• Sonuç bulunamadı

1.5. Saraylar

1.5.2. Türk Edebiyatında Saraylar

Bir güç kaynağı ve etrafına pervane toplayan kandil gibi bir cazibe noktası olan İstanbul sarayları, mimari açıdan da muhteşem bir yapı sanatıdır. Bu da sarayları ve köşk, yalı gibi benzer yapıları, İstanbul’un genel manzarasının vazgeçilmez bir dekoru yapmaktadır. Bu itibarla, adı geçen yapıları en çok tasvir eden Türk yazarı Samiha Ayverdi’dir. Ayverdi’nin saray, yalı ve köşk betimlemelerinde geniş sofa ile sayısız odalar, el emeği göz nuru dekoratif süslemeler ön plana çıkar. İbrahim Efendi Konağı’nda İbrahim Efendi ailesinin yakın dostu Hasip Paşa ailesinin sahil sarayını tanıtırken Beylerbeyi ve Boğaz’ın en muhteşem binası olarak nitelemesi söz edilen özelliklerden kaynaklanır: “Bütün saray ve yalılar gibi giriş bahçeden büyük merkezi sofaya idi. Bütün odaların ve salonların kapıları bu son derece geniş ve dayalı döşeli sofaya açılır, yukarı çıkan çift merdiven de gene peri padişahlarının saraylarına giden tılsımlı bir yolmuş gibi bu sofadan başlardı. Binanın sanki tamamlayıcı parçaları hissini veren yerine oturmuş ve oturduğu yer ile et tırnak gibi kaynaşmış eşya, refahın olduğu kadar görgü ve zevkin de mahsulü” (Ayverdi, İEK: 257). Yaldızlı kornişler, fırfırlı perdeler de dekorun en ilginç duran süslemeleridir. Yapısındaki bu incelikler, döşemesi tarzı İstanbul’un bolluk dönemlerininin zarafetini ve ihtişamını hatırlatır,

Ayverdi, Boğaziçi’nde Tarih eserinde de, 19. yüzyılda Arnavutköy’den Bebek semti arasında bulunan sahil sarayları kişileştirerek “el ele, diz dize, yan yana” sıralandıklarını ifade eder. Bu yalılardan kepçe Nazırı Mustafa Bey’e ait yalının harem kısmında kırk oda olduğunu da aktarır. Odaların yanında kubbeli divanhaneler, geniş sofalar yer alır. Odaların birinde Hırka-i Şerif’in bulunduğu bir oda bulunur. Burada ramazanda teravih kılınır, civar komşular, yalı halkı huşu içinde Sakal-ı Şerif’i ziyaret eder (Ayverdi, 2005: 217).

Yılanlı Yalı’nın girişinin sol tarafında bulunan büyük taş odasında odanın duvarlarına gömülmüş altın yaldızlı ve nakışlı raflarda el yazması kitaplar ve aynı duvarlarda, kapakları birer sanat harikası olan çubuk dolapları barındırır. O da yine kubbeli ve havuzludur. Havuzun etrafında dantel gibi işlenmiş bir mermer şebeke ve duvarların birinde de akan selsebil de odanın en belirgin özelliğidir (Ayverdi, 2005: 218).

Çengelköy’deki sarayın yapımı çok eskilere dayanır. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre bu sarayın her katında fıskiyeler ve müteaddit hücreler olduğunu kaydeder. Sarayın yan tarafın da ise bir mescit, bostancı odaları ve köpekler için de bir seksonhane bulunur (Ayverdi, 2005: 362).

Ayverdi, Revan Köşkünü gezmiş bir yabancıdan sarayı şöyle aktarır: “saray, tavanları İran üslubu yaprak şekli nakışlar ile süslü müteaddit daireden ibaretti. İç duvarlarda siyah çiniler kaplı idi. Dairenin birinde, duvarlar tamamıyla aynalarla örtülüydü, tavanda da mücevherle süslü bir avize asılı bulunuyordu. Sultan Murad’ın ok ve mızrakla delmiş olduğu demir parçaları mevcuttu. Bahçede ise padişahın yalnız yaz mevsiminde oturduğu muhteşem bir kasır vardı. Kasrın içindeki çeşmeden etrafa dökülen sular, sıcak havaların ne hoş serinleticisiydi” (Ayverdi, İEK: 397).

Yazar, saraylarda ve yalılarda anlatılan ihtişamın gerçeği yansıttığı düşüncesindedir. Zira, gözümüzde büyüttüğümüz hayat şartları ve lüks eşyalar, eskiden günlük yaşam şartları ve eşyalardan sayıldığını söyler. Geçmiş dönemde, saraylarda yaşanan görkemli yaşam için, “Bu gün bir tahta iskemle, bir cam bardak, bir basit kilim ne ise, o devirlerde de yaldızlı taht, altın leğen, gümüş kase o idi” der (Ayverdi, 2005: 398). Ona göre bu günün insanlarına bir masal gibi gelen saraylardaki bolluk ve ihtişam şadırvanlı avlular, selsebilli odalar, zümrüt kakmalı duvarlar, mücevherli tahtalar, atlaslar, kemhalar, kadifeler ve çuhalarla döşenmiş divanhaneler o devrin olağan çizgileridir.

Lady Montegue’ın de söz ettiği Ali Paşa’nın Üsküdar Sarayı’nın Ayverdi’ye göre en önemli tarafı hamamın su tertibatıdır. Burada yüksek bir seddin dört bir köşesinden, şelaleler

halinde gelen ve mermer kurnalara akan sular, bu kurnalardan bir büyük kurnaya dökülüp toplanarak deliklerden dışarı fışkırdığını savunur. Sarayın önü deniz, diğer iki tarafı da geniş bahçelerle kaplıdır. Havuzlar, çeşmeler, kameriyeler, tepelere doğru tırmanan ağaçlar, yeşillikler, çiçeklerle duvarlarında, tavanlarında, kapılarında, pervazlarında Türk sanatının dile geldiği bu saray, devrinin ihtişamlı olduğu kadar en zevkli binalarından biridir (Ayverdi, 2005: 404). Sarayın padişah dairesi de bir başka güzellikte “Her tarafı sedefli, çinili, yaldızlı ve nakışlı olan bu müze-daire, çivi yerine zümrüt kakılmış duvarları, her köşesinde sanatın dile gelip konuştuğu tavanları, pencereleri, dolapları, rafları ve eşyaları ile ben bir imparatorluk destanıyım der gibidir. Ayverdi, bu oda bu hali ile ne kadar övünse azdır der (Ayverdi, 2005: 405).

Samiha Ayverdi’nin çizdiği bu olumlu tabloya zıt görüş belirten yazarlar da bulunmaktadır. Bunlardan biri Halit Ziya’dır. Halit Ziya, Dolmabahçe sarayına resmi görevli olarak yaptığı gezintide düş kırıklığına uğrar. Fransız yazarlar gibi, Saray ve Ötesi eserinde dışarıdan ihtişamlı görünen yapının, içine girildiğinde zihinlerde var olan saray imgesinin tersine bir görüntü sunduğunu gözlemlemektedir. Sarayın koca bir mahalle olduğunu ve ancak bir gün içinde tam olarak gezilebileceğini iddia eder. Binanın otuz yıldır terk edilmiş olması ve bunun sonucunda bakımsızlıktan her tarafı yıkık dökük olması yazarı oldukça düşündürür: “Hiçbir tarafını, hiçbir köşesini görmedik ki bizi müteessir ve aynı zamanda nasıl ihya ve imar edebilecek diye bir endişe ile mütehayyir etmiş olmasın” (Uşaklıgil, 2003: 101).

Aynı yazar, benzer şaşkınlığı Yıldız Sarayı ziyaretinde de yaşar. Sultan Reşat’ın yanında başkatip olarak çalıştığı dönemde bu sarayının eşyasını tespit etmek amacıyla saraya ilk girişinde karşılaştığı manzara karşısında adeta donup kalır. İsmi anıldığında İstanbullularda endişe yaratan Abdülhamit’in özel dairesiyle karşılaştığında düş kırıklığı yaşar. Söz konusu mekanın loş, basık tavanlı ve kağıtlarla dolu dolaplardan ibaret görür (Uşaklıgil, 2003: 192).

Halit Ziya’ya göre adı geçen sarayın halka oldukça kapalı olması çeşitli rivayetlere, abartılı hikayelere sebep olur. Hatta sarayın bu hali Fransız edebiyatçıların bilinçaltlarında yer edinen geleneksel imgedeki rivayetlere davetiye çıkarır. Yıldız’ın adı anıldığında İstanbulluların hafızasında, Fransız yazarlardaki lüksün her türlüsünün bulunduğu, ay parçası sayısız cariye ve odalıkların yaşadığı ve kadınların acımasızca cezalandırıldığı yer canlanır: “İstanbullular inat ve tamahla biriktirilmiş mücevherlerden, altından oluşmuş hazineler, bütün vatan çarkını ve cihan siyasetini keyfe göre evirip çeviren dolaplar ve bunların yanında şarkın cennet rivayetlerinden

mülhem şehvani efsaneler ve daha sonra menfalarda çürütülen biçareler, nerelere atılıp yok edildikleri anlaşılamayan kurbanlar” düşünülür (Uşaklıgil, 2003: 190).

Loti’nin söz ettiği ihtiyar kadınların kaldığı bölmeden Halid Ziya da Topkapı sarayında karşılaşır. Bu bölümde “ihtiyarlamış, ölüp bu dünyadan göçmek zamanına intizaren ömürlerinin bakiyesini mukaddes bir muhitte geçirmeleri münasip görülmüş olan saray kadınlarına mahsus daire ile gene bu kabilden haremağalarından mürekkep bir darülaceze mevcuttu. Bu biçarelere onlar kadar biçare ve bedbaht olan akağalarını ilave etmek gerekir. Bunların kimler olduğuna kendileri için kabul edilen isim kafi delildir. Erkek şeklinde fakat recüliyet vasfından mahrumiyetleri sebebiyle tüysüz tömürsüz oldukları için akağalar diye tanılan bu zavallıların arasında pek zekilerine de tesadüf edilirdi” (Uşaklıgil, 2003: 220).

Halit Ziya, aynı eserinde Sultan Reşat’ın, bazen kayık gezilerini yaptığı Göksu sarayını betimler. Sarayın dış cephesindeki işlemeler ve çıkıntıları ile adeta bir oyaya benzetir. Burada Avrupa ve Osmanlı saraylarını karşılaştıran yazar, saraylarımızın, resimleriyle, dövme demirleriyle birer sanat harikası olan Batı sarayları ile kıyaslanamayacağı görüşündedir. Çünkü İstanbul saraylarını sadece hatların uyumu, cephelerin süslemesi, iç kısımlarda genişliklerin çokluğu ile şehrin en güzel iftihara layık eserler olduğunu ileri sürer (Uşaklıgil, 2003: 159).