• Sonuç bulunamadı

Özcü Adalet-Biçimsel Adalet Karşıtlığı: Ruhunu Kaybeden İnsan

A. ÖZCÜ ADALET

4. Özcü Adalet-Biçimsel Adalet Karşıtlığı: Ruhunu Kaybeden İnsan

Özcü adalet anlayışı adalete dair tarihsel-toplumsal ilginin uç noktalarını ifade ediyor her şeyden önce. Özcülük bizi ya salt olumlu duygulara atıfta bulunan bir iyilik adaletine, ya da yok etmeyi de içeren realist bir durum adaletine götürüyor. İlk düşünce seti adalete olan ihtiyacın ancak bu ihtiyacı aşan bir bakış açısıyla ortadan kalkabileceği konusunda ısrarcı. Realist adalet ise adaletin salt iyilikten ibaret olmadığını, insanların adil bir düzenden beklentilerinin öncelikle adaletin ödüller ve cezalar aracılığıyla dağıtılması olduğunu düşünür.

50

Jean Hampton ve Jeffrey Murphy, Mercy and Forgivennes, Cambridge: Cambridge University Press, 1988. Adalet-merhamet çelişkisinin bir tür klasik ahlak dikhatamosi olarak yorumlanması için bkz. Ülken, a.g.e., ss. 36-7.

Tabii olması gereken ile olanın karşı karşıya geldiği bu tartışma adalet teorilerinde sık sık karşımıza çıkan bir gerilimi de ortaya koyuyor. Adil bir dünya düşü kurarken ya da adalet üzerine düşünürken bir gün gelip de adalete ihtiyaç duymamamıza ne tür değişikliklerin sebep olacağı konusundaki önerilerimizi bu bahsi geçen düşünme (düşleme) işlemi içine katma gereği duyuyorsak adaleti bir kötülük alameti olarak ele alıyoruz demektir. Bu durumda gerçekten adaleti istemek adaletin sonunu da istemeyi gerektiriyor. Ama etik politik çözümleme düzeyini adalet temelinde kurduğumuzda, hem adalete ulaşmaya, hem de adaleti aşmaya dair özlemlerin her ikisini birden gerçekleştirmeyi başaramıyoruz. Adaleti gerçekten aşmayı isteyen düşünürler bu kavramı bir ideolojik enstrüman olarak kullanmaktan özenle kaçınır. O halde Marx örneğinde olduğu üzere radikal adalet çözümlemelerinde neden adalet kavramının kendisinin değil de, özgürlük, eşitlik, yabancılaşma, sömürü gibi alternatif anlatma elemanlarının ön plana çıktığı açık. Tabii tersten okursak da adaletten bahsetmenin hemen her zaman onu aşmayı olanaksız kılan bir epistemolojik set yarattığını iddia edebiliriz. Bu bağlamda ayrı ayrı saiklerle Rawls, Hayek ve Nozick tarafından yapılan adaletçi tartışmalarının bizi neleri tartışmaktan alıkoyduğunu tez içinde ayrıntılı bir şekilde görüceğiz. Ama şu aşamada her üç düşünürün de biçimsel ahlak anlayışının sınırları içinde kalmayı tercih ederek zaten en baştan itibaren adaleti aşmayı hedefleyen özcü sızıntıya kapılarını kapattığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak özcü adalet çözümlemesinden çıkarabileceğimiz ilk saptama adaletin kutuplaştırıcı etkisiyle ilgili olacaktır. Adaleti sağlamayı ne kadar önemsersek, adaletten kurtulmayı o ölçüde güçleştirmiş ya da adaleti aşmayı ülküselleştirdiğimiz ölçüsünde adaletin kendisiyle ilgilenmeyi o kadar olanaksız hale getirmiş oluyoruz. Adaletin bugünü bizi yarını düşünmekten, yarını ise bugünkü sorunla ilgilenmekten uzaklaştırıyor.

Adaletin özcü temellendirilişinde bizim dikkatimizi çeken ikinci önemli ayrıntı adaletin kişisel bir şey olmaktan çıkarak hızla kurumsallaşmasıdır. Tabii tüm uygarlaşma- modernleşme süreçlerini de kapsayan bu dönüşümün bir erdem olarak adaleti olanaksız hale getirdiği, teknik olarak adaletin ön plana çıkmasının adil davranışını bir karakter sorunu olmaktan çıkararak, özel bir yetiye, politik-ekonomik bir hesaba dönüştürdüğü ileri sürülebilir.51 Adalet kuramının adalet erdemi aleyhine büyümesi adeletin akıl aracılığıyla doğru formülüne ulaştığımız bir hesaplama sorununa indirgenmesine, böylesi bir sonuç ise ister istemez adalet için gerekli olan duyarlılığın sönüp gitmesine yol açmıştır. Eski çağlarda

51

adalet dünyanın nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerden çok somut olaylara dair hak-ceza denklemini içeriyordu.52 Adalet bu ilk ilkel biçiminden modern dünyadaki karmaşık haline doğru evrilirken bireye duyulan önem, öteki için duyduğumuz ilgi ve kaygıya içeriğinde giderek daha fazla yer vermeye başladı. Ama bu olumlu sonuç dünyevileşme özelinde ağır bir kurumsal baskı pahasına elde edildi. Daha hümanist bir adalet anlayışına kişisel-tinsel bir dönüşümün sonucunda değil, toplumsal denetim altında kurumların zorlaması sayesinde ulaştık. Görünüşte daha insancıl, ama aslında daha soğuk ve bize daha yabancı bir kavramdır bugün adaletten anladığımız şey. Adaletin kurumsallaşması adalet karşısında kamusal sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasına yol açtı; adaleti uygulamakta görevli kişilerde bile bu duygu yok oldu.53 Adaletin kişisel sorumluluğun gereği olmaktan çıkışı özel olarak tek tek kişilerin değil de düzenin adil olması gerektiği gibi bir yargıyı adalete dair çağrışımlar listesinde en üst sıraya koydu. Bu nedenle insanlar sosyal sorunları kişisel yardım yoluyla çözmenin irrasyonel olduğunu düşünmeye başladılar. Sorunların büyüklüğü karşısında hemen herkes tek başına anlamlı bir şey yapalabileceğine inanmaz oldu. Bir genel sorunu, örneğin yoksulluğu ancak kamusal politikalar aracılığıyla çözebiliriz diye düşünmekteyiz. Gönüllü yardım gibi kişisel motivasyonla harekete geçirilen mekanizmalar sorunu çözemezdi çünkü. Bu son haliyle adalet bir kişisel çaresizlik durumudur. Kişiler adalet için ayrıca hiçbir şey yapamazlar. Adalet Rawls örneğinde olduğu üzere devlet, ya da Hayek-Nozick ikilisinin bize salık verdiği üzere ancak piyasa sayesinde gerçek kılınabilirdi.

Adaletin kurumsallaşmasının erdem olarak adaleti yok ettiği ve kişi ile adalet arasında somut-gerçek bağlar kurulmasına engel olduğu tezi bir dizi sonucu beraberinde getirir. Öncelikle adalet somut, gözle görülür bir pratik olmaktan çıkarak otantik bir özgürlüğe dönüşüyor. Bu dönüşüm birey eylemini adalete yöneltme noktasında ciddi bir motivasyon eksikliğine yol açmakta. Adaletin umut bağlanacak bir nesne olarak tanıtılması adaletin gereğini yerine getirmenin bizim elimizde olmadığı gibi bir hisse yol açmakta.54 Post modernizmin karartıcı koşullarında kurumsal kapsayıcılık ile kişisel çaresizlik arasındaki bağ güçlendikçe adalet gerçekleştirilebilir bir şey olmaktan umulan/özlenen bir şey olmaya doğru irtifa kaybediyor. Adaletin somut bir durum olmaktan uzaklaşarak soyut bir kavram olmaya doğru modern serüveni aynı zamanda kişinin kendi yaşamı ile iyi yaşam ideali arasında bağlar kurmasını da önlüyor. Daha iyi bir dünya kurmak için ortaya atılan adalet tanıtlamaları adaleti 52 Solomon, a.g.e., s. 28. 53 Solomon, a.g.e., s. 34. 54 Solomon, a.g.e., s. 24.

erdemde ya da iyi duygularda, mutlulukta veya acıda, kısacası insanın gündelik yaşamındaki türlü olasıklar içinde değerlendirmeye yanaşmadığından, sıradan birey iyi toplumu düşündüğünde, düşünüşü içinde adalet çözümlemelerinin sonuçlarına yer vermiyor. Adalet ile somut insan arasındaki bağın kopması sonuçta iyi toplumla adalet arasındaki birlikteliği zedeliyor. Ünlü adalet kuramlarının hiçbiri ne kadar derin öneriler dile getirirse getirsin toplumca desteklenmiyor. Hepimizi ilgilendiren adalet, birkaç teorisyeni hariç tutarsak hiçbirimizin sorunu değil aslında. Adalet erdem olmaktan çıkıp kuram haline geldikçe insani özünü ve tabii ki bu dünyada bir şeyleri değiştirme adına moral iddiasını da yitirmekte. Adaleti biçimsel bir şekilde ele alan liberal adalet kuramcılarında, ama özellikle de Rawls’da bu bahsi geçen eğilim açıkça ön plandadır. İşte belki de bu nedenle Rawls’ın Bir Adalet

Teorisi bir sosyal felsefe eseri olmaktan çok, bir matematik denklemleri kitabını andırıyor.

Bugün itibariyle adaletten bahsetmek bir dizi kanıtı belli bir tutarlılık içinde sıralamaktan ibaret. Çünkü adalet erdem olarak yok oldu, ancak kuram olarak var.

Adaletin soyutlaştığı dolayısıyla somut içeriği yitirdiği, kurumsallaştığı dolayısıyla kişisizleştiği tezleri bir arada okunduğunda özcü adalet adına adaletin bugününe yönelik şikayetlerimizin katılım özelinde bir bağlantı sorununa işaret ettiği görülecektir. Adaleti sağlamaktan öncelikle kurumların sorumlu olması kişisel sorumluluğu kendiliğinden ortadan kaldırmaz çünkü. Ya da benzeri şekilde adaletin teorisi pratiğini gereksiz kılmaz. Ama modern toplumda kişilerin kurumlara katılma imkanları önemli ölçüde kısıtlanmıştır. Adaletin gereğini yerine getirmekten sorumlu olan kurumlara kişisel katkı kanalları tıkalı olduğundan adaletin kurumsallaşması zorunlu olarak kişiler üstü bir biçimsel adalet anlayışını beraberinde getiriyor. Benzeri bir tıkanma teoriden pratiğe ulaşma meselesinde de söz konusu. Bugün itibariye bir kişi adalet teorisi ile uğraşmaya gerek duymaksızın diğer insanlara karşı adil tutum içinde davranmaya özen gösterebilir. Ya da adil davranışı kişiselleştirmek yerine kuramsal sorunlarla uğraşabilir. Ama aynı zamanda hem adalet teorisi, hem de pratiğiyle

ilgilenemez. Çünkü teoriyi pratiğe bağlayan eylem olanakları önemli ölçüde

kısırlaşmış/kısırlaştırılmış durumdadır. Liberal siyaset felsefesinin iki başat enstrümanı doğa durumu ve toplum sözleşmesi liberal öğreti içinde kurum-kişi, teori-pratik bağlantısının kurulmasını daha da güçleştirmektedir. Çünkü bu iki öneri seti zaten en baştan itibaren zaman dışı bir gerçeklik zeminini teorinin özgün zemini haline getirir. Zamanın dışında kurgulanan adalet teorisinin zamanın içindeki insan ilişkilerine pratik olarak katkıda bulunması en baştaki ön kabullerin sınırlarının dışına çıkmayı gerektirir. Tabii bu da bir ölçüde teorinin kendi içinde tutarsızlaşmasına yol açacaktır. Ele aldığımız düşünürler içinde Rawls teorisini

zamanın dışında kurma, adalet için somut-gündelik açılımlar yapmama ve süreci tümüyle biçimsel bir çerçeve içinde kodlama konusunda oldukça uç noktadadır. Nozick ise özellikle sosyal adalet eleştirisi ile gerçek dünyaya bir hayli yaklaşır ve biçimsel tutarlılık konusunda Rawls’tan sonra gelir. Liberal adalet kuramcıları içinde özcü çağrışımlar yapmaya en çok müsait felsefe Hayek’e aittir. Sonuçta Hayek’de biçimsel adaleti makul tek adalet biçimi olarak kutsar ve kendiliğinden düzen konusunda oldukça kapsayıcı varsayımlarda bulunur. Kendiliğinden düzenin kendiliğindeliği son derece kurgusaldır. Ama yine de Hayekçi çözümleme başlangıç durumu ya da doğa durumu gibi bir şeyden hareket etmez. Sonuçlarını teori öncesi kabullerden çıkarma konusunda diğer liberal adalet kuramcıları kadar istekli değildir.