• Sonuç bulunamadı

1.3. Kahvehaneler

1.3.1. Fransız Edebiyatında İstanbul Kahvehaneleri

1.3.1.3. İşlevleri

1.3.1.3.1. Sessizlik ve Dinginlik

Fransız yazarlara göre İstanbul kahvehanelerinin en önemli fonksiyonlarından biri insan ruhunu yatıştırıcı özelliğe sahip olmalarıdır. İnsanların önemli hiçbir şey yapmadan, dalgın dalgın oturulan, uyuşuk uyuşuk çubuk ya da nargile içilerek derin düşüncelere ve düşlere dalınabilecek mekanlar olarak görürler. Kimi yazar her zaman, karışık bir insan kalabalığı ile dolu ama çoğu hoşgörülü olan insanlar arasında rahatsız edilmeden, insanların bulunduğu bir ortamda eksiksiz bir değişiklik, sessizlik ve dinginlikten etkilenir ve bu hayatı yaşamak isterler. Loti’nin öğrencisi olarak kabul edilen Farrère, Loti ile beraber bu değişiklikten etkilendiklerini sakin ortamı yaşadıklarını belirtir: “Ben ve Loti, orada hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden sadece hayal ederek ve bakarak nefis saatler geçirdik. Özellikle akşamları, saat ona yakın” (Farrère, 1924: 223) der ve bu hareketsiz dinginlikten mest olduklarını itiraf eder.

Aynı yazar bir başka yerde, hiçbir şeyin iki veya üç arkadaşın beraber bu mekanlarda kahve ve nargile istemek kadar eğlenceli, zevkli olmadığını dile getirir. Kahve ile nargilenin servisini de dini bir merasime hatta biraz abartarak şiirsel bir havaya Binbir Gece Masalları’na benzetir: “Bu Binbir Gece Masalları’na göz atıştır: beş veya altı cübbeli oğlan ilk önce kahveleri sonra nargileleri getirir, ve arka arkaya bir tören havasında yürürler.

Önünüze tömbekiye sıcak kömür konulur. Bundan sonra, her şey size aittir ve istediğiniz zaman ister içersiniz ister koşan, harelenen bulutlara bakarsınız” (Farrère, 1924: 213).

Gautier’de de buna benzer ifadelere rastlanır. Yazar, Asya yakasının bu oryantal mekanlarında oturarak ruh dinginliğine erişir. Bu nedenle kahvede uyuşuk uyuşuk otururken Avrupa yakasındaki devasa binaları küçümser gibi tavır takınır: “Kahvelerin önündeki divanda oturarak, karşıyı, Avrupa yakasını, Samatya evlerini ve Yedikule Şatosu’nu yüksek yapılarının mavileştiğini görerek tömbeki dumanını içine çekmek kadar hiçbir şey güzel değildir” (Gautier, 1910: 327).

Sessizlik içinde dış dünyanın seyredilebileceği yerler olan bu tarz kahveler daha çok İstanbul’un oryantal kültürünü yansıtan Eyüp semtinde bulunurlar. Buradaki kahvehaneleri gayet sakin bulan Loti, toplumun çeşitli katmanlarından devamlı müşterilerin buraya geldiğini söyler: “Akşamları Türk kahvelerinde, hatta en alçakgönüllülerinde, zenginlerle yoksullar, paşalarla halktan kimseler karmakarışık toplanmaktadır… orada bir büyük bilgin bulunmakta ve günün gazetelerinin karaladıkları şeyleri hazır bulunanlara sökmekte; herkes sessizlik ve güven içinde dinliyor” (Loti, 2000: 115).

Loti’nin başka yerde söz ettiği Beyazıt Camisi’nin yakınındaki Türk kahvesinde de zamanda ve mekanda durağanlık hakimdir. Müdavimleri ise sadece Türkler veya Doğululardır. Burada ihtiyar müşteriler, eski sarıklar ve eski beyaz sakallarıyla ya gazeteleri okur ya da yağmur nedeniyle buğulanmış camlar arkasından geçenleri seyrederler. Bu kahvenin, tamamıyla eski bir havası var: “Beni çevrelemekte olan ihtiyarları inceliyordum: kılıkları; eski zaman modalarına kılı kırk yararcasına bağlılık gösteriyordu; büyük gümüş gözlüklerine, ihtiyar profillerinin çizgilerine kadar her şeyleri eskiydi. Geçmişe ait anlamına gelen ve saygıyla söylenen bu “eski” sözcüğü, Türkiye’de eski adetler kadar eski kılıklar ve eski kumaşlar için de kullanılır” (Loti, 2000: 91). Burada oturanların giysilerindeki eskilik, durağanlık ile bütün Fransız yazarların dile getirdikleri sessizlik ve sakinlik arasındaki bağı gözlemlemek mümkündür.

Türklerin vakitlerinin büyük kısmını geçirdiği bu mekanlarda, sadece özel günlerde Fransız yazarların anlattıklarının tersi manzaralara sahne olur. Özel günlerde müzik çalınır, herkes halka olur ve kendinden geçercesine oynar. Örneğin yukarıda da bahsi geçen Süleyman’ın kahvesinde böyle bir manzara yaşanır. İstanbul’da çok sevilen Pierre Loti için Ahmet, veda partisi düzenler. Ahmet’ten “hiçbir şeyin kırılmayacağı ve kan dökülmeyeceği” sözünü alan Loti, bu müzikli eğlenceye izin verir. Ancak Ahmet, sözünde duramaz ve müziğin sarhoş edici etkisiyle etraftaki bardakları kırar. Sözünde durmayan

Ahmet’in bu davranışı Loti’yi derinden yaralar ve “Türklerin acılarına gürültü ve kan gerekir” (Loti, 2000: 181) diye düşünür. İncelemeye tabi tutulan eserlerde, böyle bir bardak kırma geleneğinin kahvehanelerde yaşandığına dair bir veriye rastlamadık. Dolayısıyla, Ahmet’in Ermeni asıllı olma olasılığını (Bkz. s.194) göz önünde bulundurarak söz konusu sahnenin azınlıkların yoğunlukta olduğu bir kahvede geçmiş olması ihtimalini kuvvetlendirir.

Zira, daha önce uğradığı İstanbul’un azınlık semtlerindeki kahvelerde gürültünün eksik olmadığı sezilir. Bunlar Müslümanların kahvelerinden farklı olarak adeta başka dünyanın kahvehaneleridir. Loti, hizmetçisi Samuel ve sadık dostu Ahmed’in gittikleri “bizum madam” dedikleri İtalyan kadının Galata’da bulunan bu ayrı dünyanın, doğusal özellikler taşımayan kahvesinde de gürültü hakimdir: “Madamların’nın kahvesi gürültülü büyük cadde üzerindeydi; pek derin ve pek genişti; Galata rıhtımlarının tekin olmayan bir çıkmazına açılan bir arka kapısı vardı; bu çıkmaz bir çok kötü yer için çıkak işlevini görürdü. Bu kahve hırsızlık ve kaçakçılık suçlaması altında bulunan kimi İtalyan ve Maltız gemicilerinin buluşma yeriydi. Burada alışıla geldiği üzere birçok alışveriş görüşmesi yapılırdı ve gece buraya bir tabanca ile gelmek sakınganlıktı” (Loti, 2000: 115).

Yukarıda görüldüğü gibi Galata ve Beyoğlu semtlerindeki kahveler, Asya yakasındaki kahvelerde bulunan dinginlik, huzur ve sessizlikten eser yoktur. Gürültülü ve patırtılı atmosferin hakim olduğu hatta kirli işlerin çevrildiği görüntüsünün verildiği, ticaretin konuşulduğu mekanlardır. Osmanlı kültürünü yansıtan tarafları pek bulunmaz.