• Sonuç bulunamadı

Selçuklu Devleti’nin Doğuşu ve Siyasal-Toplumsal Yapı

BÖLÜM 3. SELÇUKLULAR, NİZAMÜ’L-MÜLK VE SİYASAL DİN

3.1. Selçuklu Devleti’nin Doğuşu ve Siyasal-Toplumsal Yapı

Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Ortaçağ’da Oğuz Türkleri’nin Kınık boyu tarafından 11. yüzyılın başlarında kurulan bir Türk-Fars devletiydi. Sünni Müslüman inancının devlete egemen olduğu imparatorluk halkları arasında, başta Şiilik, İsmailiye, Batınilik, Emevilik, Alevilik gibi İslam içi sayılan inançlara mensup kesimler olmak üzere, daha az olmakla birlikte Zerdüşilik ve Hristiyanlık gibi dinlere mensup halklar da vardı. Sınırları tam olarak belli olmamakla birlikte, toprakları, Hindukuş Dağları’ndan Batı Anadolu’ya ve Orta Asya’dan (Türkistan) Basra Körfezi’ne kadar uzanan, yaklaşık 4 milyon kilometre kareye ulaşan geniş bir alana yayılıyordu. Başkentleri aralıklarla İran’daki Rey, Nişabur ve Merv kentleri olan Selçuklular’ın, kurucu unsuru göçebe Türklerdi. Topraklarında esas olarak hayvancılıkla uğraşan büyük göçebe boylarının hareket halinde olduğu, ve fakat Asyatik özellikleri (askeri-despotik) baskın bir göçer- din-tarım toplumuydu. Merkezi bir feodal imparatorluk olmakla birlikte, esas itibarıyla federatif bir yapılanmaya sahipti.

Anlamı ve nasıl söylendiği tam olarak bilinmeyen Selçuk sözcüğü ise -bazı kaynaklarda ‘Salçuk’ diye de ifade edilir- ilk başlarda bir kavim ya da boyun ismi değil, bir boy beyinin ve hanedanın adı olarak kullanılmıştı. Bu nedenle, etimolojik ve filolojik bakımdan, bir kavram ya da terim değil, isim olduğu söylenebilir. Selçuk Bey’in, 10. yüzyılda, Aral Gölü ile Volga Nehri arasındaki bozkırda yaşayan, Hazarlarla ilişkili bir Oğuz boyunun Dukak ya da Tukak adlı beyinin oğlu olduğu, genel kabul gören bir tarih bilgisidir. Selçuk Bey ve soyunun Oğuzların Kınık boyundan geldiği üzerinde de yine görüş birliği vardır. Dolayısıyla, Selçuklular ve onları destekleyen boyları da Oğuz olarak tanımlamak, başka bir ifadeyle bu halka Selçuklu Oğuzları demek uygundur. Oğuz (Uz) ve Oğuzlar (Uzlar) kavramı, Orhun yazıtlarında da yer alır. Çünkü, Oğuz olarak adlandırılan Türk grupları II. Göktürk İmparatorluğu/Kaanlığı içinde de önemli rol üstlenmişlerdi. Oğuz kavramı ise ilk ortaya çıktığında bir halkın ismi değil, “kavimler birliği” ya da “boylar federasyonu” anlamına gelen siyasal bir terimdi. (Bkz. Kafesoğlu, 2014: 11-34.)

57

Biz de bu çalışmada, “Selçuklu” terimi ile bir halkı, aşireti ya da boyu değil, daha çok devlete ve imparatorluğa adını veren Dukak oğlu Selçuk’u, onun çocuklarını ve torunlarını kapsayan bir hanedanı ifade etmek için kullanacağız. Bu hanedan, devlete de adını verdiği için “Selçuklular” kavramı ile -bağlamına göre- devleti ya da imparatorluğu da ifade etmiş olacağız.

Selçuklu Devleti, merkeze bağlı ve özerklik alanı hayli geniş tutulan eyaletlerden oluşuyordu. Hanedan mensuplarının (şehzadeler, amca ve kuzenlerden oluşan beylerin) yönetimindeki bu eyaletler bir tür alt devlet gibi işliyordu. Bu yapısıyla, Selçuklular’ın diğer Asyatik devlet ve imparatorluklara göre özgün bir siyasal ve toplumsal yapılanmasının olduğu söylenebilir. Öyle ki, Selçuklu İmparatorluğu’nun bazı eyalet ya da özerk bölgeleri (alt devletleri) 14. yüzyılın başlarına kadar ulaşacaktı. Bunun bilinen ve uzun ömürlü örneği, daha sonra Anadolu Selçukluları adıyla ayrı bir devlet olarak yoluna devam edecek olan, İmparatorluğun “Sultan-ı Rum” adı verilen Batı eyaletiydi. Esas olarak Dandanakan Savaşı’ndan (1040) sonra şekillendiği kabul edelen Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 1037, dağılma tarihi ise 1194 olarak kabul edilir. Başkentleri sırasıyla İznik, Sivas ve Konya olan Anadolu Selçukluları ise yaklaşık 230 yıl (1075-1307) ayakta kalmış, kendi başına önemli bir devlet olacaktı. (Kafesoğlu, 2014.)

Anadolu Selçukluları, önceleri İç Asya ve İran merkezli Büyük Selçuklu Devleti’nin bir kolu niteliğindeydi. Bürokratik ve sosyal düzenlemelerle bir yandan kendi özgün yapısını oluştururken, diğer yandan da devamı olduğu Büyük Selçuklu devlet geleneği ve sisteminden etkilenmiş, imparatorluğun siyasal, kurumsal ve kültürel çizgisini devam ettirmişti. Büyük Selçuklu Devleti, İran merkezli, dolayısıyla Farsi özellikleri ağır basan bir Türk-İran İslam devletiydi. Anadolu ise, esas olarak Selçuklu İmparatorluğu tarafından fethedilen bir ülkede değil, merkezi devletin denetimi dışına çıkan göçebe Oğuz boyları tarafından ele geçirilen topraklardı. Selçuklu İmparatorluğu’nda merkezle ihtilafa düşen ya da merkezi dergâhla (sarayla) çatışan şehzade ve beylerin kaçarak sığındığı Anadolu, kendilerine bir yurt ve gelecek arayan Oğuz boylarının başına zamanla geçeceği bir ülke niteliğindeydi. Örneğin, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu sayılan Süleyman Şah’ın kişisel öyküsü bile tamamen böyle bir özellik taşıyordu. Bu özellikleriyle Anadolu Selçukluları, merkezi Selçuklu İmparatorluğu’na göre Türki özellikleri daha ağır basan bir devletti. Nitekim, Anadolu

58

Selçukluları’nın devamı sayılabilecek Konya merkezli Karamanoğulları Beyliği -devlet sayılabilecek bir siyasal yapılanma olmasına karşın, Osmanlıcı tarih anlayışı nedeniyle önemi azaltılır- Türkçeyi resmi dil ilan eden dünyadaki ilk devlet olacaktı. Doğu-İslam toplumlarında dinin, devletin siyasal ve yönetsel aygıtı haline gelme sürecini incelediğimiz ve bu bağlamda din-devlet-devlet-toplum ilişkilerinde tarihsel bir örnek olarak, Nizamü’l-Mülk dönemine odaklandığımız bu çalışmada, İran ve Anadolu Selçukluları’nın siyasal ve toplumsal yapılanmasını farklı yönleriyle ele alacağız.

Selçuklular’ın ortaya çıkışıyla ilgili en erken tarihli ve en değerli kaynak, Gazneli tarihçi ve devlet adamı Ebu’l-Fazl Muhammed B. Hüseyin-i Beyhaki’nin (995-1077) Farça yazılmış “Tarih-i Mesudi” adlı kitabıdır. Türkçeye “Tarih-i Bayheki” adıyla çevrilen bu önemli eserin günümüze ulaşan bölümleri, esas olarak Gazneli Devleti Sultanı Mesud dönemini kapsar ve adını da buradan alır. Farsi özellikler de taşıyan, erken dönem bir Türk devleti konumundaki -ki bu nedenle İslami özellikleri görece daha az ya da belirsiz oduğu da söylenebilir- Gazneli Devleti’nde üst düzey yönetici olan Beyhaki’nin eseri, birinci dereceden belgelere ve kaynaklara dayanması bakımından çok önemlidir. Ancak bu değerli kaynağın sadece özeti ve bazı bölümleri, yapılan alıntılar ve aktarmalar yoluyla günümüze ulaşabilmiştir (Beyhaki, 2019). Diğer önemli bir kaynak da yine Gazneli tarihçi-yazar Gerdizi’nin Gazne Sultanı Abdülreşid için 1050-51 tarihlerinde yazdığı tahmin edilen, “Zeynü’l Ahbar” adlı kitabıdır. Bir devlet kültürü geleneği olarak Gazne hanedanını yüceltmek için yazıldığı anlaşılan bu eserde, Gazneli Sultan Mahmut ve Sultan Mesud ile ilgili bilgiler bulunduğu için, Selçuklular’ın kuruluş dönemine ilişkin bazı değerli bilgileri de içermektedir. Özellikle Selçuklular’ın (Oğuzların), başka kaynaklarla da desteklenen, daha sonra Anadolu kapılarını açacak Horasan göçü, kapsamlı ve sade biçimde aktarılmaktadır. Bu eserden günümüze ancak bazı özet metinler ve kitaptan yapılan uzun alıntılar ulaşmıştır. Bu parçalar da ünlü Doğubilimci Rus-Sovyet bilim insanı, Orta Asya tarihçisi Wilhelm Barthold’un “Türkistan Halklarının Tarihi” adlı büyük eseride yer almaktadır (Barthold, 2018). Büyük Selçuklu ya da diğer bir ifadeyle İran Selçukluları hakkında yapılan birçok araştırma da esas olarak, bu iki eserin yanı sıra, Sultan Alp Arslan’a ithaf edilen, ancak yine bütünsel olarak günümüze ulaşamayan “Melikname” isimli ünlü esere dayandırılır. Ancak ‘Melikname’, dönemin başka eserleri içinde referans verilerek, uzun alıntılar şeklinde kapsamlı şekilde yer aldığı için günümüze dolaylı olarak ulaşmıştır. Zamanında Arapça’ya da çevrildiği bilinen (bu çeviri

59

de günümüze ulaşmamıştır) eserin, Alp Arslan’ın sarayında yazıldığı, Tuğrul Beğ’in (Bey) hükümdarlık dönemini ise bütünüyle kapsadığı kesindir. Yazarı belli olmayan Melikname’nin bir ekip tarafından kaleme alındığı, dolayısıyla Selçuklu “resmi tarihini” ifade ettiğini ileri sürebiliriz. İngiliz tarihçi Andrew Charles Spencer Peacock, başlangıçta İslam diniyle güçlü bağları olmayan, göçebe Türkmen boylarında, Orta Asya inanç ve geleneklerini (Şamanizm, Gök Tanrı inancı/Tengricilik) yaşatan Selçuklular’ın, Bağdat Halifesiyle de (Abbasiler) iyi ilişkilerinin bulunmadığını belirtiyor. Peacock, bu nedenle Alp Arslan adına yazılan “Melikname”nin, daha sonra Selçuklular’ın başından itibaren İslam’la yakın bir bağ içinde olduklarını göstermek amacıyla, 11. yüzyılın sonları ya da 12. yüzyılın başlarında yeniden kaleme alındığını öne sürüyor. Selçuklular’ın tarihine ilişkin Ortaçağ tarihçiliğinin diğer bir önemli eseri ise Bağdatlı tarihçi Garsuni’me tarafından yazılan ve Sıbt İbnü’l-Cevzi tarafından “Miratü’z-Zaman” adlı eserinde aktarılan Arapça çalışmadır. Prof. Dr. Ali Sevim tarafından Türkçeye çevirilen eserde, Garsunni’me’nin, ilk üç Selçuklu sultanı Tuğrul, Alp Arslan ve Melikşah dönemiyle ilgili anlattıkları -ki anlattığı birçok olaya tanıklık yapan bir tarihçidir- değeri bakımından benzersizdir. (Bkz. Peacock, 2016: 8-14.)

Ayrıca Osmanlı tarihçilerinden Yazıcızade Ali’nin, eski metinlere ve kaynaklara dayanarak yazdığı, büyük bölümünün aktarmalardan ouştuğu anlaşılan, Dr. Abdullah Bakır tarafından günümüz Türkçesine aktarılan, “Tevarih-i Ali Selçuk” kitabı da (Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2017) bu bahiste dikkate alınması gereken eserler arasındadır. Bunların yanı sıra, İran ve Arap tarihçileri arasında da parça parça Selçuklular hakkında bilgi veren çeşitli eserler bulunmaktadır. Özellikle İranlı tarihçilerin yazdığı ve neredeyse tamamı “Selçukname” adıyla anılan ve yayılan bu kitaplar içinde, Zahirüddin-i Nişaburi’nin eseri önemli çalışmalar arasında sayılabilir. Diğer “Selçukname” yazarları arasında ise Türkçeye de çevrilen Ahmed Bin Mahmud, İbn Bibi gibi tarihçileri sayabiliriz. Ancak, Ayşe Gül Fidan tarafından Farsça’dan Türkçeye çevrilen Nişaburi’nin ‘Selçukname’si dahil, bu kitapların önemli bölümündeki bilgiler gelişi güzel ve bir metodolojiye bağlı olmadan anlatıldığı için değerli, ama genellikle sorunlu bulunur (Nişaburi, 2018: s.10).

Modern dönem Selçuklu tarihçiliğinde ise, araştırmaların sayısının fazla olmadığını belirtmeliyiz. Bunlar arasında İngiliz tarihçi W. Barthold’un 1900’de yayınladığı ve günümüze kadar temel kaynaklardan en önemlisi sayılan Türkistan tarihi

60

hakkında yazdığı büyük eseri ayrı tutmalıyız. Kitap, erken Selçuklu Dönemi konusunda yazılmış ilk önemli çalışmadır. Bu anıtsal eserde Samaniler, Gazneliler ve Karahanlılar tarihi de zengin kaynaklara ve arşiv bilgilerine dayanarak veriliyor. (Bkz. W. Barthold, 1958: 20. Turkestan Down to the Mongol Invasion, E.J.W. Gibb Memorial, Londra/PDF). Diğer bir örnek ise Cambridge Üniversitesi’nin “Cambridge History of Iran” adlı, İran tarihi hakkındaki çalışmasıdır. Peacock, bu eserin özellikle 5. cildinde yer alan C. E. Bosworth’un uzun makalesinin önemine işaret ediyor. Selçuklular’ın diğer 11. yüzyıl hanedanlarıyla birlikte ele alındığı bu bölüm, Selçuklu tarihçiliği bakımından zengin ve analitik bir zemin sunuyor. Selçuklular’ın ortaya çıkışı, ekonomik ve toplusal yapısı, Gazneliler ve Selçuklular arasındaki Horasan savaşları ve bu savaşların nedenleri konusunda önemli bir kaynak niteliği taşıyor. (Bkz. C. E. Bosworth, 1968: 1-202. The Political and Dynastic History of the Iranian World, The Cmabiridge History of Iran, Londra).

Bu çalışmada sıkça başvurduğumuz ve bugüne kadar kullanılmayan Gürcüce, Ermenice, Arapça Farsça kaynakları da ele alarak Selçuklular’ın göçebe ve bozkır geçmişlerini inceleyen, tarih sahnesine çıkışlarını ve erken dönem Selçuklu Devleti’ni iktisadi ve toplumsal yapısı bağlamında da ele alan İngiliz tarihçi Prof. Andrew C. S. Peacock’un çalışmaları da günümüzdeki en önemli başvuru eserleri arasındadır. Özellikle, Peacock’un okuduğunuz bu çalışmada da sık sık başvurduğumuz “Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” adlı eseri, Orta Doğu ve Ön Asya’da yerleşik düzende yaşayan halkların Türkmen/Oğuz boylarının göçleri ve istilasından nasıl etkilendiklerini tarihsel sosyolojik perspektiften incelemesi bakımından önemlidir. Çünkü, Selçuklu göçlerinin, daha öncekilerden farklı olarak, Türklerin yerleşmesiyle sonuçlandığı ve bu nedenle bölgenin demografik yapısı kalıcı biçimde değiştiği için, söz konusu süreci inceleyen Peacock’un çalışmaları bugüne de ışık tutmaktadır.

Ayrıca, bu tez çalışmasında da sıkça başvurduğumuz 20. yüzyıl Türk tarihçi ve sosyal bilim insanlarından Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Osman Turan, Doğan Avcıoğlu, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Çetin Yetkin gibi akademisyen ve yazarları da dünya ölçeğinde önemli isimler arasında sayabiliriz.

61

Asya bozkırlarından gelip İran, Irak, Suriye ve Anadolu topraklarını fethederek Ortaçağ İslam dünyasının en büyük imparatorluklarında birini kuran Selçuklular’ın, diğer göçer Türk boylarından en önemli farkı; başta Horasan, İran ve Anadolu olmak üzere, bölgeye kalıcı olarak yerleşmeleridir. Bu dönem, Türkmen/Oğuz boylarının, başlangıçta daha esnek şekilde olsa da, yerel kültürle -ki bu kültürün en belirgin ve baskın yanı İslam dinidir- ilişkilendikleri ve bu kültürü içerdikleri bir dönemdir. Diğer taraftan, Türklerin kitlesel olarak İslamiyet’e geçtikleri 10 ve 11. yüzyıllar, aynı zamanda İslam’ın da (Sünni İslam’ın) yeniden bir devlet dini haline gelme sürecidir. Türklerin İslamiyete geçişi Selçuklu Oğuzları’nın Maveraünnehir’e yerleşerek Ön Asya, Azerbaycan, İran, Anadolu, Mezopotamya ve Basra’ya doğru yayıldıkları dönemde (10 ve 11. yüzyıllarda) yoğunlaşacaktı. Bu bölgede yaşayan ve dönemin önemli şair ve tarihçilerinden biri olan İbnü’l Verdi (1292-1349), “Selçuklular” adlı önemli eserinde, Dandanakan Savaşı’nın hemen sonrasına denk gelen yıllarda (1043-1044) Türklerin İslamiyet’e geçişine ilişkin olarak şöyle diyecekti:

“Bu sene beş bin çadır Türk, Müslüman oldu. Çin havalisinde yaşayan Hıtaylar ve Tatarlar dışında İslamı kabul etmeyen kimse (Türk) kalmadı” (Verdi, 2017: s.26).

Diğer taraftan, aynı zaman dilimi, İç Asya ve Orta Doğu başta olmak üzere, bölgede farklı felsefi akımların, mezheplerin, tarikatların ortaya çıktığı, fikri ve inançsal bir rekabet döneminin yaşandığı, dolayısıyla farklı İslami akımlar arasında çatışmaların da yoğunlaştığı bir tarihsel dönemeçtir.

Bu dönemde, bir kısmı Maveraünnehir bölgesinin Buhara, Taşkent, Semerkant, Nişabur gibi kentlerinin çevresine ve Horasan havzasına yerleşen göçebe Türkmen /Oğuz boyları, doğal olarak bölge kentleriyle kültürel etkileşim içine de girmeye başlamıştı. Bu etkileşimin en önemli aracı ise büyük oranda takasa dayalı ticaretti. Göçebe Türkmenler, bir yandan kentlerin hayvansal ürün ihtiyaçlarını karşılar ve karşılığında kent pazarlarından ihtiyaçları olan ürünleri tedarik ederken, diğer yandan ise akın ve yağma eylemleriyle yine bu kentlerin güvenliğini tehdit ediyorlardı. Göçmen Türkmen/Oğuz boyları kentler ve onların bağlı olduğu siyasal odaklar için bir tehdit kaynağı olmakla birlikte, aynı zamanda önemli bir güç kaynağı haline de gelebiliyordu. Onlarla yapılan ittifaklar, ticari faaliyetler, bu aşiretleri bir düzen altında tutma çabaları, bölge devletlerinin başarı ölçütü sayılıyordu. Bu göçebe Türk boylarıyla anlaşan ya da uzlaşan

62

bir siyasi otorite, hem onları bir tehdit kaynağı olmaktan çıkarıyor hem de gücünü ve savaş kapasitesini artıyordu.

Selçuklular, beylikten devlet olmaya doğru giden yolu, Oğuzlar’ın boylar birliğine (buna konfederasyon da diyebiliriz) önderlik ederek başaracaklardı. Öncelikle göçebe aşiretlerin daha iyi otlak ve mera arayışlarına cevap vermek, aşiretler ve boylar arasındaki rekabette her birine eşit uzaklıkta bulunmak, Selçuklular için maharet isteyen, zaman zaman uzlaşıcı siyasal zekayı ve zaman zaman da kıyıcı bir askeri iradeyi gerektirecekti. Buna karşın göçebe aşiretler de gerçek güçlerinin kendilerini sevk ve idare edecek liderlerin etrafında toplanıp birlik oluşturmakla ortaya çıkacağını biliyordu. Sürekli çatışma halinde olmak ve her an barış şartlarının bozulması endişesini taşımaktansa, ortak kabulle onanmış bir liderin veya lider ailenin -Selçuklular’da liderlik, Alp Arslan’a kadar aile bireyleri arasında paylaşılmaktadır- emrine girmek, rasyonel olan bu topluluklar için daima en akıllıca karardı. Selçuklu ailesinde, Selçuk Bey’in dört oğlu ve bunların alt soyları bey unvanı ile boylara ve boy birliklerine liderlik ediyordu. Bir zaman sonra da bu beyler arasında önderlik mücadelesi başlayacaktı. Dolayısıyla karşılıklı olarak birbirini besleyen bu yapı, bahsi geçen göçerlerin dilinden konuşmayı beceren, kültürlerini bilen Selçuklular tarafından başarılı bir şekilde kullanılmıştı. İşte bu birleşmeden doğan kuvvetle Selçuklu Devleti çok kısa sürede Horasan (Kuzey İran ya da Güney Azerbaycan), İran, Irak, Basra ve Suriye topraklarında egemen güç konumuna gelmiş ve diğer Türk-İslam devletlerinden farklı olarak Hilafet’in merkezini de (Bağdat) ele geçirerek Anadolu ve Akdeniz’e doğru yayılmıştır.