• Sonuç bulunamadı

Sem’î Bilginin Hükmü

2. Düşünce Tarihinde Kader

1.1. Sem’î Bilginin Hükmü

Bir de sem’î bilginin hükmünün ne olduğu konusu vardır. Hiçbir kelâmî akım Kur’an’ın, Hz. Muhammed’e vahyolunan ve tevâtür yoluyla nakledilen ilâhî vahiy oluşunda görüş ayrılığına düşmemişlerdir.1 Kur’an’ı delil olarak alma konusunda da

ayrılığa düşmeyen bu akımlar ancak Kur’an’ı anlama konusunda farklı yöntemler benimsemişlerdir. Esas fikir ayrılıkları Sünnetin hükmü konusunda ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’den rivâyet edilen haberler sübut ve delâlet yönleriyle; a) Zarûrî/zorunlu bilgi gerektirme ve b) Zannî bilgi gerektirme bakımından ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, itikadı gerektirir. İkincisi ise ameli gerektirir.2

Zarûrî/zorunlu bilgi gerektiren rivâyetlerin başında mütevâtir haberler gelir. Mütevâtir haber, başlangıçtan itibaren ilk üç asırda yalan üzere birleşmelerini aklın kabul etmediği çok sayıdaki bir topluluğun birbirinden rivâyet ederek Hz. Peygamberden naklettikleri haberlerdir.3

Kelamcılar, mütevâtir haberin zorunlu bilgi gerektirebilmesi için bu haberlerin râvîlerinde bir takım nitelikler aramışlardır. Bunların başında, râvîlerin ilk asırda rivâyet ettikleri haberleri müşâhede ve işitmeye dayalı, nazar ve istidlâle ihtiyaç duymayacak şekilde bilmeleri ve haberlerin aklen mümkün olup muhal olmamaları gerekir.4 Bu haberde, “gördüm” ya da “işittim” gibi ifadeler açıkça yer almalıdır. Örneğin Hristiyanların, sonraki asırlarda, teslise göre “ilahlardan bir ilâh olan Hz.

Îsâ’yı öldürdük, çarmıha gerdik” demelerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü iddia

ettikleri gibi çarmıh hadisesinin gerçekleştiği zaman olayı bizzat gören Hristiyanların sayısı tevâtür derecesine ulaşmış olsaydı elbette Yahudileri, Hz. Îsâ’dan uzaklaştırırlardı.5

Eş’arî kelamcıların, mütevâtir haberin zarûrî/zorunlu bilgi ifade edebilmesi için koydukları en önemli temel kurallardan bir diğeri de, mütevâtir haberin istidlâl ve nazara dayanan bir bilgi yoluyla ya da şüpheli bir yolla nakledilmemesi gerekmektedir.

1 Altıntaş, Ramazan, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s.333, 1.bs., Pınar Yay., İstanbul, 1424/2003. 2 Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.33; Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s.768-769; Altıntaş, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s.338.

3 Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.26, 33; Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s.768.

4 Bkz. Bâkıllânî, et-Temhîd, s.382; Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.37; Gölcük-Toprak, Kelâm, s.95.

5 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.8-9; Bâkıllânî, et-Temhîd, s.382 vd.; Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l- Hamse, s.768-769; Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.35-36.

Şayet mütevâtir haber bu yolla nakledilmişse zarûrî/zorunlu bilgi ifade etmez. Zira, doğru olduğu nazar ve istidlâl yoluyla bilinen mütevâtir haber zarûrî/zorunlu bilgiyi gerektirmez. Bu sebeple Dehrîler ve diğer inkârcı guruplar, İslam dininin doğruluğunu, Müslümanların haberleriyle bilemediklerini iddia ederler. Çünkü dinin doğruluğu nazar ve istidlâl ile bilinir. İnkarcıların kendi görüşleri hakkında naklettikleri haberler, diğer insanlar için şüphelidir, kesin bilgi ifade etmediği gibi bağlayıcılığı da yoktur.1

Eş’arî kelamcılar, râvîlerde aradıkları özellikleri taşıyan kişilerin haberlerinin zarûrî/zorunlu bilgi ifade ettiğini benimsemişlerdir. Onlar, mütevâtir haberi, inanç mertebelerinin en üstüne, dahası kaynağı duyu ve apriori (deney dışı, nas) öncüller olan zarûrî bilgiler derecesine yerleştirmişlerdir. Sübûtu ve mânâya delâleti kat’î olan böyle bir haber kelam ilminde bilgi kaynağı olmaktadır.2

Mu’tezilîler, aklın gücünü takdîr ettiklerinden dolayı, te’vîle gitmişler, bu metotlarına bağlı olarak da hadislerin bir kısmını kendi sistemlerine aykırı gördükleri için inkâr etmişler, kendi görüşlerini destekleyen rivâyetleri de kabul etmişledir.3

Mu’tezilî ve Eş’arî kelamcılar, duyularla nakletmeyi, mütevâtir haberin şartlarından saymışlar ve bir de tevâtüre dayalı olarak nakledilen haberi, râvîlerin sayısı bakımından değerlendirmişlerdir. Özellikle mütevâtir haberi nakledecek râvîlerin sayısı konusunda tam bir mutabakattan söz etmek mümkün değildir. Her bir gurup bu sayılara meşrûiyet kazandırmak için tezini muhakkak Kur’an’a dayandırma gereği hissetmektedir. Bu konuda bazı örnekler şöyledir:

Mu’tezilî kelamcı Ebü’l-Hüzeyl Allâf, mütevâtir haberin delil olarak kabul edilebilmesi için biri ya da daha çoğu cennetle müjdelenmiş olan en az yirmi kişi tarafından rivâyet edilmesi gerektiğini şart koşar. Bağdâdî’nin naklettiğine göre, aralarında cennet ehlinden en az bir kişi bulunmadıkça yalan üzere birleşmeleri akıl açısından mümkün olmayanların sayısı tevâtür derecesine ulaşmış olsa bile kâfirlerin ve fasıkların haberi delil kabul edilmez. Ebü’l-Hüzeyl, dört kişiden az olan kimselerin haberlerinin bir hüküm ifade etmeyeceği kanaatini taşır. Ona göre dört kişinin üzerinde

1 Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.37.

2 Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, s.37; Altıntaş, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s.339.

3 Bkz. Ahmed Emin, Duha’l-İslam, III/85 vd., 7.bs., Mektebetü’n-Nehda el-Mısriyye, ts. baskısından

ofset, Kahire, 1422/2001. Burada Mu’tezilîlerin inkâr ettikleri ve alaya aldıkları bazı hadislere örnekler vardır.

olmak şartıyla yirmi kişiye kadar olan kimselerden gelen haberlerle bilgi meydana gelmesi doğru da olabilir yanlış da. Ama onun kesin bir ölçü olarak kabul ettiği sayısal bir değer vardır ki, o da yirmi kişi arasında cennet ehlinden en az bir kişi varsa ilmin meydana gelmesi mümkündür. O, bu yirmi kişi şartını delil getirmede “Eğer içinizde

sabırlı yirmi kişi bulunursa, ikiyüz kişiye gâlip gelirler”1 ayetine dayandırmıştır.2

Aslında bir başka açıdan Ebü’l-Hüzeyl’in mütevâtir haberin delil olması ile ilgili ileri sürdüğü şartlar, bir nevi bu haberin delil olamayacağının bir göstergesidir.

Eş’arî kelamcı Bâkıllânî (v.403/1012) de bir haberin mütevâtir olabilmesi için aradığı şartlar arasında râvîlerin sayısı üzerinde durmuştur. O, râvîlerin iki olabileceğine; “sizler, erkeklerinizden iki tane de şâhit tutun…”3 ayetini, râvîlerin üç

olabileceğine delil olarak; “Eğer iki erkek şâhit bulunmazsa şâhitliklerine güvendiğiniz

bir erkek ve iki kadını şâhit tutun…”4 ayetini, râvî sayısının dört olmasıyla ilgili olarak

da; “…kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dâir, Allah adına dört defa yemin

ederek, şâhitlik etmesidir”5 ayetini delil olarak göstermiştir.6

Kadı Abdülcebbâr ise Bâkıllânî’nin mütevâtir haberin râvî sayısı hakkındaki görüşünü benimsemekle birlikte râvîlerin en az dört veya daha fazla olması gerektiğini söylüyor. Kadı Abdülcebbâr’a göre beş kişiden az olan kimselerin verdiği haber ilim ifade etmez. Zarûrî ilmin meydana gelebilmesi için beş veya daha çok kimsenin rivâyet etmesi gerekir.7 Dolayısıyla Nazzâm hariç, genel olarak bütün Mu’tezile düşünürlerinin -bir takım şartlar ileri sürseler de- mütevâtir haberi delil olarak kabul ettikleri söylenebilir.

Mâtürîdî ise mütevâtir haberi farklı bir şekilde tarif eder. Ona göre, peygamberlerden, bize ulaşan haberler yanılmaları ve yalan söylemeleri ihtimal dahilinde olan kimselerin dilinden bize nakledilmektedir. Çünkü -peygamberlerin sıfatlarında olduğu gibi- râvîlerin doğruluk ve mâsûmiyetlerini (ismet) ispatlayacak herhangi bir kesin delil veya belge yoktur. Böyle bir haber ise incelemeye alınmalıdır. Şayet bir haberin yalan olmasına hiçbir şekilde ihtimal verilmiyorsa, kendisine böyle

1 Enfâl, 8/65.

2 Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak, s.128. 3 Bakara, 2/282.

4 Bakara, 2/282.

5 Nur, 24/6; bkz. Nisa, 4/15. 6 Bâkıllânî, et-Temhîd, s.384-385.

bir haber ulaşan kimsenin yapması gereken şey, onu mâsûmiyetine kesin delil bulunan birinden (Hz. Peygamberden) bizzat duyduğu bir söz gibi kabul etmesidir. İşte mütevâtir haberin vasfı bundan ibarettir.1 Görüldüğü gibi Mâtürîdî, haberde yalan

bulunabileceğini, haberde yalan bulunmasının onu inkâr etmeyi gerektirmediği, yalanın açığa çıkartılabileceği; iki yönden birinin delil ile tercih edilebileceği kanaatindedir.2 Bütün bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Mâtürîdî, yalan ve hata

bulunur düşüncesiyle haberin reddedilmesini sağlıklı bulmamaktadır. Çünkü o, -şayet varsa- hatanın ortaya çıkarılabileceğini düşünür. Zira bizim habere mutlaka ihtiyacımız vardır.3 Araştırılmadan kolayca reddetmek doğru olmaz.

Mütevâtir haberin râvî sayısı hakkında gözden kaçırılmaması gereken en önemli noktalardan birisi şüphesiz Kur’an’ın cem’i sırasında sahâbenin aradığı şartlardır. Yemâme’de Kur’an hâfızlarının şehit olması üzerine Hz. Ebû Bekir, Kur’an’ın zâyi olacağından korkarak; Hz. Ömer ve Zeyd b. Sâbit’e; “Siz ikiniz

mescidin kapısına oturun. Size kim, Allah’ın kitabından bir şeyi iki şahitle getirirse onu yazın”, demiştir. Onlar bu konuda iki şahidin şehadeti dışında hiç kimseden bir

şeyi asla kabul etmiyorlardı.4 Mütevâtir olarak kabul ettiğimiz Kur’ân’ın sahabe

döneminde cem edilirken uygulan metot hadisler hakkında da uygulanırsa, senedi sahih olarak en az iki sahabeye dayandırılan ve daha sonraki asırlarda da adalet ve zabt bakımından sika/güvenilir râvilerce rivâyet edilen, başka herhangi bir problemi olmayan böyle hadislerle amel etmenin vücûp ifade edeceği söylenebilir.

Sonuç olarak mütevâtir haberler itikâdî ve amelî konularda delildir. Bütün kelamî ekoller -kader de dahil- itikadî konularda kesin bilgi ifade etmesi sebebiyle mütevâtir haberi delil kabul etmişlerdir. Buna göre mütevâtir sünnetle de amel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur.5

1 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.8-9. 2 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.26-27.

3 Bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.7; Mağribî, Ali Abdülfettâh, İmâmu Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye, s.52, 1.bs., Mektebetü Vehbe, Kahire, 1405/1985; Özcan, Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, s.69.

4 İbn-i Ebî Dâvûd, Ebû Bekir Abdullah b. Süleyman, el-Mesâhif, I/157, 171, II/224, 2.bs., thk.

Muhibbüddin Abdüssübhân Vâiz, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, 1423/2002.

5 Nesefî, Ebû Mûtî Mekhûl b. Fadl, er-Red alâ Ehli’l-Bida’ ve’l-Ehvâi’d-Dâlleti’l-Mudille, s.122, thk.

Bernand Marie, Annales Islamologiques Institut Français d’Archéologie Orientale, Kahire, 1400/1980; Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s.9; Şaban, Zekiyyüddîn, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslamî, s.61, 2.bs., Menşûrâtü’l- Câmiati’l-Libbiyye, Külliyetü’l-Hukûk, Matâbiu Dâri’l-Kütüb, Beyrut, 1391/1971.