• Sonuç bulunamadı

1.6. Meskenler

1.6.2. Türk Edebiyatında Meskenler

Türk edebiyatçılar da Fransız edebiyatçılar kadar olmasa da geleneksel eski İstanbul evlerini betimler. Betimlemelerde evlerin, çok odalı olduğu ve geniş bir sofasının bulunduğunu sıkça belirtir.

Bahçe zevki, İstanbullunun en büyük meraklarından biridir. Hatta bu zevkin o dönemdeki halkın mimari anlayışını şekillendirmiştir. Samiha Ayverdi İbrahim Efendi

Konağı eserinde, bahçeyi eski evlerin olmazsa olmaz özelliklerden olduğunu dile

getirir: “Eskiden her evde bir bahçe, hemen her bahçede bir asma vardı. Ev, ister otuz otuz beş odalı bir konak, ister dört beş odalı bir yer olsun büyüklere de çocuklara da ağaç, toprak zevkini ikram eden ufak veya büyük bir bahçesi vardı” (Ayverdi, İEK: 158).

Refik Halid’in Bu Bizim Hayatımız romanının kahramanı Şemsi de Cafer’in evini betimlerken mekanın bahçesinden söz eder. Fransız yazarların sık sık bahsettikleri evlerin havuzlu veya çeşmeli bahçelerine benzer bir bahçe burada da bulunur: “Sonunda mini mini bir bahçe. Bu bahçeye neler sığdırmamıştır? Fıskiyeli havuz, kameriye, çardak, tulumbasıyla kuyu, bir nar ve ayva ağacı…” (Karay, BBH: 45). Dış kapıdan iki merdiven inilerek girilen ev, anlatıcıya göre dışarıdan pek küçük, kulübemsi görünür. İçeriden ise müritlerini kaybetmiş ve çökmeğe yüz tutmuş bir kenar mahalle tekkesi görüntüsü verir. Yapının tek göze hoş gelen tarafı oldukça geniş olması ve çok sayıda odasının bulunmasıdır.

Eserin girişinde Murad Naci’nin uğradığı Cemşid’in evi de Beykoz dolaylarında bir bahçe içindedir: “Karadeniz’e bağrını açmış, bahçe içinde ahşap; boyası dökük, pencereleri patiska perdeli ve gereksizce sivrilmiş üç katlı bir ev” (Karay, BBH: 28).

Aynı yazarın, Sonuncu Kadeh eserinde, Cemşit’in babası Hüsrev’e miras olarak kalan evin de önemli özelliklerinden biri bahçesidir. Anlatıcı evden “Bahçeli, ahşap bir yapı idi, altın para iki yüz doksan dokuz liraya satın alındı. Tamir ettirdi” (Karay, SK: 84) ifadeleriyle söz eder.

Yukarıda Refik Halid’in bahsettiği evlerdeki genişliğe Samiha Ayverdi de dikkat çeker. Ayverdi’ye göre evin en geniş bölümü ise sofa kısmıdır. Sofa özellikle bayanlar için önem arz eder. Zira bütün gün kapalı ortamda bulunmaktan sıkılan kadınlar, sofada temiz hava alırlar: “Odaların içinde, oturmaktan, çalışmaktan, düşünmekten ve konuşmaktan yorulan insanlar, ancak buraya çıkınca, çiçek suyu içmiş, gülsuyu koklamış gibi ferahlar ve iklim değiştirmişçesine hafiflerdi” (Ayverdi, İEK: 318). Bu yüzden, vücut için kalp ve damar ne ise ev için de sofa da o görevi yerine getirir. Bir başka eserinde de evin yine taşlık denilen sofasına değinirken, kadınların bu mekanın vazgeçilmez unsuru olduğunu ifade eder: “Tokmaklı, zilli veya halkalı bu kapılardan biri açılıp da Malta taşı döşeli ya da sadece toprak kaldırımlı bir taşlığa girildi mi, dışarıda sıfır gibi görülen kadın varlığı burada buram buram tütmeye başlar ve her köşeden koklanabilirdi” (Ayverdi, İG: 105).

İncelenen Türkçe metinlerde geniş bahçesi ve sofası bulunan evlerin çoğu ahşaptan yapıldığı gözlemlenmektedir. Evlerin ahşap olmasını Tanpınar mimari bir anlayıştan ziyade zorunlu nedenlerden kaynaklandığını iddia eder. Bu nedenlerin başında şehrin feth edilmesinden sonra yeni yerleşim yerlerinin acil olarak yapılması ve

ikinci Bayezit’ın saltanatı dönemindeki büyük deprem gelir. Bu depremden sonraki depremler ve ekonomik krizler bu tarz mimarinin devamında etkili olmuştur.

Samiha Ayverdi, İstanbul Geceleri eserinde, çocukluğu dönemindeki İstanbul evlerinin hemen tamamının ahşap olduğunu söyler. Yazar, bu evlerin dar sokaklara doğru uzanan cumbaları için ilginç benzetmelerde bulunur: “Birbirlerine toslayacakmış gibi baş başa eğilmiş dar sokaklı evlerin, kadın başlarına, namahreme görünmeden bu daracık sokağa gözleyebilmek iznini veren cumbaları vardı ki, göğüslerini dışarı doğru geren bu cumbaların üstüne ya evin kedisi çıkar, ya kuş kafesleri asılır, yada güneşlenmesi için çiçek saksıları” (Ayverdi, İG: 105).

Bu yapıların kapıları ise hala eski zamanı andırır. Ayverdi, kapılarda iri pirinç veya demir halkalar, tokmaklar bulunur ve eve biri geldiğinde, “kapı çalınıyor” denmez “kapı vuruluyor” dendiğini aktarır.

Refil Halit Karay’ın Bu Bizim Hayatımız eserinin kahramanı Şemsi, eserin diğer önemli kahramanlarından Mazlum Sami’ye ait olan evin üç kattan oluştuğunu aktarır. Deniz manzaralı bu evi de: “iki taraftaki geniş kafeslerden vuran aydınlık çiğ değildir; baklava dilimi biçimi gölgelerle nakışlı, kuytu, esrarlıdır. İpek döşemeleri. Acem halılarını, yağlıboya duvarları siyahlı beyazlı sedef parçaları işlenmiş arabesk desenlerle süslenmiş” (Karay, BBH: 71) şeklinde tarif eder.

Türk yazarların betimledikleri bu evler, eski İstanbul evleri şeklinde adlandırılan yapılardır. Çoğu, yıkık, harap ve hüzün verici bir manzara sunar. Bu yüzden, Boğaz’daki saraylarıyalıları ve köşkleri bu yapıların dışında tutulmaktadır.

1.6.2.2. Cumbalı Mesken

Yukarıda belirtilen özelliklerin dışında eski İstanbul evlerinin bir başka yapısal özelliği cumbalarıdır. Evin cumbası sofa gibi kimi zaman kadının dışarıyla bağlantısını sağlayan yer konumundadır. Kadın, günün belli saatlerinde cumbanın kafesli penceresinden ya komşu ile sohbet eder ya da sokağı izler.

Şemseddin Sami de Taaşşuku Talat ve Fitnat romanında, cumbanın kadınların tek eğlence yeri olduğunu doğrulamaktadır: “Malumdur ki, kadınlar ve hususiyle kızlar, vakitlerin çoğunu pencere ve cumbalarda geçirip sokakta geçenleri seyretmekle eğlenirler” (Şemsettin Sami, 2002: 47). Eserde, Talat, Fıtnat’ı ilk olarak evin cumbasında görür. Evlenmeye karşı olan Talat, cumbada dışarıyı izlerken kızı görür ve

evlenme konusundaki düşünceleri değişir. İlk bakışta kıza aşık olan Talat herkesin rağbet ettiği tütünü almak için girdiği dükkandan çıktığında başını kaldırıp yukarıya baktığında Fitnat’ın ay parçası güzel yüzünü görür: “Talat Bey, aşağı yukarı bakarken, gözü dükkanın üstündeki cumbaya ilişir. Kafesin içinde bir güzel çehre görür. Kafes seyrekçe. İçindeki pekala fark olunur” (Şemsettin Sami, 2002: 38). Talat Bey, lazım olmadığı halde aynı dükkana tütün satın almak için gider ve kızı sürekli cumbada görür. Bu sahne birkaç gün tekrarlanır.

Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanında da Melih Bey takımından Firdevs Hanım, kocasının ölümünden sonra yeni bir alışkanlık edinir. Yeni alışkanlığı, evin cumbasında oturup hava almasıdır: “Firdevs hanım’ın adetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi” (Uşaklıgil, 2006: 52). Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün olduğundan konuyu burada geçiyoruz.

1.6.2.3. İç Dekorasyon

Yazarlar, eski mesken veya konakları betimlerken iç dekorasyonlarına da değinerek önemli bilgiler aktarırlar. Bu yazarlardan biri olan Ayverdi, İbrahim Efendi

Konağı eserinde konağın eski kalfalarından Şayetse Kalfanın evine değinirken eski

İstanbul evlerinde bulunan eşyaları da tanıtır. Adı geçen konaktan ayrılıp Emin Efendi ile evlenen Şayetse Kalfanın kaldığı mahalledeki evlerin hemen hepsi “iki katlı, dört odalı ve bir bahçenin içinde” bulunur. Yazar, evin bir odasını “Duvarlar çivitli beyaz, minder örtüleri kırık beyazdı. Etraflarına geniş el dantelleri dikilmiş patiskadan minder yaygıları, perdeler, sigara iskemlelerinin örtüleri (…)” (Ayverdi, İEK: 320) sözcükleriyle betimleyerek evin iç kısmı da alaturka eşyalarla döşeli olduğunu aktarır. Dekorasyonda hakim rengin beyaz ve açık renk olması odanın dikkat çeken bir başka özelliğidir.

Ayverdi’nin Mesih Paşa İmamı eserinde, imam Halis efendiye annesinin hastalığını bildiren bir telgraf gelir. Yazar, Safiye Hanım’dan gelen telgrafa değinirken kadının evindeki eşyaları da tanıtır. Ev alaturka şekilde döşeli olmasına karşın bakımsızlıktan eski değerlerini yitirirler: “köşelerinde farelerin nesiller yetiştirdiği ot minderler, yayıldığı günden beri bir kere olsun kaldırılıp sopalanmamış kilimler, astarlarını ve kanaviçelerini güneş yemiş farbalalı ağır perdeler, sıra sıra konsollar,

lambalar, su takımları ...” (Ayverdi, 2000: 191). Yazar, eşyalar ile ev sahibinin durumu arasında bağlantı kurmaya çalışır. Safiye Hanım eski toprağın insanı olmasına karşın oğlu Halis Efendiden hak ettiği değeri görmemektedir. Bunun en büyük kanıtı, yıllardır kendisiyle görüşmeyen oğlunun annesinin hastalığından bile telgraf sonucu haberdar olmasıdır. Tıpkı sahipleri Safiye Hanım gibi, eşyalar da hak ettikleri değeri göremezler. Yazar bunu eşyaların elli senedir aynı evin aynı yerinde duruyorlar şeklinde ifade eder. Farelerden Loti de söz eder.

Bu evlerin vazgeçilmez unsuru, bir odada mangalın bulunmasıdır. Claude Farrère’in bakırdan dediği bu mangal da, Refik Halid romanında anlatıcı, kömürün yaz kış sönmediğini aktarır. Bu mangal, eve ani gelen misafire hemen kahveyi cezveye koyup kömürde pişirmeye yarar (Karay, BBH: 45).

19. yüzyılda eski evlerin oryantal süslemelerle döşenenlerin dışında alafranga tarzı döşenen Müslüman evleri de bulunmaktadır. Türk edebi eserlerde, bu konutlar, daha çok, Avrupa’yı görmüş, ya da İstanbul’da Batılı tarzda eğitim veren okullarda okumuş Türk kahramanlara aittir. Bunlar, evlerini batılı dekor ve eşyalarla dizayn ederek, alafranga döşeme biçiminin geniş kitlelere yayılmasına ön ayak olurlar. Halid Ziya’nın Nes-li Ahir eserinde böyle bir durumla karşılaşılmaktadır. Eserde, uşak bozuntusu Şeyda’nın kaldığı evde tamamıyla Avrupai kreasyonlar hakimdir. Yazar, Fransız yazarların pek beğenmedikleri, batılı tarzla döşenen evin içini: “Karako’dan alınmış Viyana yapımlarından toprak bir heykel; duvarlarda Anadolu’nun eski işlemeleri arasına sıkıştırılmış Fruterman’ın babasının resimleri … Cenova kadife perdeler altında renk renk pelüşlerle atlaslardan yapılmış acayip puflar…” (Uşaklıgil, 1990: 329) şeklinde tarif eder. İç görünümü şaşalı olan, evin dış görünümü hakkında bilgi verilmemektedir.

Aynı romanda, Süleyman Nüzhet ile kızı Azra, taşındıkları yeni evin eşyalarının tamamı geleneksel İstanbulluların alışık olmadığı tarzdan oluşur. Azra’nın “Küçük otelim” dediği ev için almayı tasarladığı eşyaların isimleri bile hayli ilginçtir: “Dekujisten alınmış tabak takımları, Kristofl’dan getirtilen gümüşlerini, Beyker’den seçilmiş ketenler”le süslenmiştir (Uşaklıgil, 1990: 375). İstanbulluların adlarını belki de ilk defa duydukları bu eşyalarla evin döşenmesinde, Süleyman Nüzhet’in Paris’te uzun süre kalmasına ve Azra’nın da İngilizlere ait bir yüksek okulda eğitim alması etkili olmaktadır.

Varlıklı bir aile ortamında yetişen Halit Ziya, başta Aşk-ı Memnu olmak üzere birkaç romanında, köşk, yalı ve evlerdeki alafranga yaşayış ve dekorasyon unsurlarını çok canlı ve gerçekçi bir şekilde yansıtır. Bu, Batılı tarzda döşeme ve dekorasyon Ferdi

ve Şurekası romanında işlenmektedir. Dayalı döşeli ev ve misafir odasına büyük heves

duyan kahramanlardan İsmail Tayfur’un odası ufak tefek bir sürü eşya ile doludur: “Burası, büyük konukların kabul edildiği bir yerdi. İğde rengi kadife sandalyeler, sedirler; odanın ortasını kaplayan büyük bir yapma çiçek saksısıyla süslü yuvarlak masanın çevresine özensizcesine konmuş koltuklar; pencerenin yarısına kadar düşen yine aynı renkte, aynı kumaştan yarım perdeler; odanın biraz açık sarıya kaçan renkli duvarlarıyla uyuşarak, pencerelerin tülleri sarı panjurları arasından süzülen ışık içinde gözleri okşayan bir renk karışımı meydana getirmişti...” (Uşaklıgil, 1984: 108).

Müslüman aydınların yanında gayri Müslimlere ait evler de alafranga eşyalarla dayalı döşelidir. Refik Halid, Sonucu Kadeh romanında, böyle bir azınlık evini betimler. Cemşid, bir randevu evi olduğunu sonradan anladığı bu meskeni “tipik bir misafir odasıydı. Duvarda aslan resimli bir ot halı, şiş karınlı karpuz fanusları, likör kadehleri, su sürahisiyle aynalı masa, sandalyelerde koltuklar sıra sıra dizilmiş; köşelerde elişi beyaz örgüler geçirilmiş sigara sehpaları, tam şeref yerinde kalın ceviz çerçeveli kocaman bir agrandisman: …donuk fotoğraflar ... Tül perdeler…” (Karay, SK: 169) cümleleri ile betimler.