• Sonuç bulunamadı

1.6. Meskenler

1.6.1. Fransız Edebiyatında Meskenler

Doğusal İstanbul’un Fransızca eserlerdeki bir başka ilginç dekoratif unsuru eski İstanbul evleridir. Bu evler yazarlarca asıl İstanbul diye tanımlanan doğusal ve pitoresk Eyüp gibi semtlerde bulunur. Hemen belirtelim ki, yazarların sevimsiz bulduğu Beyoğlu evlerinin bunlara dahil olmayıp farklı olduklarını belirtmek gerekir. 19. yüzyıl boyunca yaşanan değişim sonucu, Beyoğlu ve çevresinde, meskenlerin mimari görünümlerinin değişerek batılı bir özellik kazandıkları görülmektedir. Bu farklılık, hemen hemen bütün yazarlarca da dile getirilir. Burada, eski evlerin, doğusal mimarisinde ön plana çıkan taraflar işlenecektir.

Fransız edebiyatçıların tasvir ettikleri İstanbul evleri, Paris’teki meskenlerden çok farklıdır. Evlerin, yazarların ilgisini çeken en ilginç yönleri kafese benzeyen kapalı pencereleri, cumba veya şahnişin denilen sokağa doğru uzanan kısımları ve bahçeleridir. Başta Loti, Farrère ve Lamartine gibi yazarlar şehir gezintilerinde İstanbul evlerinin bu özelliklerini dile getirir.

Pierre Loti, söz konusu niteliklere sahip evlere Aziyadé eserinde birkaç defa değinir. Bunlardan biri, Behice Hanımın iki cumbası olan evidir. Behice Hanım için bir gözlem yeri dediği bu evde “Uçurumlar üzerindeki konutunda, dişbudak ağacından özenle yapılmış kafeslerle çevrili iki cumba vardır” (Loti, 2000: 107).

Arif müstear ismini kullanan kahraman, İstanbul’u terk edeceği sırada, Aziyadé’nin oturduğu mahalleye giderken de cumbalara denk gelir. Kibarlar mahallesi olarak gördüğü buradaki evlerin dış tarafını “Koyu renklerde keresteyle yapılmış eski evler bir servet gizliyordu; kapalı balkonlar, çıkık şahnişinler (cumba) hüzünlü yol üzerine taşıyordu.; demir parmaklıklar arasında, üzerlerine eski zaman sanatçılarının ağaçlar ve kuşlar resimledikleri dişbudak hatıllarından ince kafesler vardı” (Loti, 2000: 184) şeklinde tasvir eder.

Loti, İstanbul’a altıncı gelişinin izlenimlerini topladığı Doğu Düşleri Sona

Ererken eserinde de bu tarz evlere değinir. Büyük bir arzuyla Edirnekapı Mezarlığı’nda

bulunan Aziyadé’nin mezarına giderken yol boyunca karşılaştığı evlerin şahnişinli ve bahçelidirler. Yazar, “cumbaları başımın üstünden çıkıntı yapan koyu renkli eski küçük evlerin” (Loti, 2002: 39) önünden geçer. Evlerin bahçelerinin duvarları da yıkık dökük bir haldedir. Ancak bahçedeki çeşitli meyve ağaçları ve çiçeklerden dolayı Loti, kendini Fransa’daki kırlarda zanneder.

Claude Farrère’ın L’homme qui assassina eserinin kahramanı, İstanbul’a geldiği ilk günlerde Beyoğlu’nun Brousse adlı sokağında ikamet eder. Bu sokaktaki evini biraz geçtikten sonra doğusal özellikler taşıyan bir mahalleye geldiğini hisseder. Söz konusu mahalleyi Türk bulduğunu ifade eden yazar, bunu da çevredeki evlerin görüntüsün ve mimarisinden anlar. Zira buradaki evlerin iki katlı ve ahşaptan yapıldığını, ışık geçirmez beyaz perdelerle örtülü bir sürü pencereleri olduğunu söyler (Farrère, 1939: 17).

Farrère’in kahramanına göre böylesine küçük, cumbalı, kapalı ve aynı zamanda yıkık bir görüntüsü olan evlerde sadece Türkler ve Müslümanlar oturur. Bu düşüncesini büyükelçilerden edindiğini ve kendisine Kanlıca’nın yukarısında Asya kıyısında

bulunan evlerde sadece Türklerin oturduğunu söylediklerini aktarır. Kahraman “Burada bir Avrupalının bile oturacağı bir tek ev bile yok. En azından, bu, bütün elçilerin resmi görüşüdür” (Farrère, 1939: 72) der. Tıpkı Pierre Loti’nin kahramanı gibi Farrère’in kahramanı da tavrını eski yapılardan yana koyarak modern stilin yayıldığı Beyoğlu’nun Avrupa kıyısındaki evlerinden hoşlanmaz ve İstanbullu dostu Mehmet Paşa’ya “Yeniköy’den Büyükdere’ye uygun hiç bir küçük mesken yok. Çoğu o kadar çirkin ki nerdeyse bir kronik kabusa yakalanacağım” der.

Yukarıda aktardığımız gözleminden ayrı olarak Farrère, yine gece Boğaz’dan vapurla geçerken, Asya yakasının ışıkları mum veya yıldızlara benzeyen çok sayıdaki pencereli ahşap evlerinin görüntüsüne dikkat çeker (Farrère, 1939: 22).

Eski evlerin kafesi andıran pencerelerinin sürekli kapalı olması Fransız Edebiyatçıların daha da ilgisini çeker. Yazarlar, bu kafesler yüzünden en çok merak ettikleri Müslümanların ev hayatını, evde yaşananları, kadının evdeki yaşam biçimi hakkında bilgi sahibi olamazlar. Dolayısıyla kapalı kutu gibi duran evin içerisindeki hayatı, gizemli ve kutsal olarak nitelendirirler. Loti’nin Fatih’te kaldığı evin de penceresi ön plandadır. Tamamıyla şark usulü döşenen ev, mimari yapısıyla geleneksel İstanbul evlerinden farkı bulunmaz: “Her yanı sımsıkı kafesle çevrili. Giriş katında uşaklar, beni bekleyen korumalar kalıyor. Girişteki beyaz mermer sofada, rafların üstünde takunyaları, pabuçları duruyor. (…)” (Loti, 2002: 118).

Claude Farrère’in kahramanı da, bu evlerin “Türkçe de kafes denilen tahtaları birbirine geçirmeli parmaklıkların pencereleri örttüğünü” dile getirir. Kahramanın kaldığı ev de bu tip bir yapıya sahiptir. Bundan sıkıntı duymadığını zira bunun kendisini dışarıdaki kötü bakışlardan koruduğunu belirtir: “Kendisini sokaktan geçenlerin veya komşuların kötü, gizli bakışlarından korur. Bu yüzden bir Türk odasının tapınakların en mahremi, en dokunulmazıdır” der (Farrère, 1924: 223). Farrère de, Loti gibi Bursa’dan alınan ipek perdelere, ortada duran bakır mangala hayran kalmaktan kendini alamaz.

Lamartine de Beyoğlu’na doğru giderken eski tip evlere denk gelir. Bu evlerin ilginç tarafı yine kafesleri ve bahçedeki servi ağaçlarıdır: “Kafesler Türk evlerinin içini maskeliyordu. Bu evlerin görünüşü fakir, kendi hallerine bırakılmış gibi idi; bir servinin yeşil oku renksiz, harap duvarların arkasından şeffaf bir gök üstünde yer yer fışkırıyordu” (Lamartine, 1971: 74).

İstanbul’un bütün pencerelerinin böyle olduğunu iddia eden Loti’nin kahramanı, bunları Avrupa şehirlerindekilerle karşılaştırır. Batı şehirlerindeki evlerin içinin dışarıdan görüldüğünü, yoldan geçenlerin genç, yaşlı güzel insan başlarını fark ettiklerini, buna karşın Türk evlerinin ise “Bütün bakışlara kapalıdır. Kapı bir ziyaretçiyi geçirmek için açılırsa yalnızca aralanır; arkasında, onu hemen kapayan biri vardır. İçerisi hiçbir zaman keşfedilemez” olduğunu yazar (Loti, 2000: 185).

Evlerin yıkık dış görünüşü, Pierre Loti’ye, içeride dramın yaşandığını esinler.

Bezgin Kadınlar romanının kahramanı, Göksu’dan dönerken, Anadolu kıyısındaki

evleri “İçinde nasıl bir dramın geçtiği hiçbir zaman bilinmeyen sessiz eski evler; yeşil dallar altında gizli eski bahçeler” olarak görür (Loti, 2007: 242). Evlerin dış görüntüsünü, bir yapı için olumlu şeyler çağrıştırmayan “sessiz, eski” gibi sözcüklerle betimlemesi, yazarı içeride dramın yaşandığını düşünmeye iter.

1.6.1.2. Ahşap Mesken

İstanbul evlerinin cumbalı, kapalı ve birden fazla pencereye sahip olmalarının dışında genelde ahşaptan yapıldıkları görülmektedir. Farrère’in L’homme qui assassina romanının kahramanları Lady Falkland ve Mareşal, İstanbul’u gezerken sokakların dar ve evlerin ise ahşap olduğunu aktarır: “Rüzgar esmesin diye yapılan sinusoitli sokakta, evler ahşaptır, violet renkli eski, güzel ahşaptan” (Farrère, 1939: 97-98). Eserin kahramanı, bir başka yerde İstanbul’un tozlu sokaklarında gezerken, yine yıkılmak üzere olan evlere denk gelir. Lady Falkland’ın Mareşal’a hitaben duygularına hakim olamadan şehrin yapılarının birbirlerine benzediklerini ve harap bir görüntü sunduklarını haykırarak şehri bu yüzden büyük bir köye benzetir. Çoğu ahşap olan evler, toz içinde kalmış ve bitişiklerinde yabani incir ağaçları bitmiştir. Camlı, demir parmaklı ve çok temiz beyaz perdeli şahnişinleri olan bu yapıların çok sağlam bir görüntüleri bulunmaz.

Farrère, söz konusu eserinde İstanbul’un ahşap yapılarıyla ilgili şu ifadeleri de kullanır: “ahşaptan küçük kulübeler yığını”, “…bu küçücük evler, dünyanın en sade ve

en sevimli yapıları işlenmemiş, doğal bir ahşap, sadece eski ve biraz da verniklenmiş bir ahşaptan oluşmuşlar. İstanbul, hemen hemen hepsi adeta ahşaptan inşa edilmiş ve kahverengi kiremitle kaplı” (Farrère, 1939: 67).

Gautier de İstanbul’un ilk manzarasında bakımsız mezarlıktan sonra ahşap evleri görür. Loti ve Farrère’in sevimli buldukları ahşaptan evleri pek beğenmez: “Birkaç tahta parçası, lata ve çitlerle yapılmış, güneş ve yağmur yüzünden pembeye çalan bir kırmızıya boyanmış küçük tahta evler, çökmek üzere, biçimsiz, güçsüz ve sulu boya resimlerine ya da İngiliz süslemelerine çok yaraşan harabe halinde, ağaçlar arasında toplanmıştı” (Gautier, 2007: 82).

Fransız yazar, İstanbulluların evlerini ahşaptan, ibadethanelerini de taştan yapmalarına ilginç bir yorum getirir. Şehrin Müslüman halkının hayatın geçici olduğu düşüncesinden hareketle evlerini tahtadan inşa ettiğini iddia eder: “Sağlam ve değerli maddeleri Allah’ın evine ayıran ve insanın geçici barınağı için kendisi kadar ölümlü ahşap evler yaptıran….” (Gautier, 2007: 260). Bu iddiaya göre inanç, mimari yapıyı şekillendirir.

Ahşap yapıların 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında değerlerini yitirdikleri gözlemlenmektedir. Pierre Loti, ilk gelişinden otuz dört yıl sonra İstanbul’a geldiğinde eski evleri yerinde bulamayınca üzülür “…ama her şey daha da çirkinleşmiş; nasıl yitip gidiyor her şey! Kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan, aşağı inen sokaklar eski Türk evleri varken ne kadar hoştu” (Loti, 2003: 50) ve onların yerine kurulan yapıları ise niteliksiz bulur.

Yazarın üzüntüsünü gidermek için teselli bulacağı bir ev verilir. Fatih semtinde bulunan ev, hem geniş hem de içindeki eşyalar biraz da Türklüğünü ve doğusallığını korumuş durumdadır (Loti, 2003: 72).

İstanbul’da ahşap yapıların dışında taştan evler de bulunur. Aziyade’nin kahramanı, dostu Ahmet’in kız kardeşi Eriknaz’ın evine giderken Fener’de eskiden kalma taştan yapılarla karşılaşır. Burada gördüğü evler için kahraman, “demir zırhlı” ve “İslamlıktan önce” deyimini kullanır. Sokağa doğru uzanan ve altında ancak baş eğilerek geçilebilen balkonlu bazı evler de vardır. Taştan olan bu evleri, yazar Bizans evleri olduğunu söyler (Loti, 2000: 187).

Bu satırlardan hemen sonra da, Gautier de ahşaptan evlerin dışında Haliç yokuşundan, İstanbul manzarasına bakarken “Kasımpaşa’nın kahverengi kiremitleri ve kırmızı evlerinden” bahseder. Yazar hayranlık duyarak baktığı bu manzarada gördüğü başka evleri de görür. Bunlar da Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanların kurduğu gecekondular olması muhtemeldir. Siyah evler dediği bu konutların demirci, kömürcülere ait olduğunu belirttikten sonra az önce kullandığı bir “ev” sözcüğünü bu

konutlar için fazla bulur: “Biraz önce ev dedim, ama bu kelime fazla şatafatlı, bu yüzden sözümü geri alıyorum. Kulübeleri, harabeleri, küçük dükkanları, kümesleri, yani islenmiş, kirli, zavallı ne kadar şey bulursanız hepsini bir araya getirin, ama sakın Descamps’ın malasıyla Doğu tablolarında hevesle biçimlendirdiği ve viranelere çekicilik kazandıran o çizik, vebası, küflü, çürük, ufalanmış eski duvarlar olmasın içinde” (Gautier, 2007: 83).

1.6.1.3. İç Dekorasyon

Pierre Loti, Aziyadé romanında, Eyüp semtindeki yeni taşındığı evin iç dekorasyonundan söz eder. Yazarın evi, ilk başta, mütevazı iken sonraları süslü doğusal dekorlarla düzenlenir. Bunlar Acem halıları, İzmir’in kapı perdeleri, çiniler, silahlardır. Loti, bu eşyaların getiriliş şekline de dikkat çeker: “Aziyadé her akşam yeni bir şey getiriyor; Abeddin Efendinin evi eski değerli şeylerle dolu ve efendilerinin biriktirdiği şeyleri kadınların alıp kullanmaya hakları bulunduğunu” (Loti, 2000. 82) Aziyade’nin söylediğini aktarır. İpek perdelerle kaplı bu eski evin yeni eşyaları Loti’yi şaşırtır.

Yukarıda tasvirleri verilen evlerin aydınlatılması, daha çok mum ışığı, gaz lambası veya kandillerle sağlanılır. Bu aydınlatma araçlarının ışıkları sokaklara vurur, böylece sokaklar da aydınlanmış olur (Gautier, 2007: 94).

1.6.2. Türk Edebiyatında Meskenler