önem li tesirleri vardır
SON HARBİ
25 Eylül 1917 Büyükada “Bu geçirdiğimiz badirenin son harbimiz olacağına dâir kanâat aca ba nereden türedi? Almanya'nın ga lebesinden sonra artık milletlerin uzun seneler, belki devirlerce harbe- demiyecek bir hâle geleceğinden ve bu fırsatla bizim rahat edeceğimiz den mi? Yoksa... Bu söz, bu zavallı milletin çocuklarını oyalamak ve cephelerimizin mezbahalarına gön derirken biraz teselli vermek için mi böyle bir mantık söyleniyor? Gaali- bâ yerine ve adamına göre bu iki ih timal de vâriddir.
Lâkin... Bu fikirde olmayan ben ve benim gibiler, günden güne, daha fazla düşünüyoruz. Hani Bektâşînin meşhur oruç bozma hikâyesi vardır; baba, Ramazanda güpegündüz, des- tiyi kaldınpsu içerken, Ramazan ol duğunu ihtâr eden birine, hareketi ni tefsir etmek sadedinde; “Oğul, Ramazan her sene gelir, lâkin baba giderse bir daha gelmez!” demiş.
Beşeriyette harb dâima olur lâkin biz bu fâciada erir gidersek.. Ah ne fenâ teşe'üra!
Bu zemin üzerinde âteşin bir va tanperverle konuşuyordum. O da bu harbin son harbimiz olacağına kaa- ni’di. Niçin son olacağını öğrenmek istedim. Enine boyuna birçok delil ler serdetti. Heyhât, imânım zayıf, Enver’e ve Alınanlara inanmaya alıştığımdan beri daha ziyâde zayıf ladı da. Hayır, hayır, inanamadım. O zâtı dinledikten sonra asıl fikrimi söylemekten korktum, lâkin gözleri mi semâya kaldırdım ve içimden şu duâyı ettim. “Yarabbi bu harbim son harbimiz olmamasına biz râzı oluruz. Sen bu fâciada bize kıyma! Bi&m vü cûdumuzu şu yeryüzünden kaldır ma! Biz senin için eskiden de oldu ğu gibi, ikide birde böyle dâimâ har be deriz!..”
(Hatıralar, s. 142/143)
1918'de biten harb, bizi de bitirmiş tir. Ama bu, son harbimiz olmamalı dır, yoksa biz de olmayız. Yahya Ke mal gazete ve mecmualara yazdığı yazılarda, verdiği derslerde ve soh betlerinde, Millî Mücadele ruhunu
yayar.
Destânî bir mücadeleden sonra müzakere masasına oturmaya hak kazanırız. Yahya Kemal 1922’de Lo zan heyetinde müşavir olarak bulu nur. 1923’te Urfa milletvekili olur. 1925’te Suriye ile sınırımızı çizen he yettedir. 1934’e kadar Varşova ve Madrid’de ortaelçilik yapar. 1934-43 yılları arasında Yozgat, 1946’da çok sevdiği İstanbul şehri milletvekilidir.
1947’de ilk Pakistan büyükelçi miz... 1949'da emeklilik ve İstan bul’a dönüş. Artık çok sevdiği bu şe hirde yaşamak mutluluğuna erişmiş tir. Fakat bir takım rahatsızlıklar da kendisini yakalar. Tedavi olmak için bir kaç defa Paris’e gider. 1957 yı lında yine hastalanır. Yakasını bırak mayan barsak kanaması, ona 1 Ka sım 1958 sabahi 09.50’de dünya mızdan alır, götürür. A. Şinasi Hisar
Türk Edebiyatı
Aralık/1984
onun son zamanlarını ve ölümünü şöyle anlatır:
“Yorgun ve hasta vücuduyla bü yük bir uyku ihtiyaciyle, kendisini, takatsiz, yatağına düştüğü anda hep Bâld’den bir şeyler hatırladığı o gün, taştir için yazdığı gazelinin başında zikrettiği Bâkî’nin mısraını söyleye rek:
“Allahadır tevekkülümüz, İ’tima- dımız!”
deyince söylediği bu mısra sonun cusu olmuş. Yattığı yataktan bir da ha kalkamamış, uykusuna koyulmuş bir daha uyanamamış.
Yahya Kemal ertesi, Cumartesi 1 Kasım günü, sabah saat 7’yi 40 ge çe, haleti nezin buhran ve ıztırâbmı duymadan koma haline geçmiş. Sa at 10’da Büyük Millet Meclisi ve Üni versite açılacakken kendisi, 10’dan 10 dakika evvel, 9’u 50 geçe, can ne fesini vermiş.
Daha ertesi, 2 Kasım Pazar günü gayet açık, berrak ve hiç soğuk ol mayan parlak bir gün bütün gazete ler onun ölümünü bildiriyorlardı. Hükümet, müteşekkir ve minnettar olunacak bir karanyle, büyük şair için millî bir cenaze merasimi yapıl masına karar vermişti.
Merasim cenaze namazıyla başla dı. Türk bayrağına sarılan tabut Fa tih camiinden gençlerin kollanyle, elleriyle kaldırılarak, Sultan Meh- med’in türbesi önündeki musalla ta şına konuldu. Cenaze namazı kılın- dıktansonra gençlerin kollariyle ve elleriyle taşınarak Fatih türbesi önünden Şehzadebaşı yolunu takip ile Beyazıt meydanına ve İstanbul Üniversitesi önüne getirildi.
Halk, gayet kalabalıktı. Cenazeye iştirak edenler, caddeleri kaplayan bu halk önünden her iki yandan ge çen iki sıra arasından atlı polisler, yaya polisler, askerler, teşrifat me murlarının yanlarından yürüyorlar ve kalabalık bir yol arasından geçi yorlardı. İstanbul’un bu tarihî gü nünde, tarih meraklısı bu şehir hal kı bu müessir cenaze merasimine iş tirak ediyordu.”
(Y.Kemal’e Veda, s.236/237)
Mezar taşma kazılmış olan kendi mısralarını da vererek doğumunun yüzüncü yılında ruhuna fatihalar gönderelim:
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir b ir rinde Gönlü her yerde buhurdan gibi tüter Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher b ir gül açar, her gece b ir bülbül öter’
ŞİİR MACERASI
Yahya Kemal'in edebiyatımızda asıl yerini şiirle aldığı mâlûmdur. O, eserlerine millî ruhu sindirmiş, mil liyetimizi, sanat mahfazası içinde ebedî kılmıştır. Bu bölümde onun ön ce şiire başlayışını, sanatkârlığını ve poetikasını, daha sonra da Türk şii rine getirdiği yeniliği ve oluşturduğu büyük terkibi ele alacağız. Burada da şâirin hatıraları yine en birinci kaynağımızdır.
. Yahya Kemal şiire, Üsküplü Re- dîfe Hanım için yazdığı kıtalarla baş lar. O vakit oniki yaşındadır. Şiirde ilk hocası da Redîfe Hanım'ın eşi Sa dettin Efendi olur. Ebced hesabını, Sâdî dergâhının semahanesine tarih düşürmek için öğrenir. Muallim Na
c i’nin Şerare’siyle bu sırada tanışır. Onun:
Bakmayın bağda fevvâreye dildâre bakın Dalmayın Kevser'e Firdevs'de didâre bakın
diye başlayan gazelini tahmis eder. Aynı şâirin Ateşpâı a, İbnül Gazzan Fürûzan ve Tâllm-i Edebiyat’ı İle Recâizâde Ekrem’in Üç Zemzeme
ve Istılahât-ı Edebiyyesi bir soluk ta okuduğu kitaplardır.
Daha sonra Rûhî’nin divanı, Ziya Paşa’ nın Terkib-i bend ve Terci-I bend ile Eş’ar-ı Ziya isimli divanı,
Hâmld’ in Makber'i, Mehmet Celâl’-
in şiirleri, Sırrı Paşa’nın mektubatı ve Mülhemât isimli bir eser on beş yaşındaki şiir dünyasını çevrelerler.
Yahya Kemal’in Türk toprakların daki şiir macerasını şöyle özetleye lim: Üsküp’te vali Hafız Mehmet
Paşa’ya karşı çıkan isyanı anlatan ve halk arasında yayılan bir manzu me, Hatıra isimli şiirinin İstanbul’
da Terakki mecmuasında basılışı, Selânik İdadisi’nde Üsküp hasretiyle söylenen şiirler... O yıllarda pek hoş lanmadığı Tevfik Fikret ve Cenab’- ın Servet-i Fünun’da okuduğu şiirleri...
1902’de geldiği İstanbul’da Fik
re t’ in Rübab-ı S lkeste'si eline ge çer. Bu eser sayesinde Cenab’ı ve diğer Servet-i Fünûncuları anlar.
Yeni bir âleme girer, “ tek kelime Fransızca bilmeden alafrangala şır.” Mâlûmat mecmuasında bu tarzda bir çok manzumesi çıkar.
1903’te Paris’tedir. Burada tanış tığı ilk kişiler Sâmi Paşazâde Sezai, Hüseyin Siyret, Abdullah Cevdet
ve Abdülhalim Memduh olur. Paris Yahya Kemal’in şiir dünya sında ve anlayışında büyük değiş melerin vukubulduğu bir mekândır. Fransızca’yı öğrendikten sonra, önünde yepyeni bir âlemin kapıları açılır. O artık, kendi duygularını iâ- de eden, halis ve samimi bir şiirin peşindedir. Fakat, yeni Türkçe ile bu nasıl yapılacaktır? Şâirimiz bu boca lama devresindedir. Eskisi kadar fazla yazmaz, hattâ yazmaya ara bi le verir.
1904’te kapıldığı sosyalizm cera- yınının tesiriyle Victor Hugo'yu ör nek alır. 1905 onun boşlukta geçir diği bir senedir.
1906’da gittiği Londra’da yeni bir
Türk destanı yazmaya gayret eder. Bu cehdi sırasında ortaya çıkan bir takım mısralarla beraber, kendi şiir lisanını da bulur. Marazîlikten, ka palılık ve gizlilikten uzak; kendi
duygularının ifadesi, halis ve sa mimi b ir şiir anlayışına ulaşır.
Bir yandan da incelediği, sevdi ği ve kendi şiir anlayışım kurma da faydalandığı şâirler değişmek tedir. Hugo’ nun tesirinden kurtulur kurtulmaz, Chartes Baudelair’in şiir iklimine girer. Onun yaşadığı âlemin karasevdalısı haline gelir. Edgar Po-
e'yu daha iyi anlar, Paul Verlalne’i
bu yoldan geçerek, değişik bir zevk le sever.
Bütün bunlara rağmen, söz konu su sanatkârlardan hiç biri, onun ara dığı şiir lisanı ve anlayışını temsil et mezler. Şâirimizi asıl mecrasına sev- keden José Maria de Heredia’dır.
Yahya Kemal'in zihninde, yeni şiir anlayışının uyanış hikâyesini kendi sinden dinleyelim:
“Heredia bir yaratıcı değildi, çok gecikmiş, klâsik bir sanatkârdı. İl hamdan ye ihtirastan nzak, yalnız zevk kudretiyle, hakkında çok kul lanılmış bir tarifi tekrâr edeyim, bir kuyumcu kudretiyle işlediği yüz yir mi kadar sonnet ile bir iki uzunca manzûme sahibi idi. Heredia’nın derli toplu eserine bağlanmak hayâ tımın en esaslı bir tâlihi olduğunu itt- râf ederim. Avrupa'ma klâsikleri v s
romantikleri ne vücûda getirmişse onda sıkı bir inbikten geçirilmiş hal deydi. Lâtin ve Yunan şâirlerinin de ğerlerini ondan öğrendim. Heredia’- nın her sonnet’si üzerinde bir iki ay kalıyordum. Bir soneden diğer sone ye geçiş benimçün yeni bir heyecan oluyordu. Şiirin asıl mâdenine elim le dokunduğumu hissediyordum. Edebî modaya göre José Maria de Heredia köhnemişti. 1907 de Qartier Latin’de Heredia’yı hâlâ seven biz genç çok geri kalmış görünürdü.
Samimi temâyülümün şevkiyle, edebî modaya ehemmiyet vermiye- rek, Heredia'yı sevmekte ne derece isâbet ettiğimi sonra anladım. Çün kü edebî modaların hepsi birini te- vâlî ederek geçtiler. Heredia kaldı ve son senelerde, Heredia’nın nâmı na Luxembourg Bahçesi'nde bir âbi de dikilirken, eski muarızları bile hayranlık ifâde eder şeyler yazdılar.
Heredia’yı severken, eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini almıştım. Öteden beri aradığım yeni Türkçe- nin yanma yaklaştığımın bu münâ sebetle farkına vardım. Söylediğimiz Türkçe, eski Yunan ve Lâtin şiirin deki beyaz lisan gibi bir şeydi. Bu müşahedeyi tartıyordum. Eski şâir lerimizden mısra’-ı berceste diye ka lan birçok mısrâlann güzeliklerinde- ki hikmeti anlıyordum:
Geçti Gaalip Dede candan yâhiı
mısra’ı, eski edâda olmakla beraber Türkçeydi ve bir Mevlevi dedesinin öldüğünü, bir M evlevi dergâhının sabahında, münzevî ve mu’tekif de delerin odalarına, hâlis bir şiir sesiy le haber veriyordu.
Ağlar» hâtıra geldikçe gûlüşîüklerimiz
mısra'ı da böyle Türkçeydi; eski hâ tıraları bir mûsikî notasını cisimleş- tiren bir lisanda ve nazımdaydı.
Buyun Şadım ki yâr ağlar benimçün
mısraî yine böyle Türkçeydi; nâzik bir intikam hissini olduğu gibi ifâde ediyordu.
r ]rdü yelken-kûrek a'dâyı Kapûdan Paşa
mısra'ı gazel ve kaside Türkçesinin amîk medlerine misâl olmakla berâ- ber yine Türkçe idi; bir donanma muharebesinin canlı bir çizgisini gösteriyordu.
Göklere açılmasın eller ki dâmânındadır.
mısra'ı yine bu nevîdendi, lâkin, Türkçeydi; emsalsiz bir aşk hissinin âdeta canlı şekliydi.
Şemsir gibi rûy-i zemine taraf taraf Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları Aldım hezâr bütgedeyi mesckf eyledüm Nâkus yerlerinde okuttun ezanları
mısralarını niyçün seviyor muşuz? Çünkü bu mısralar Acemlerin şiir li sânından Türkçeye bir açılışı hisset tiriyor. 1560 senelerine doğru şiirde Türkçe söylemek ne derece ka ab il se bu mısralar o kadar Türkçedirler.
Ayağın sâkınarak basma aman sultanım Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun
mısrâlanndaki tavır, klâsik lisânın içinde Türkçeliği zorlamış gibidir.
Hâsılı fazla saymak istemiyorum. Gözüme çarpan misâller çoktu. Ye ni Türkçeyi, Heredia’nm vâsıtasiy- le eski Lâtin ve Yunan şirinin tâ ya nı başında görmeğe başlamıştım. Asıl Türkçe bana Sopholdes’in Yu- nancası ve Tacite’in Lâtincesi gibi saf görünüyordu.”
(Hatıralar, S.108/109/110
Yahya Kemal’in, kendi duygularını ifade eden, halis ve samimi şiir pe şinde olduğunu daha evvel söyle miştik. Onun şiirde gerçekleştirmek istediği bu yeniliğin üç temeli vardır:
Toplumun diliyle şiir söylemek, kelimeleri hususi bir ahenk oluş turacak şekilde tertib etmek ve muhtelif kısımları birbirini tamam layan ve baştan sona bir beste özelliğini taşıyan manzumeler or taya koymak.
Şâirimizin eserlerinde bu ölçü ve özellikleri tam mânasiyle bulabiliriz. O, kendi duygularının arkasından dış âleme bakar, samimidir. Mübağaya, gereksiz teşbih ve istiarelere başvur maz. Toplumun diliyle mısralar söy ler. Yine onun şiirleri konu bütünlü ğü olan manzumelerdir, divan şiirin de olduğu gibi, ortak konusu bulun mayan dağınık beyitler halinde de ğildir.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Açık Deniz şiirini tahlil ederken, Yahya Kemal’in, bu sanat hakkında düşün düklerim, şiirinde nasıl uyguladığına dair somut örnekler verir. Söz konu su örneklerde onun Türk şiirinde yaptığı yenilik daha açık görülür. Yahya Kemal’in diğer şiirleri de ay- nı ölçülere vuruldukları zaman aynı sonuçlarıverirler. Şâirimizin şiirde
yaptıklarını karakteristik olarak belir ten bu tahlilin bazı kısımlarını bura ya aktarıyoruz:
“ Tabiat asla tek başına bir de ğer ve mâna ifâde etmez. Tabiatı temaşa eden ve duyan insandır. Doğru yol tabiattan İnsana değil, insandan tabiata gitm ektir, insan tabiatı kendi hayali ve duygusu ile kavrıyor. (...) Açık Deniz’de Yah ya Kemal’e denizi bu kadar mânaiı gösteren kendi histeridir.” (Şiir
Tahlilleri, s .194)
Mehmet Kaplan Yahya Kemal’in üslubu konusunda da şunları söyler:
“Yahya Kemal, şiirden, estetik de ğeri olmayan unsurları atmış, fayda lıya değil, güzele değer vermiştir. Fikret, Akif, Gökalp, Mehmed Emin lüzumundan fazla didaktirler. Yah ya Kemal, asla böyle değildir. Açık Deniz’de görüldüğü üzere Yahya Ke mal, şiirleri baştan sona kadar geli şen bir oluş halinde terkip eder. Onun mısraları, dâima Deri doğru gi derler. Şiir, şekli itibariyle mûsiki gi bi bir akıştır. Yahya Kemal, bu akı şa uygun bir muhteva bulur. Bir hi kâye, bir hissi macera, bir seyahat, bu şiirlerin esasını teşkil eder. Yah ya Kemal’i büyük şâir yapan husu siyetlerden biri de imaj De muhteva arasında kurduğu sıkı münasebet ve ölçüdür. Değerli, değersiz her şey üzerinde bir teşbih, istiare veya me caz yapan Dîvan şâiri, bizde can sı kıcı bir süslülük intibaı bırakır. Servet-i Fününcular da daima "imaj yapmak” hastalığı De mâlüldürler. Yahya Kemal, yeri gelince, muhte vasına en uygun olan imajları yarat makta mfihirdir. Bunlar muhteva De öylesine kaynaşmışlardır ki bize asla süslü tesirini vermezler. Bunlar, his si en münasip şekilde anlatan ifâde vâsıtalarıdır. Açık Deniz’de, hiç bir benzetmeyi ihtiva etmeyen çıplak mısralar ekseriyeti teşkil eder. Bun larda duygu veya varlık hiç bir ör tüye lüzum kalmaksızın olduğu gibi ortaya konulmuştur:
Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını. Mağlûpken ordu yaslı dururken bütün vatan, Bir gün dedim ki: istemem artık ne yer, ne yâr Çıktım sürekli gurbete, gezdim doya doya
gibi ve daha birçok mısra da biz, çıp lak dilin, mermerden yontulmuş hey keller kadar güzel ve tabiî olduğunu kuvvetle hissederiz. Halk şiirinden sonra, yüksek edebiyatta, bize, sft-
Türk Edebiyatı
Aralık/1984
d* ifâde üe derin ve gürel şiirler ya zılabileceğini Yahya Kemal isbat et miştir.
Divan şiirinin yekneeak âhengin- den bıkan Türk edipleri, Tanzimat’ tan sonra Türk cemiyetine giren aon- snz bir muhtevanın da tazyikini his sederek, bizim için âdeta yeni bir aan’at olan nesri çok sevmişler, şii ri de nesre yaklaştırmağa çalışmış lardır. Serveti Fânâncnlar ve Meş- rûtiyet’ten aonra Akif, bu gayeye ulaşmış, “manzum bir nesir’’ vücû da getirmişlerdir. Yahya Kemal, şi iri büsbütün ortadan kaldıracak olan bu cereyana karşı, ahengi müdafaa etmiş, herkesin hakir görmeğe baş ladığı aruzu, yüksek bir mûsiki vâ sıtası yapmıştır.
Servet-i Fünûnculann nesir sen taksına karşı Yahya Kemal, her mıs raı veya beyti müstakü bir varlık hâ line getirdi. Açık Deniz’de her mıs ra veya beyit müstakil bir cümle teş kil eder:
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı... im.
Cümleler, veznin içine hiç bozulma dan yerleştirilmiştir. Kelimeler, vez ne uydurulmak için ezilip, bükül mez. Cümle içinde kelimelerin yer leri tabiî söyleyişe uygundur.
Yahya Kemal, şiirinde âhenge bü yük bir değer verir. Dolgun ve tam kafiyelerden hoşlanır Melâl, Lâl, va tan, zan, duygular, sular, çağıldadı, tadı, yâr, diyar gibi. Mısralar için de konson ve vuayel ahengi de var dır: “Her lâhza bir alev gibi hasret ti duyduğum” mısraında üç “h” iki “1” , “lâhza, alev, hasret,” kelime lerinin ilk hecelerinin “a”yı ihtiva etmeleri,
Aidim Rakofça kırlannın hür havasını
mısraında, kaim * T \ sert “k" ve “h” konsoldan,nın tesiri,
Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu
beytinde “ş,s,l“ konsoldan ve kaim vuayeUerin hâkimiyeti.”
Yine Mehmet Kaplan’m, şairi mizin şiir dilini değerlendiren cüm leleriyle bu bölümü bitirelim:
“ Yahya Kemal, bilhassa dil sa hasında bulduğu hârlkulâde ölçü
İle Türk şiirinde büyük bir örnek tir. Ne Divan na de Tanzimat ge leneğinde Türk muharrirleri, yaşa yan ve yaşayacak olan dilin ölçü sünü bulabilmişlerdir. Millî dilin öl çüsünü bilmeyen Divan şâirleri Tanzimat’tan sonra ölm üşlerdir. Bugün onlan tanımak ve incele mek İçin hususi bir hazırlığa İhti yaç vardır. Şinasî’nın büyük irşa dına rağmen, Namık Kemal, Hâ- mid ve Servet-i Fünuncular da Türkçeyl bulamadılar. Türkçüler m illî dilin konuşma dili olduğunu keşfetmekle beraber, öz türkçe yoluna sapanlar tekrar tabiî yol dan çıktılar. Konuşma dili ne arka izme (ölü kelimelere) ne neotojizme
(uydurma) tahammül eder. Ebedî şiir, dilin dalma yaşayan kelimele rine dayanmak mecburiyetindedir. Her kelimenin mânası ve tesiri başka olduğu gibi, hayat kaabili- yeti de ayndır. Kelimelerini zevkin hassas terazisinde tartmayanlar, yaşayan şiirin sırrına eremezler. Türk şiir tarihinde kelimelerin ya şama kaabillyetlerlnl, hakikî Türk çeyl İlk defa idrâk eden Yahya Ke mâl o lm u ştu r.” (Şiir Tahlilleri, s. 197)
ESERLERİ
Yahya Kemal, büyük titizlikle, yıl larca uğraşarak, ruhundan millî his lerinden ve engin kültüründen süze rek meydanp getirdiği şiirlerini, ki- taplamış halde göremeden vefat eder.
Yine Millî Mücadele ve sonraki yıl larda, gazete ve mecmualarda yaz dığı makalelerini de kitaplaşmış gör mek kendisine nasip olmaz. Bütün eserleri ölümünden sonra kitap ha line gelir.
Bu büyük kültür hizmetini, Yahya Kemal Enstitüsü ve millî kültür âşı ğı değerli edebiyatçı merhum Nihad Sâmi Banariı başarıyle tamamlarlar. Yahya Kemal külliyatı dördü şiir, do kuzu nesir olmak üzere on üç eser lik bir kültür hâzinesidir.
ŞİİRLERİ:
Kendi Gök Kubbemiz: (1961) Bu eser, üç bölümden oluşur: 1) Kendi Gök Kubbemiz, 2) Yol Düşüncesi, 3) Vuslat.
Birinci kısımda, Türk gücüyle İs lâm imânının birleşmesinden vücu da gelmiş, milliyetimizin yüceliğini
ve güzelliğini konu alan şiirler, ikin ci kısımda, düşünce (rindlik, ufuk ve ölüm temaları üzerine söylenmiş şi irler) şiirleri, üçüncü kısımda ise aşk şiirleri yer alır. Bu şiirlerin lisanı ide al Türkiye Türkçesi’dir.
Onun Osmanlı-Türk sesini dillen diren şiirleri “ Eski Şiirin Rüzgârıyle" (1962) isimli kitabında toplanmıştır: Selimnâme, Gazeller, Şarkılar, İthaf, Kıt’aiar-beyitler kitabı oluşturan şiir lerin toplandığı başlıklardır.
Üçüncü şiir kitabı olan Rübâîler'- in (1963) ilk kısmında şâirimizin ken di rübâîleri, ikinci kısımda ise Hay- yam Rübâîlerini Türkçe Söyleyişler bulunmaktadır.
Yahya Kemal’in üzerinde çalış makta olduğu ve bitiremediği şiirle ri ise, Bitmemiş Şiirler (1976) isimli kitaptadır. Bu eser, şâirin şiire adım adım nasıl yaklaştığını, mânâyı bir mücevher gibi nasıl titizlikle işledi ğini göstermesi bakımından mühim dir.
NESİRLERİ
Yahya Kemal’in nesirleri de üslûp ve edâ bakımından şiirleri kadar akı cı ve âhenklidir. Nesirlerinde de Türkçe’yi en temiz ve sağlam yapı sı ile kullanır. Gerek cümle yapısı, gerekse kullandığı kelimelerin âhen- gi ve dolgun mânâsı ile zengin bir ifâde kendini gösterir.
AZİZ İSTANBUL (1964) onun Türk medeniyetinin bir örneği olma vas fını kazanmış İstanbul şehri hakkın- daki yazılarından teşekkül eder.
EĞİL DAĞLAR (1966) Millî Mücâ dele yıllarında yazdığı yazıların bu lunduğu eserdir.
SİYASÎ VE EDEBİ PORTRELER’- de (1968) onun yirmi Türk edibi ve