• Sonuç bulunamadı

1.3. Siyasal Toplumsallaşma Aracıları

1.3.2. Aile

Aile, en temel toplumsal kurumlardan birisidir. Sosyal bilimciler, ailenin toplum açısından çok önemli bir yeri olduğu fikrinde birleşmişlerdir.39 Toplumsal bir kurum

39 Toplumu düzenli bir yapı olarak gören işlevselciler için (örneğin Talcott Parsons) aile, toplumsallaşma sürecinin en önemli aracılarından birisi, eski kuşağın değerlerini yeni kuşağa aktaran ilk mekanizmadır ve böylece toplumsal düzeni güvence altına alır (Poster, 1989: 113). Düşünce tarihinde ailenin olumlu işleve sahip olduğu genel olarak kabul edilse de bu düşünceye olumsuz bakan

olarak aile şöyle tanımlanabilir: “Aile, genel olarak nüfusu yenileme, milli kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme (toplumsallaştırma), ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin işlevlerinin yerine getirildiği bir kurumdur” (Aydın, 2000:35).

İnsanın doğar doğmaz dâhil olduğu ilk toplumsal birliktelik ailedir. Bu yüzden de aile toplumsallaşma sürecinde en temel ve belirleyici kurum olarak öne çıkmaktadır. Pek çok farklı bilim dalından toplumsallaşma ve insan gelişimi konularında çalışanlar, insanların kişilik gelişimlerinde ailenin rolünü değişik boyutlarıyla incelemişlerdir. Ailenin toplumsallaşma süreci açısından en önemli kurum olduğu, konu ile ilgilenen sosyal bilimcilerin neredeyse tamamen üzerinde uzlaştığı bir düşüncedir (Kağıtçıbaşı, 1990: 61). Nirun’a göre, (1994: 69), “aile, toplumsallaşma sürecinde ilk basamaktır. O sebeple, toplumsallaşma aile ile ilk adımda hem ferde hem de topluma açılan iki yönlü penceredir”. Toplumsallaşan çocuk için en önemli rol modelleri anne ve babadır. Toplumsallaşma sürecinin ilk “önemli/anlamlı ötekiler”i –belki de en önemli ötekileri- anne ve babadır.

Genel toplumsallaşma sürecinin birincil ya da asli toplumsallaşma boyutu açısından düşünüldüğünde, ailenin merkezi konumu daha da öne çıkmaktadır. Birincil toplumsallaşma süreci, bireyin kişiliğinin oluşumunda asıl etkilerin yaşandığı süreçtir. Doğumla başlayan ve ilk çocukluk dönemini de kapsayan bu dönem, ailedekilerin etkin ve önemli ölçüde belirleyici olduğu dönemdir. Bu yüzden de çocukluk döneminde aile içinde kazanılan alışkanlıklar, benimsenen değerler ve inançlar, hayat boyunca etkili olmaktadır.

Ailenin en etkili toplumsallaşma aracısı olduğu görüşünü siyasal toplumsallaşma alanında ilk defa çalışan siyaset bilimcilerden Hyman da paylaşır. Ona göre aile, siyasal toplumsallaşma sürecinde en etkili toplumsallaşma aracısıdır (Hyman, 1969: 52). Bu görüş, konu üzerine çalışan başka sosyal bilimciler tarafından da kabul edilmiştir (Weissberg, Joslyn, 1977: 46).

Siyasal toplumsallaşma konusunda ailenin rolünün ne derece etkili olduğu ve olabileceği ciddi bir şekilde tartışılmıştır. Ailenin süreçte aldığı role ilişkin çok çeşitli bazı düşünürler de olmuştur. Klasik Marksist teoride aile bir burjuva kurumudur ve kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesine aracılık etmektedir.

ve farklı teoriler gelişmiştir. (Dawson, Prewitt, Dawson, 1977: 115). Nitekim aile en önemli toplumsallaşma aracılarının başında gelse de hem toplumsallaşma, hem de siyasal toplumsallaşma süreçleri çocuklukla ya da aile yanında geçirilen zamanla sınırlı bir süreç değildir. Bununla birlikte, ailenin etkin olduğu dönemlerde de diğer toplumsallaşma aracıları sürece etki etmektedir. Siyasal toplumsallaşma açısından bakıldığında özellikle çocuğun okula gitmesiyle birlikte okulun ve dolayısıyla öğretmenlerin, okuldaki arkadaş gruplarının ve genel olarak verilen eğitimin sürece çok önemli derecede etkisi olduğu açıktır. Bir toplumsallaşma aracısı olarak aile, bu rolünü diğer aracılarla paylaşmaktadır.

“Çocuk, ilk kez iktidar ilişkileri ile aile içinde tanışmaktadır. Aile içerisinde emirler ve cezalar, saygı ve sevgi ilişkileri, anna-baba ilişkisi çocuğun otorite ile anlamlı ilişki kurmasına yardımcı olur. Bu alandaki iktidar ilişkileri, ilerideki dönemlerde siyasal alana aktarılarak bireysel davranış kalıplarının oluşmasına etki eder” (Çetin, 2003: 73). Pek çok siyasetçinin çocukluk dönemleri ve özellikle de aileleri bu yüzden merak edilmiştir. Özellikle kötü çocukluk dönemi geçirmiş olan siyasetçilerin yetişkinlik dönemlerinde izledikleri siyasetler ile analojiler kurulmuştur. Örneğin Adolf Hitler ile ilgili çalışmalarda, yetiştiği aile düzeninin bozuk olmasından, babasından çok dayak yemesinden v.b. bahsedilir.

Totaliter40 ve otoriter rejimlerin milli eğitim ideolojileri dolayısıyla başta okullarda yetiştirilen genç nesiller olmak üzere, bütün bir topluma propaganda yoluyla devletin ve baştaki yöneticinin ya da yöneticilerin “baba” olarak sunulması ve ona itaat edilmesi üzerine yapılan vurgular da ailenin sembolik düzeyde ne kadar önemli bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir (Kaplan, 2005).41 Sovyetler Birliği’nde Stalin’in iktidarında en çok kullandığı sloganlardan birisi “Ben sizin babanızım” olmuştur (Sennett, 2005: 99).42 Bu şekilde ailenin koruyuculuğuna ve

40 “Totalitarizm, hayatın her alanını işgal eden ve hâkimiyetini ideolojik manipülasyonla, açık terörle ve yaygın baskı ve zulüm yoluyla tesis eden siyasal yönetim biçimidir. Siyasal otoritenin (devletin) hayatın her anını ve alanını kontrol altına aldığı sistemdir. Otokrasi, otoriteryenizm ve geleneksel diktatörlükten sosyal ve kişisel varlığın ve hayatın her alanını siyasallaştırarak total güce ulaşmaya çalışmasıyla ayrılır. Faşizm ve ortodoks sosyalizm, totalitarizmin sağ ve sol versiyonlarıdır” (Yayla, 2004: 229). Faşist ve Ortodoks sosyalist ülkelerde sadece çocuk ve gençler değil, her yaştan ve her kesimden insan iktidarların siyasallaştırıcı etkilerine maruz kalmışlardır. Farklı düşünceler ve özel hayat totaliter iktidarlar tarafından tehdit olarak algılanmışlar ve şiddetli bir şekilde cezalandırılmışlardır. Totalitarizmin söz konusu özellikleri dolayısıyla, totaliter iktidarlar için çocukların ve gençlerin önemi çok büyük olmuştur. Nitekim Naziler Almanyası, Faşist İtalya, Sovyetler Birliği’nin ve diğer totaliter rejimlerde yaşanan siyasal toplumsallaşma tecrübeleri özellikle dikkat çekicidir. Totaliter ve otoriter siyasal rejimler için sadece çocuklar ve gençler değil, aynı zamanda yetişkinler de siyasal eğitime tabi tutulması gereken bir kesime karşılık gelmektedir. Bu konuda siyasal tarihte bulunabilecek en önemli örnek şüphesiz Nazi Almanyası’dır. Erika Mann’ın deyişiyle, 1933’ten önce Alman yurttaşı kendisini bir baba, bir Protestan, bir çiçeksever, bir dünya vatandaşı, bir pasifist ya da bir Berlinli olarak görürken, 1933’ten sonra aynı vatandaş her şeyden önce kendisini bir Nasyonal Sosyalist olarak görmeye zorlanmıştı (akt. Şimşek, 2002: 23).

41 Modernleşme ile birlikte çocuğun nasıl bir eğitim alacağı, hangi değerleri benimseyeceği ya da benimsemeyeceği, nelere inanıp nelere inanmayacağı gibi konular Aydınlanma ile birlikte tartışılan önemli konulardandır. Bu konular dolayısıyla çocuğun aileye mi yoksa devlete mi ait olduğu da bir sorun ortaya çıkmıştır. Bu konuda Fransız Aydınlanmasının temel ilkelerinden birisi hem yetişkinlerin hem de çocukların devletin belirleyeceği pedagojik politikalara uyması şeklinde gelişmiştir. Devrim sonrası Jakobenler için, doğmamış çocuk bile vatana ait olarak görülmüştür. Çocuk, devlete mi yoksa anne babasına mı ait sorusu, dönemin en önemli tartışma konularından birisi olmuştur (Bumin, 1983: 59-61).

42 Marksizmin aile ile ilgili görüşleri ve Sovyetler Birliği’nin kurulduğu yıllarda ailenin bir burjuva kurumu olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiği kabulünün ve Lenin döneminde bu yönde uygulamaların da yapıldığı düşünüldüğünde, Stalin’in aile kurumunu ve babalığı bir propaganda aracı

kollayıcılığına da vurgu yapılmakta ve devletin emirlerinin tıpkı babanın emirleri gibi görülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte totaliter ya da otoriter olmayan siyasal sistemler için bile aileyi önemli kılan bir faktöre Stevens dikkat çekmiştir. Devletlerin varlığı zorunlu olarak halklara dayandığı için en başta yönetilecek bir halkın var olması nüfusun artmasına ve dolayısıyla da aileye bağlıdır (Stevens, 2001). Bu durum, aileyi siyasal toplumsallaşma açısından bir kez daha önemli kılmaktadır.

“Aile; özellikle de anne-babalar ile ilgili yapılan pek çok çalışmada, çocukların siyasal yönlendirilmesinde ailenin ilk siyasal toplumsallaşma aracısı olduğu ortaya koyulmuştur” (Ventura, 2001: 666). Bu durumun en önemli sebeplerinden birisi çocuğun toplumsallaşma sürecinde ilk karşılaştığı insanların, kendi anne ve babası olması dolayısıyla anne ve baba, çocuk için her konuda en güçlü modeldir; çünkü ulaşılabilir olmalarının yanında duygusal destekleri bağlayıcıdır (McDewitt, 2005: 68). Bu duygusal bağlılığın ve rol modeli olma durumunun bir sonucu olarak yetişkinlerin siyasal eğilimleri erken yaşlarda çocuklara da kaynaklık etmektedir (Greenstein, 1973: 58). Başta anne ve baba olmak üzere çocuğun yetişmesinde en yakında bulunan aile fertleri, sadece duygusal yönden değil, toplumsal roller ve kişiliğin temel özelliklerinin kişide yerleşmesi açısından da merkezi bir konumda bulunmaktadır.

Siyasal toplumsallaşma ile aile arasındaki ilişkinin açıklanması konusunda özellikle anne-baba rollerine dikkat çeken Ventura, çocuğun anne-babasının siyasal konularda hem kendisiyle hem de başkalarıyla yaptıkları konuşmaların etkisiyle anne ve babasının siyasal görüşleri üzerinden bir siyasal kimlik inşa ettiğini ve siyasal tercihlerini belirlediğini savunmuştur. Ülkedeki siyasal olayların iyiye ya da kötüye gittiği konusunda ve kendi siyasal görüşleri üzerine konuşan anne-baba, bu yolla siyasal kimliklerini çocuklarına aktarmaktadır (Ventura, 2001: 671).

olarak kullanması ironik bir duruma karşılık gelmektedir. Ancak devlet yöneticilerinin “baba” ya da kadın yöneticilerin “anne” imajını bir propaganda aracı olarak kullanmalarının kökleri çok eskilere kadar gider. Benzer durumlara siyasal kültürümüzde rastlamak da mümkündür. Örneğin, Türkiye’de 1934’te çıkan soyadı kanunu ile sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Türklerin babası anlamına gelen “Atatürk” soyadı T.B.M.M. tarafından verilmiştir.

Tabiî ki her aile ortamında sürekli olarak siyaset, siyasal olaylar ve siyasetçiler üzerine konuşmalar yapılmamaktadır. Hatta bu konularda konuşmamaya gayret eden aileler bile vardır. Bu durum, ailenin bir siyasal toplumsallaşma aracısı olarak etkinliği konusunda tartışmalara yol açmıştır (Prewitt, Dawson, Prewitt, 1977: 116). Bu tartışmada Hess ve Torney, (1973: 71), ailenin rolünün abartılmaması gerektiğine işaret etmişlerdir. Hatta söz konusu siyaset bilimciler, okulda alınan eğitim dolayısıyla okulun kişinin siyasal toplumsallaşma sürecinde aileden çok daha önemli bir rolü olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bu durumun da en önemli nedeni, vatandaşlık rolünün okulda öğretilmesidir (Hess, Torney, 1973: 72).

Siyasal toplumsallaşma sürcinde ailelerin rollerinin diğer aracılar tarafından da paylaşıldığı göz önünde bulundurulursa, ailenin sosyo-ekonomik durumu, dini yaşayışı ve siyasal görüşü gibi etkenler bu konuda önemlidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’li yıllarda yapılmış olan bir çalışmada, Yahudi ailelerin çocuklarının siyasal görüşlerinin Protestanlar ve Katoliklere göre aileleri ile daha uyumlu olduğu tespit edilmiştir (Weissberg, Joslyn, 1977: 69-70). Bu yüzden aile içi ilişkilerin nasıl kurulduğu siyasal toplumsallaşma açısından ayrıca önemli bir konudur. Aile içi iletişimin daha uyumlu olduğu bir ailede siyasal toplumsallaşmanın anne ve babanın istediği yönde gelişmesi beklenir. Ancak en uyumlu ailelerde bile çocuğun dışa açıldığı dönemlerde arkadaş gruplarının, kitapların, dergilerin etkisiyle siyasal toplumsallaşmanın yönü ailenin istediğinden farklılaşabilmektedir.