ vücû­ da getirmişlerdir. Yahya Kemal, şi­ iri büsbütün ortadan kaldıracak olan bu cereyana karşı, ahengi müdafaa etmiş, herkesin hakir görmeğe baş­ ladığı aruzu, yüksek bir mûsiki vâ­ sıtası yapmıştır.

Servet-i Fünûnculann nesir sen­ taksına karşı Yahya Kemal, her mıs­ raı veya beyti müstakü bir varlık hâ­ line getirdi. Açık Deniz’de her mıs­ ra veya beyit müstakil bir cümle teş­ kil eder:

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı... im.

Cümleler, veznin içine hiç bozulma­ dan yerleştirilmiştir. Kelimeler, vez­ ne uydurulmak için ezilip, bükül­ mez. Cümle içinde kelimelerin yer­ leri tabiî söyleyişe uygundur.

Yahya Kemal, şiirinde âhenge bü­ yük bir değer verir. Dolgun ve tam kafiyelerden hoşlanır Melâl, Lâl, va­ tan, zan, duygular, sular, çağıldadı, tadı, yâr, diyar gibi. Mısralar için­ de konson ve vuayel ahengi de var­ dır: “Her lâhza bir alev gibi hasret­ ti duyduğum” mısraında üç “h” iki “1” , “lâhza, alev, hasret,” kelime­ lerinin ilk hecelerinin “a”yı ihtiva etmeleri,

Aidim Rakofça kırlannın hür havasını

mısraında, kaim * T \ sert “k" ve “h” konsoldan,nın tesiri,

Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu

beytinde “ş,s,l“ konsoldan ve kaim vuayeUerin hâkimiyeti.”

Yine Mehmet Kaplan’m, şairi­ mizin şiir dilini değerlendiren cüm­ leleriyle bu bölümü bitirelim:

“ Yahya Kemal, bilhassa dil sa­ hasında bulduğu hârlkulâde ölçü

İle Türk şiirinde büyük bir örnek­ tir. Ne Divan na de Tanzimat ge­ leneğinde Türk muharrirleri, yaşa­ yan ve yaşayacak olan dilin ölçü­ sünü bulabilmişlerdir. Millî dilin öl­ çüsünü bilmeyen Divan şâirleri Tanzimat’tan sonra ölm üşlerdir. Bugün onlan tanımak ve incele­ mek İçin hususi bir hazırlığa İhti­ yaç vardır. Şinasî’nın büyük irşa­ dına rağmen, Namık Kemal, Hâ- mid ve Servet-i Fünuncular da Türkçeyl bulamadılar. Türkçüler m illî dilin konuşma dili olduğunu keşfetmekle beraber, öz türkçe yoluna sapanlar tekrar tabiî yol­ dan çıktılar. Konuşma dili ne arka­ izme (ölü kelimelere) ne neotojizme

(uydurma) tahammül eder. Ebedî şiir, dilin dalma yaşayan kelimele­ rine dayanmak mecburiyetindedir. Her kelimenin mânası ve tesiri başka olduğu gibi, hayat kaabili- yeti de ayndır. Kelimelerini zevkin hassas terazisinde tartmayanlar, yaşayan şiirin sırrına eremezler. Türk şiir tarihinde kelimelerin ya­ şama kaabillyetlerlnl, hakikî Türk­ çeyl İlk defa idrâk eden Yahya Ke­ mâl o lm u ştu r.” (Şiir Tahlilleri, s. 197)

ESERLERİ

Yahya Kemal, büyük titizlikle, yıl­ larca uğraşarak, ruhundan millî his­ lerinden ve engin kültüründen süze­ rek meydanp getirdiği şiirlerini, ki- taplamış halde göremeden vefat eder.

Yine Millî Mücadele ve sonraki yıl­ larda, gazete ve mecmualarda yaz­ dığı makalelerini de kitaplaşmış gör­ mek kendisine nasip olmaz. Bütün eserleri ölümünden sonra kitap ha­ line gelir.

Bu büyük kültür hizmetini, Yahya Kemal Enstitüsü ve millî kültür âşı­ ğı değerli edebiyatçı merhum Nihad Sâmi Banariı başarıyle tamamlarlar. Yahya Kemal külliyatı dördü şiir, do­ kuzu nesir olmak üzere on üç eser­ lik bir kültür hâzinesidir.

ŞİİRLERİ:

Kendi Gök Kubbemiz: (1961) Bu eser, üç bölümden oluşur: 1) Kendi Gök Kubbemiz, 2) Yol Düşüncesi, 3) Vuslat.

Birinci kısımda, Türk gücüyle İs­ lâm imânının birleşmesinden vücu­ da gelmiş, milliyetimizin yüceliğini

ve güzelliğini konu alan şiirler, ikin­ ci kısımda, düşünce (rindlik, ufuk ve ölüm temaları üzerine söylenmiş şi­ irler) şiirleri, üçüncü kısımda ise aşk şiirleri yer alır. Bu şiirlerin lisanı ide­ al Türkiye Türkçesi’dir.

Onun Osmanlı-Türk sesini dillen­ diren şiirleri “ Eski Şiirin Rüzgârıyle" (1962) isimli kitabında toplanmıştır: Selimnâme, Gazeller, Şarkılar, İthaf, Kıt’aiar-beyitler kitabı oluşturan şiir­ lerin toplandığı başlıklardır.

Üçüncü şiir kitabı olan Rübâîler'- in (1963) ilk kısmında şâirimizin ken­ di rübâîleri, ikinci kısımda ise Hay- yam Rübâîlerini Türkçe Söyleyişler bulunmaktadır.

Yahya Kemal’in üzerinde çalış­ makta olduğu ve bitiremediği şiirle­ ri ise, Bitmemiş Şiirler (1976) isimli kitaptadır. Bu eser, şâirin şiire adım adım nasıl yaklaştığını, mânâyı bir mücevher gibi nasıl titizlikle işledi­ ğini göstermesi bakımından mühim­ dir.

NESİRLERİ

Yahya Kemal’in nesirleri de üslûp ve edâ bakımından şiirleri kadar akı­ cı ve âhenklidir. Nesirlerinde de Türkçe’yi en temiz ve sağlam yapı­ sı ile kullanır. Gerek cümle yapısı, gerekse kullandığı kelimelerin âhen- gi ve dolgun mânâsı ile zengin bir ifâde kendini gösterir.

AZİZ İSTANBUL (1964) onun Türk medeniyetinin bir örneği olma vas­ fını kazanmış İstanbul şehri hakkın- daki yazılarından teşekkül eder.

EĞİL DAĞLAR (1966) Millî Mücâ­ dele yıllarında yazdığı yazıların bu­ lunduğu eserdir.

SİYASÎ VE EDEBİ PORTRELER’- de (1968) onun yirmi Türk edibi ve

Belgede Abide adam (sayfa 63-67)

Benzer Belgeler