• Sonuç bulunamadı

C. BİÇİMSEL ADALETİN AYRIMLARI

1. Sol Liberal Adalet

Liberal adalet anlayışı liberalizmin klasik varsayımını içtenlikle paylaşır. Klasik liberal öğretiye göre herkes kendi çıkarını gözetirse kendiliğinden bir şekilde denge oluşur. Ancak bu dengenin oluşumu ve öncesinde herkesin kendi çıkarını gözetebilmesinin ön koşulu ekonomik-siyasal özgürlüklerdir. Bireylerin kendi iyilerini takip etmelerinin en az engellediği toplumlar en adil toplumlardır. Tabii ideal düzenin kendiliğinden oluşmasına dair bu kuruluş öğretisi daha en baştan itibaren bir dizi istisna ile birlikte söz konusu olmuştur. Liberal düzeni meşrulaştıran erdem ve kavramlar, içerisinde radikal bir adalet nosyonunu potansiyel olarak barındırırlar. İktisadi liberalizm özel mülkiyeti emek üzerinden kutsar. Emeğin mülkiyet savunusunda ön plana çıkması insan emeği üzerinden bir hak savaşımına girişilmesine olanak tanır. Doğal hukuk ve toplum sözleşmesi tasarımları insanların insan olmak bakımından eşit oldukları ve bu eşit bireylerin aralarında anlaşarak ortak akla ulaşabileceklerini var sayar. Demek ki liberal siyaset felsefesi haklılaştırma biçimleri ve kullandığı metodoloji itibariyle düzeni eleştirmek ve eşitsizliğe müdehale etme noktasında bir dizi olanak sağlar. Bu olanaklar sağ ve sol bakış açılarınca farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Sağ bakış açısı eşitsizliğin yarattığı savaş tehlikesine karşı barışın ve güvenliğin sağlanmasını zorunlu görür. En rafine biçimiyle Hobbes’da karşımıza çıkan güvenlikçi özlem önceleri güçlü devlet gereksimini, daha sonra ise bir dizi devrim ile dönüşerek güçlü hukuk gereksimini ön plana çıkarır hale gelmiştir. Sol liberalizm ise barış ya da güvenliğin özgürlük için yeterli olmadığı düşünür. Şansızlar ve mağdurlar için yardım mekanizmaları yaratılması ve bireylere toplumsal siyasete katılım yolunda yardım edilmesi dile getirilen iki önemli öneridir. Bu önerilerden ilki sosyal adalete, ikincisi ise liberal demokratik devlete yol açmıştır.

62

Sol liberal düşünce moral olanın aynı zamanda bireysel olduğu noktasında sağcılarla aynı görüşü paylaşır, ama yine de tam moral bir durum için tüm toplumu tek bir ilkeye göre düzenleme gereğini duyar. Bu bahsi geçen kurucu siyasal ilke eşit özgürlükçü düzeni bir ideal olarak kutsama eğilimindedir. Sol liberalizm adalet, özgürlük ve eşitlik arasında bir dizi sınama ve tamamlama ile herkes için en makul duruma yaklaşabileceğini düşünür. Adalet insanların kendini gerçekleştirecek olanaklara kavuşması, özgürlük bu olanakların hayata geçirilmesi sonucunda ortaya çıkan moral durum, eşitlik ise kaynakları kişilere dağıtarak herkesin hak ettiği kadar özgür olmasını sağlayan mantıksal koşuldur. Böylesi bir tanıtlama bizi sol liberal adaletin ideal formülüne götürür: Adaleti sağlamada dikkate alınacak ölçünün içeriği olarak eşitlik, herkesin kendi iyisini ortaya koyabileceği nitelikte özgür bir toplum düzeni yaratabilirse, o düzen eşitlik ile özgürlüğün sentezinde en adil düzen olacaktır. Adaletin olanak olmaktan çıkarak gerçek haline gelmesi özgürlük sayesinde olur. Sol liberal adalet ancak daha çok eşitlik ile daha çok özgürlük, daha çok özgürlük ile de daha adil bir sonucunun elde edileceğini savlar. Ayrıca böylesi bir iddia eşitlikten özgürlüğe, özgürlükten adalete doğru dizilişin hem toplumları refaha doğru ilerleteceği, hem de bireyleri mutlu kılacağını kanaatini dile getirir.

Sol liberal adalet bir toplumsal adalet biçimi olarak düzen karşısında nispeten daha mağdur olanların sorunları ile birlikte dikkate alınmasını sistem açısından meşru hale getirir. Ancak eşitlikte alınacak mesafe hiçbir biçimde düzenin tasfiyesi anlamına gelmeyecektir. Toplumsal adalet, yasa önünde eşitlik ve ayrıcalıkların kaldırılması, yaşam koşullarında eşitlik ve insanlık onuru ile hukuk uygulamalarında toplumsal gerçeğin dikkate alınması gibi bir gündemde kendini somutlaştırır.64 Bu gündem aynı zamanda kapitalizmin devamlılığı noktasında yedek bir ideolojiyi karakterize eder. Sol liberal düşünce bir kısım sosyalist ve muhafazakarlar ile birlikte önce sosyal adaletçi sosyal devleti ve ardından da sağ liberallerle birlikte insan haklarına dayalı hukuk devletini yaratmıştır.

Kadim doğal hukuk geleneği 18.yy retoriğinde liberalizmin erken dönem ideolojisi olarak yeniden canlanmıştır. Bu canlanma sosyal adaletçi liberal duruşun köklerini gözler

63

Bu tezdeki sol-sağ ayrımı önemli ölçüde Bobbio’nun düşüncelerine dayanmaktadır. Yazar solu eşitsizlik karşısında eleştirel bir tutum, sağı ise eşitsizlikçi düzeni meşrulaştıran anlayış ve kavramlaştırmalar ile ilgili bir şekilde tanımlamıştır. Bkz. Norberto Bobbio, Sağ ve Sol, Çev: Zühal Yılmaz, Ankara: Dost Yayınları, 1999.

64

önüne serer.65 Sosyal adalet mülkiyetin öznesi ile nesnesi arasına kamu yararının girmesi gibi bir espiriyi ifade eder.66 Bu haliyle klasik liberalizmde üzerine haklar inşa edilen sözleşmeci düzene yönelik bir düzeltme talebini de içinde barındırır. Sosyal adaleti savunmak bir anlamda sözleşmenin taraflarının aslında gerçekten eşit olmadıkları düşüncesini savunmaktır. Soyut insana karşı somut insanı ön plana çıkaran bu sol liberal ruh Fransız Devrim ideolojisi olarak erken dönem Batı Avrupa siyasetinde tüm cumhuriyetçi öğeler tarafından hararetle desteklenmiştir.67 Sol bir özgürlük anlayışının ve doğal hukukun çağın koşullarına göre radikal bir şekilde eşitlikçi yorumlanmasının ürünü olarak ortaya çıkan sosyal adaletçi dönüşüm, kısa zamanda düzenin bekasını korumaya yönelik muhafazakar anlayışa eklemlenerek sosyal devlet etiketi altında Batılı modern devlet düzeninin ideal biçimi haline gelmiştir. Demek ki sosyal devleti yalnızca solcular ve liberal solcular desteklememiştir. Kapitalist sanayileşmenin yarattığı buhrana tepki ile faşizm/komünizm tehdidine karşı liberal düzenin kendini savunma refleksi birleşerek sosyal adaletçi sosyal devlet düzenini yaratmıştır.68 Eşitliği sağlamaktan çok eşitsizliği önlemek gibi oldukça ironik bir felsefe üzerine oturtulmuştur sosyal devlet.69 Bir tarihsel tecrübe olarak kendisinden daha radikal bir adalet anlayışının önünü kesmiş, demokratik kurumlarının yozlaşmasına yol açmış ve kamusal siyasete olan orta sınıf desteğini yarattığı derin hayal kırıklığı ile yok etmiştir.

Sosyal adaletin en doğrudan olumsuzlayıcı etkisi sosyalist hareket üzerinedir. 19.yy’ın ikinci yarısından itibaren sol siyaset sosyal adaletçi uygulamalara destek verip emekçi kesimlerin daha iyi koşullarda yaşamasına yardımcı olmakla, böylesi bir öneri setini kategorik olarak reddedip emek-sermaye çelişkisinin daha da keskinleşmesine ön ayak olmak arasında ciddi bir ikilem içine düşmüştür. Sonuçta özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde sosyal adaletçi sol siyaset yanlıları süreç içinde ön plana çıkmıştır. Solun devrimci niteliğini yitirerek sosyal demokratlaşması aynı zamanda muhafazakar ve liberal siyaset biçimleri ile sol arasında bir eklemlenmeye yol açmıştır. Sosyal adaletin sosyalizm içinde açtığı tartışma yalnızca hareketin kuruluş dönemlerindeki ayrışma ve bölünmeler açısından değil, aynı zamanda bugünkü reel politik koşulların belirlenmesi sorunu açısından da önemlidir. Şöyle ki kapitalist sistem liberal düzeni korumak ve iç tüketimi canlı tutmak için ihtiyaç duyduğu sosyal devleti neo-liberal iktisat politikaları aracılığıyla tasfiye etmektedir. Bu tasfiye karşısında sol partiler 65 Öktem, a.g.e., ss. 78-9. 66 Öktem, a.g.e., s. 81. 67

Ülker Gürkan, “Sosyal Adalet”, Adalet Kavramı Bildirileri içinde, ss. 115-9.

68

Doğan Özlem, “Hukuk Devletini Sosyal Devlet İçinde Düşünmek”, Doğu Batı 13, 2000-1, ss. 18-20.

69

ya yeni ekonomi politiğe ayak uydurup sermaye egemenliğinde bir dünyaya razı olmak, bir anlamda liberalleşmek, ya da sosyal devlet ve kamu ağırlıklı ekonomi noktalarnda direnip muhafazakarlaşmak ikilemi ile birlikte yaşamaktadır.

Sosyal adalet ile ilgili ikinci önemli sorun nesnesi demokratik siyasetin yapılma koşullarını ciddi ölçüde tahrip etmesi gerçeğinde somutlaşır. Sosyal adalet uygulamaları pratikte eşitsizlikçi düzenin ortak akıl şemsiyesi altında devamından başka bir işe yaramamıştır. Eşitsizlikçi bir dünyada ortak aklın belirlemesi süreci, eşitsizliğin taraflarının kendi benlik çıkarlarını, kendi benliklerini ve dolayısıyla da eşitsizliği zamanda, mekanda ve toplumda bir adım ileri götürmesi anlamına gelecektir. Sol partiler liberal ve muhafazakarlarla aynı siyaset yapma mekanizmalarına dahil olarak bu hareketleri ve dolayısıyla ortaklaşa bir şekilde parçası oldukları eşitsizlikçi toplumsal düzeni meşrulaştırmışlardır. Yine benzeri şekilde sendika ile sermaye sahibinin bir toplu pazarlıkta anlaşması, bu anlaşma sonucunda sendikayı ve tabii ki sermayeci kesimi de zamanda ileriye götürmüştür. Eşitsizlik sosyal adaletçi dönemde, eşitlik yanlıları ile karşıtları arasındaki uzlaşmalar ile sürekli olarak kendini yenilemiştir. Ayrıca demokratik siyaset görüntüsü altında ilke olarak zorlayıcı uzlaşıya dayanan bir tür korporatist düzen inşa edilmiştir. Bu düzen hem demokrasiyi kaynak dağıtımına indirgeyerek moral otantik özünden koparmış, bir anlamda içini boşaltmış, hem de ekonomik rasyonalitenin orta sınıfa ve bürokratik elitlere dağıtılan ulufeler aracılığıyla kökleşmesi sağlanmıştır. Sosyal devlet döneminde demokrasi kaynak dağıtma yarışından ibaret hale gelerek yozlaşmıştır.70 Bu yozlaşma siyaseti meşru olmaktan çıkaracak bir genel ekonomik çöküş yaşanana kadar devam etmiştir. Sol liberal görüşlerin ciddi ölçüde etkinliğini yitirmesine yol açan 70’li yılların ekonomi-politik dönüşümü ise, kapitalist sistemin yeni eylem reçetesi uyarınca kapsamlı bir küreselleşme hareketine yol açmıştır. Sosyal devletin tasfiyesi ardındaki görünür sebep aşırı yüklenmedir. Sosyal adaletçi düzen büyük bütçeleri gerektiren toplumsal inşa süreçleri ile birlikte söz konusu olmuştur hep. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliği kapitalizmi yok etmeden yok etmeye kalkan gelir dengleştirici programlar oldukça ağır bir mali faturayı beraberinde getirmiştir. Ancak hükümetler politik rekabet gereği vergileri arttırmak yerine borçlanmayı yeğlemişlerdir. Aşırı borçlanma sorunu fırsat eşitliğini sağlamak için gelir-harcama dengesini bozmayı göze alan populist polikalarla birleşince

70

R. M. McKenzie, “Taxation and Income Redistribution: An Unsympathetic Critique of Practice and Theory”,

sosyal devletçi adalet kapitalist sistemin gözünde vazgeçilebilir hale gelmiştir.71 Ama tabii arka planda bu gönüşteki bu kaynak krizi seneryosuna göre daha sahi bir gündem yatar.

Sosyal adaletçi sosyal devlet düzeni tüketim toplumu pratikleri aracılığıyla işçi sınıfının burjuvalaşmasına ve bu kabil bir değişimin sonunda sistem için devrimci radikal bir alternatif olmaktan çıkmasına yol açan ideolojik bir enstrümandır. Bir yandan emekçi kesimler uysallaştırılmakta, diğer yandan ise bu tür bir uyuşmanın gereğinde yaygın Fordist tüketim desteklenmektedir. Tabii tüketimi desteklemek için kamu kaynakları yoğun biçimde sermaye kesimine aktarılmıştır. Ancak tüm bu işçilerin burjuvalaşması ve tüketim ile mikro iktidar ağları üzerinden düzene bağlanması sürecinde kapitalist işletmeler gittikçe belirgin bir şekilde azalan karlar sorunu ile uğraşmak zorunda kalmışlardı. İç piyasaya ağırlık veren ulusal ekonomi düzeni sermayenin karlılığını ciddi ölçüde sınırlıyordu. Sermayenin kar marjını arttırabilmesi için emeği koruyan üretim rasyonalitesinin tasfiye edilmesi, kamu kontrolündeki işletmelerin özel mülkiyete transferi ile kar edimine açık alan sayısının artması, serbest ticaret rejimine dayalı bir uluslar arası piyasanın kurulması gerekiyordu. Sosyal güvenlikçi sosyal devlet modeli sermayenin kısaca özetlenen bu tarihsel çıkarları karşısında ciddi bir engel niteliğindeydi.

Tezimize konu ettiğimiz liberal siyaset felsefeleri ile bu bahsi geçen sol liberal anlayışının entelektüel serüveni arasında ciddi bir ilişki söz konusudur. Rawls’ın kuramı özü itibariyle sol liberal düşüncenin oldukça rafine bir savunusu niteliğindedir. Rawls zaten en baştan beri tutarlı bir felsefi içeriği değil de, duruma ve sosyal koşullara göre eklektik bir şekilde inşa edilmiş bir postulayı ifade eden sosyal adaleti daha nitelikli bir kavramsal zemine kavuşturmaya çalışmıştır. Rawls adalet kuramı ile bir kişinin diğer bir kişiden daha fazla miktarda kaynağı hak ettiğini neye göre söyleyebileceğimiz üzerine bir soruşturmaya girişmiştir. Temel sorun kaynakları nasıl dağıtırsak en adil durum ortaya çıkar, herkes hak

ettiği kadar özgür olur sorusunun yanıtını bulmaktır. Çalışma içinde çeşitli kerelerce

belirtildiği üzere Rawls, adaleti liberal düzenin kapsamlı bir şekilde yeninden inşasında moral bir dayanak olarak kullanmıştır. Adalet en nihayetinde kişilerin temel haklarının korunması talebidir. Bu bağlamda adalet istemi toplumsal-siyasal düzen şöyle kurulursa bu kurucu

espiriye uygun bir şekilde insan onuru insanlığa yakışır ölçüde korunabilir şeklide ifade

71

J. M. Buchanan ve R. Wagner, “The Political Biases of Keynesian Economics”, Economics: Between

edeceğimiz bir amacın gerçekleşmesine adanmıştır.72 Ancak Rawls’ın sosyal adaletçi liberal düzeni daha sağlam temeller üzerine yeniden kurma girişiminde bir hayli geç kaldığı düşünülebilir. Bir Adalet Teorisinin yayınladığı 1971 yılından bugüne sol liberal adaletin popüleritesini önemli ölçüde yitirdiği, Hayek ve Nozick örneğinde görüldüğü üzere alternatif eleştiri setlerinin siyaset felsefesi yazınında ön plana çıktığı görülmektedir. Sağ liberal adaletin ekonomi politiğe dair son dönem ki dönüşümünde yeni sağcı bir programla tartışmalara ve politikalara egemen olması önemli ölçüde biçimsel adaletin sol versiyonundaki kan kaybıyla ilgilidir. Rawls’ın kuramı dahil sosyal adaleti yeniden inşaya adanmış tüm çözümlemeler sağ duruş karşısında başarısız olmuştur. Tabii böylesi bir sonuç hiç de şaşırtıcı değildir. Sağ liberalizmin karşıtına yönelik adalet yönlü eleştirisi bir dizi somut sonucu teorileştirme içinde ön plana çıkarma eğilimdedir. Özel mülkiyetin tasfiyesinin totalitarizme yol açtığı, fırsat eşitliğinde ileri gitmenin ekonomik verimsizliği beraberinde getirdiği, devletin toplumdan daha moral bir varlık olmadığı, bu nedenle sosyal adaletçi düzenlemelerin bürokratlar-polikacılar tarafından orta sınıf ile işbirliği içinde yolsuz bir şekilde kullandığı tezleri sağın elini güçlendirmiştir. Bu itirazlara karşı sol liberal düşüncenin yanıtı ise başlangıç durumu gibi epistemolojik açıdan son derece tartışmalı soyutlamalarla somut eleştirilerin tartışma içindeki nisbi önemini azaltmak ve ekonomik eşitsizlik üzerinde siyasi-moral bir düzen kurarak sosyal adaletin bildik dualizmini daha da inceltilmiş bir forma devam ettirmekten ibaret olacaktır.