• Sonuç bulunamadı

1.5. Saraylar

1.5.1. Fransız Edebiyatında Saraylar

1.5.1.2. Mimari Yapı ve Dekorasyonları

Çoğu Fransız yazara göre Türkler, bir inanç ya da yaşam anlayışı gereği, saraylarını, evlerini ahşaptan yaparlar. Théophile Gautier bu kanıda olan yazarlardandır. Ona göre bu öldükten sonra geride, kendi bedenlerinden daha kalıcı bir şey bırakmak istememe inancından kaynaklanır. Bu yüzden halkın İstanbul’da sadece ibadethanelerini kalıcı ve dayanıklı malzemeden yaptıklarını iddia eder.

Gautier, taştan yapılan sarayları bu ahşap yapılara tercih eder. Yalnızca İstanbul eseri yazarı Gautier’nin içini gezebildiği sarayın alışılmışın tersine tümüyle mermerden yapıldığını belirtir. Bu anlamda bir değişimin örneği olan Dolmabahçe sarayın ikinci ayırıcı özelliği, herhangi bir mimari düzenine ait olmayışıdır. Ne Yunan, ne Roma, ne Gotik, ne Rönesans, ne Arap ne de Türk tarzında yapılmadığından daha az güzel, daha az göz kamaştırıcı değildir. Bu nedenle Fransız edebiyatçıların, özellikle Hugo gibi romantiklerin hayalinde yer alan saray imgesine yanıt veren tek saray Gautier’nin betimlediği 1850’lerin Dolmabahçe’sidir.

Bütünü ile gökyüzünün mavisiyle denizin gökmavisi arasında çok görkemli bir etki yaratan yapı daha girişte, dışarıdan bakıldığında süslemelerinin karmaşık lüksü ve ayrıntılardaki delice arayışı ile yapının önyüzü büyük bir mücevher parçasına benzer. (Gautier, 1910: 292). İçine gelince, diğerleri yanında Valide Sultan’ın dairesi, süsleme sanatının bir başyapıtıdır. Sultanın daireleri de bunlardan geri kalmaz.

Gautier, masalımsı göz kamaştırıcı lüksü, kırmızı camdan bir kubbeyle örtülü salonda bulur:

“Güneş ışıkları, bu yakut kubbeden içeriye yansıyınca her şey adeta alev alev yanıyor. İçerde alev alan hava insana ateş soluduğunu sanıyor. Sütunlar dikine fenerler örneği yanar, mermerler, lavlardan bir döşeme gibi kızarıyor, pembe bir yangın duvarları kemiriyor. Kişi kendini erime durumunda metallerden inşa edilmiş bir Semenderler sarayının, kabul salonunda sanır. Gözleriniz bir kırmızı pul örneği ışıl ışıl parlar, giysileriniz, erguvan rengine bürünüyor. Ancak havai fişeklerle aydınlatılmış bir opera cehennemi, aldatıcı ama kesinlikle çarpıcı bu garip gösteri hakkında bir fikir verebilir” (Gautier, 1910: 297).

Loti de Dolmabahçe sarayının fiziki durumunu tanıtırken mermerleri sarayın en önemli özelliğinin olduğunu ifade eder: “Dolmabahçe Sarayı’nın avlularında her şey, hatta toprak, kar gibidir: “mermer rıhtım, mermer taşlar, mermer basamaklar; bu inanılmayacak beyazlıklar üstünde sultanın kızıl elbiseli muhafızları, gökyüzü mavisi giyinmiş mızıkacıları, elma yeşili üstüne bir tür sarı elbise giymiş uşakları büyük bir karşıtlık oluşturuyorlardı” (Loti, 2000: 87). Yazar, sarayı değil de merdivenlerdeki başları tüylü mızraklı askerleri Binbir Gece Masalları’ndaki Alaaddin’in sarayına benzetir.

Gautier ve Loti’nin tam tersine Du Camp, ahşap sarayları taştan yapılan saraylara tercih eder: “Saraylar ahşaptır, ama Avrupa’daki mermer saraylardan yüz kez daha zarif ve güzeldirler (Du Camp, 1848: 107–108).

Gautier’nin dışında kalan yazarlar, sarayın dekorasyonu ve iç süslemeleri konusunda düş kırıklıklarını ifade ederler. Du Camp gördüğü sarayı muslin ve sıradan İran kumaşları ile kaplı olduğunu gözlemler: “İpek ve kadife kaplama hiç yok, parıltılı hilaller hiç yok, doğusal lüks hiç yok, sadelik her yere hakimdir” (Du Camp, 1848:190).

Nerval, benzer yalınlığı Beylerbeyi Sarayı’nın hareminde de gözlemler: “Odaların hepsinde bir divan, birkaç sandalye, bir konsol ve üstünde sütunlu bir duvar saati olan şömineyle döşenmiş. Mobilyalar gemi biçiminde bir yatakla birleşsey ziyaretçi kendini Parisli bir kadının odasında düşler” (Nerval, 1956: 469).

Sarayların iç dizaynı konusunda Flaubert de belirgin bir düş kırıklığı yaşar. Ona göre odalardaki basit döşeme ve süslemeler dış yapılarıyla ve konumlarıyla uyuşmaz (Flaubert, 1964: 642). Hayranlık verici odalar, belki de dünyanın en güzel manzarasına sahip olmalarına rağmen berbat bir beğeniyle süslendiklerini ve döşendiklerini belirtir (Flaubert, 1850, Correspondances: Lettre à sa mère). Gustave Flaubert’in, iç döşemeyi sarayların dış yapısıyla çeliştiği konusunda haklıdır. Zira, Lamartine’den Flaubert’e kadarki süreçte saraylara Batılı eşyalar girmeye başlamıştır.

İç ve dış yapı süslemelerinin ince beğeniden yoksun olmayan bolluğuna, Fransa ve İtalya’daki saraylar kadar zengin tavanlarına, doğusal görkemliliğin tüm göz kamaştırıcılığı ile parladığı bölümlere, köşelere karşın, iç döşemelerindeki sadeliği gezginleri şaşırtır: “Çıplak salonlar hasırlarla örtülü, sultana ait odaların kapıları açıktı, birçoğunu gördük, du- varların iç çevresinde geniş ve alçak divanlar, halılardan, hasırlardan, minderlerden, yastıklardan başka hiçbir mobilya ve koltuk bulunmaz” (Lamartine, 1971: 225–229).

Bazı yazarlara göre, saraylarda, gerçekten varolan ama sergilenmek yerine gözlerden uzak tutulan lüks eşyalar ve zenginlikler de bulunur. Gördükleri karşısında düş kırıklığı yaşayan Du Camp, arzularını ve okuyucusunu tatmin etmek için başka odalarda lüks eşyaları kapı aralanırken görür: “Beyaz muslinden bir perde aralanıyor, gözlerimizin önünde ışıldayan, parlaklıktan büyülenmiş kalakalıyoruz. yalnızca kılıçlar, yatağanlar, tabancalar, hançerler vardır” (Du Camp, 1848: 201). Tıpkı Du Camp gibi Gautier de sarayın başka yerinde çeşitli zenginliklerin parladığını yazar: “İran firuzeleri, Peru yakutları, Brezilya topazları, Baharem incileri, Seylan sefirleri, Macaristan opalleri, Haydarabat elmasları,

dünyanın tüm değerli taşları altın kabzalarında, altın kaplama gümüş kınlarında, mercan dipçiklerinde parlıyorlar” (Gautier, 1910: 283).

Sarayların çoğu yazar tarafından vurgulanan bir başka özelliği bahçeleri ve konumlarıdır. Türklerin karakteriyle ilişkilendirilerek anlatılan yapısal özgünlükleri, en çok Lamartine beğenir ve üzerinde durur :

“Bu hayranlık verici konutun genel karakteri, ne büyüklüğü, ne rahatlığı, ne de ihtişamıdır. Bunlar yaldızlı tahtadan yapılmış, pencereler açılmış çadırlardır. Bu sarayın karakteri, halkın karakterini andırır. Doğa uzlaşması ve aşkı, şu güzel görünümler, pırıltılı denizler, gölgelikler, su kaynakları, dağların karlı doruklarını çerçeveleyen ufuklar içgüdüsü, onların baskın içgüdüsüdür. Bu sarayda, bir Avrupa sarayının iç lüksü ne de gizemli şehvetleri var. Yalnızca, ağaçların balta girmemiş bir ormandaki gibi serbest ve sonsuz büyüdükleri, suların şarıldadığı, güvercinlerin dem çektikleri olabildiğince geniş bahçeleri var (Lamartine, 1832: 235).

Aziyadé’nin yazarı İstanbul’da atla gezerken, düz, cilalı yüksek duvarlara denk gelir. Bu

duvarlar Çırağan Sarayı’na aittir. Sarayın bir yanda bahçeleri, öte yanda saray ve köşkleri görünür. Mermer sütunlu bir köprü ise dışarıdan kimse görmeden, saraydan bahçelere geçişi sağlar. Yazar, duvarlardaki yaldızlı ve işlemeli demir kanatlı kapıları biraz gizemli bulur: “Bu yasak girişleri askerler ve siyah harem ağaları koruyordu. Bu kapıların üslubu da, geçilmesinin yasak bulunduğunu gösteriyor gibiydi; Arap üslubunda işlenmiş olan mermer sütunlar ve kitabe yerleri garip resimler, gizemli karmaşıklıklarla örtülüydü” (Loti, 2000: 129). Tıpkı romantikler gibi Loti de duvarların arkasında “ne ölçüde ve ne değerde zenginliklerin saklı olabileceğini” düşünmekten kendini alamaz.