• Sonuç bulunamadı

Göçebe Oğuz Boyları ve Selçuklular’da Ekonomik-Sınıfsal Yapı

BÖLÜM 3. SELÇUKLULAR, NİZAMÜ’L-MÜLK VE SİYASAL DİN

3.2. Göçebe Oğuz Boyları ve Selçuklular’da Ekonomik-Sınıfsal Yapı

Türk ve Avrasya tarihleri iç içe geçmiştir. Türklerin tarihsel serüveninden bağımsız bir Avrasya, hatta Orta Doğu tarihi yazmak neredeyse imkansızdır. Türkler, Selçuklular’ın ortaya çıkmasından çok önce Ön Asya ve Orta Doğu’ya gelmişlerdi. Örneğin, bazı Oğuz/Türkmen boyları Bağdat’taki Abbasi Halifesi’nin ordusunda savaşçı olarak görev yapıyordu. Bizanslılar, Kuzey Doğu sınırlarının korunmasını Hazar Türkleri’ne emanet etmişti. Yani Selçuklular, Orta Asya’dan Horasan’a ve Orta Doğu’ya, Bizans topraklarına ve Doğu Avrupa’ya gelen ilk göçebe Türk grubu değildi. Daha önce Avarlar, Hazarlar, Peçenekler, Hunlar, Sabirler ve başka Altay kökenli Türk boyları Bizans sınırlarına ve Avrupa eteklerine dayanmışlardı. Orta Asya bozkırlarından ilk

63

büyük göç dalgası 4. yüzyılda başlamış, 8 ilâ 11. yüzyıllar arasında da son büyük göç dalgası yaşanmıştı. Selçuklular’ın arkasından gelen Türk göçünün, yani son büyük dalga ile gelen Oğuz/Türkmen boylarının diğerlerinden temel farkı, istila ettikleri topraklara yerleşmeleri ve kalıcı olmalarıydı. Güvenilir kaynaklar ve belgelere göre; Maveraünnehir’e ilk büyük Türk göçü, 775-785 yılları arasında hüküm süren Abbasi Halifesi el-Mehdi zamanında olmuştu. Bu son göç dalgaları o kadar büyük ve yaygındı ki yerleşik halklar tarafından içerilip dönüştürülememişti. O nedenle, son dalgayla gelenler, daha öncekilere göre büyük ölçüde Türklüklerini korumuşlardı.

Selçuklular’dan önce, bölgede Gazneliler ve Karahanlılar gibi Müslümanlığı benimsemiş Türk devletleri vardı. Bölgelerinin en önemli güçleri arasında olan bu devletlerin hanedanları Müslümandı, ama halklarının (özellikle Türklerin) tamamı İslam’a henüz geçmemiş ya da İslam’la ilişkileri “yarı Müslümanlık” denilebilecek bir durumdaydı. Hanedanların da İslam ile ilişkileri hayli esnekti. Ayrıca bölgede, Hazara İmparatorluğu gibi, Museviliği seçmiş Türkler’in kurduğu güçlü devletler de vardı. Selçuklular’ın bu bağlamdaki tarihsel önemi ve yeni Müslüman olmuş uzak sınır bölgelerinde hüküm süren Gazneliler ve Karahanlılar’dan farkı, dönemin İslam dünyasının merkezine, yani Horasan’dan İran’a, İran’dan Adadolu’ya, Irak’tan Suriye’ye, Basra’dan Nil Nehri’ne kadar uzanan o büyük bölgeye yerleşmeleri ve egemen olmalarıydı. Dahası, bu geniş bölgede daha sonra kurulacak devletlere siyasal ve kültürel miras bırakacak bir kurumsallaşmayı gerçekleştirmeleriydi.

Burada bir parantez açarak not düşmek yerinde olacaktır: Sünni Hanefi mezhebine bağlı olan Selçuklu hanedanlığı ve seçkinlerinin, daha önce Hazar Türkleri (Hazara Türk Devleti/Hazar Hanlığı) ile yakın ilişkileri bulunuyordu. Batı Göktürk İmparatorluğu’nun devamı da sayılan ve kendilerini öyle gören, Hazar Gölü havzasından Kuzey Karadeniz’e, oradan Doğu Avrupa’ya kadar uzunan geniş bir alanda üç yüzyılı aşkın bir süre hüküm süren (650-985) Hazar Türkleri -Hazarların bir boy adı değil, bir ülke adı olduğu da belirtilir- Orta Asya Türk inanışından (Gök Tanrı inancı) kopan boylardan oluşuyordu. Bu durum, Selçuklular ve Kınık boyunun daha önceki dini inançları konusunda da farklı görüşlerin ortaya atılmasına yol açacaktı. Çünkü Hazar Türkleri’nin, önce seçkinler daha sonra halkının büyük bölümü olmak üzere, Museviliğe (Yahudi dinine) geçtikleri ve bu inanışlarını yaklaşık 200 yıl sürdürdükleri anımsanırsa, onlar ile yakın ilişkileri olan Oğuz boylarının bundan etkilenmemesi imkânsızdı. Bunlar arasında, Oğuzlar’ın 22 boyundan

64

biri olduğu kabul edilen Kınıklar ve onun başbuğları Dukak Bey ve oğlu Selçuk Bey olduğu da pekâlâ düşünülebilirdi. Nitekim, Dukak Bey ölünce, oğlu Selçuk, Hazar hanının (Yabgu) sarayında büyümüş ve onun tarafından Subaşı (ordu komutanı) yapılmıştı. Oğuz hakanlarında olduğu gibi, kendilerini Göktürk İmparatorluğu’nun meşru mirasçısı sayan Hazar Türkleri’nin hanlarına da “yabgu” ünvanını veriliyordu. Bu durum, daha sonra hanedana ve imparatorluğa adını verecek olan Selçuk Bey’in sıfat olarak önlerine “Arslan” da getirilen oğullarının adlarının neden Mikail, İsrail, Yusuf ve Musa olduğunu da açıklıyordu. Ancak, daha sonraki İslam ve Türk tarihçileri tarafından bu olgu ya görmezden gelinmiş ya da yüzeysel olarak değinilip geçilmişti. Selçuklu sarayı da, hanedan ve imparatorluğun meşruiyet kaynaklarına ilişkin metinlerde aynı şeyi yapmıştı. Daha sonra Müslümanlığa geçen, dahası Sünni-Hanefi mezhebinin yeniden yükselmesini sağlayan bir hanedanın, geçmişte Yahudi Hazar Türkleri ile olan sıkı ilişkilerini görmezden gelmesi ya da gizlemesi, anlaşılabilir bir tutumdu. Batı’nın önde gelen Selçuklu ve Ortaçağ tarihçilerinden Tamara Talbot Rice, konuya ilişkin olarak şunları yazıyor:

“Selçuk’un oğullarından ikisi için seçtiği Yahudi isimleri (aslında tümü öyledir- my), Dunolp’un, Selçuk’un maiyetindeki bazılarıyla birlikte babasına arka çıkan Hazarlarla beraber Museviliği kabul ettiği yönündeki önermesini (görüşünü) doğrulamaktadır. Ancak, bazı Rus akademisyenler bunu Selçuk’un din olarak Hristiyanlığı seçtiğinin bir işareti olarak yorumlamaktadırlar. Bu, cevaplaması zor bir korudur; bunun en büyük sebebi de Oğuzlar’ın tamamının çok erken tarihlerden itibaren farklı türlerden birçok misyonerin hedefi olmuş olmalarıdır.” (Rice, 2015: s.27).

Fetihlerin nedeni olan “yağma”, “talan” ve “çapul”, zorla varlıklara el konulması, “ganimet” elde etmenin bir aracıydı. Bu nedenle daha sonra haraç almaya dönüşecek olan “talan”, göçebe Oğuz/Türkmen boyları için askeri değil, gerçekte en önemli iktisadi faaliyet anlamına geliyordu. Yağma yapmak ve ganimet elde etmek, göçebe hukukuna göre meşru bir siyasal, askeri ve iktisadi etkinlikti. Güçlü olanın aldığı, savaşçı olanın kazandığı bir varlıktı. Bu nedenle göçebe Oğuz/Türkmen aşiretleri ve boyları geniş mera ve zengin kentlere doğru akınlar düzenleyerek “çapul” yapıyor, yani varlıkları yağmalıyor ve ganimet elde ediyordu. Bu bir yaşam tarzıydı. Göçebe Türk kültüründe yerleşik olmak, -ki “oturak olmak” deniyordu- hor görülür ve aşağılanırdı. Bu nedenle başta Oğuzlar olmak üzere, göçebe Türk aşiretleri ve boyları her zaman savaş yeteneklerini korumak zorundaydı. Savaşçı olmak genetik bir karakter değil, maddi ve

65

kültürel yaşam koşullarının getirdiği bir zorunluluktu. Yayılmaları, istila kapasiteleri ve savaşçı karakterlerinin altında ekonomik ve yaşamsal nedenler yatıyordu. Öyle ki, bazı Türk devletlerinde, hakanın ya da sultanın muhafız birliklerinin dışında kalan askerler savaş yeteneklerini kaybetmesinler diye başkentte ya da kalelerde değil, genel olarak bu merkezlerin yakınlarında çadırlarında tutulur, eğitimlerini ve göçebe yaşamlarını bu yurtlarda sürdürürlerdi. Kaynakların kıt, temel ekonomik faaliyetin hayvancılık olduğu bozkır toplumlarında, göçerlik ve yağma akınları yaşamsal bir zorunluluktu. Yağma eylemleri sonlansa da, göçebelik, 20. yüzyıla kadar sürecek güçlü bir gelenekti. Sovyetler Birliği kurulana (1917) kadar Orta Asya’da/Türkistan’da göçebe yaşamı varlığını koruyordu. Bu nedenle, yeryüzünde Türkler’in yerleşik yaşama bütünüyle geçmesi, Orta Asya’da Sovyet ve Çin Devrimleri, Anadolu’da ise Cumhuriyet Devrimi’nden sonra gerçekleşecekti. Efsanevi Oğuz Han’ın, Türkler için “Daima göç edeler, oturak olmayalar,” dediği ileri sürülür. Orta Asya’da, Oğuz Han’ın yerini alan Cengiz Han’ın ünlü yasalarına göre de, göçer boyları başbuğlarının kentlere yerleşmesi, büyük “yasağın bozulması” sayılırdı (Avcıoğlu, 2014: s.128).

“Yerleşikler zaman zaman bu ticareti (göçerlerin gereksinimlerini sağlamak için yerleşiklerle yaptıkları alım-satımı veya takası-my) siyasal ya da ekonomik nedenlerle engellerler. Kıtlıklar, iç siyasal karışıklıklar vb. tahıl satışını önler. Bu durumda bozkır toplulukları gereksinmelerini yağma akınlarıyla sağlamaya yönelirler. Zaten bozkırın acımasız koşulları, göçebe boy ve oymakları yağmalamaya, tarımcı ülkelere akınlar düzenlemeye zorlar. Nitekim Bilge Kağan yazıtında (Orhun Yazıtları), komşu Uygurları yağmalama nedeninin ekonomik olduğunu belirtme gereği duyar: ‘Türk budunu aç idi. Uygurlar’ın at sürüsünü aldım besledim.’ Geçim darlığından doğan yağma, zamanla ekonomik birikim yolu olur. Bozkırda büyük siyasal kuruluşların meydana gelişinin temel nedenlerinden birini, büyük sürek avlarının yanı sıra, yağma akınlarının düzenlenmesi teşkil eder. Askeri ve siyasal şef, başarılı yağma akınları düzenleyebildiği ölçüde, siyasal birliği ve mevkiini koruyabilir. Yağma, göçebe ekonomik sistemin vazgeçilmez bir öğesidir. (...) Gerek Bizans, gerek Çin, göçebelere karşı bir ‘savunma bilimi’ bile geliştirir” (Avcıoğlu, 2014: s.115-116). Selçuklu Oğuzları da başlangıçta farklı bir yaşam biçimine sahip değildi. Geldikleri Ön Asya’da, Horasan ve İran topraklarında hayvancılığın yanı sıra, bölgedeki kentlere yağma akınları düzenlemek ve talan etmek başlıca ekonomik ve askeri yaşam ve çalışma biçimleriydi. Selçuklu toplumunun hem göçebe hem yerleşik, hem Türk hem Tacik (İranlı/Farsi) özelliklerinin bulunduğunu belirten iktisatçı ve tarihçi Prof. Dr.

66

Sencer Divitçioğlu, Selçuklu Oğuzları’nın devletin kuruluş sürecinde bozkır geleneklerini aynen sürdürdüklerini şöyle vurgular:

“Selçuklu, aslen iki amaç uğruna savaşıyordu: 1) Kasaba ve kentleri basıp yağmalamak, ulca, tutsak ve haraç almak; 2) Orduya yiyecek ve otlak sağlamak üzere yeni yöreler zaptetmek. Bu araçların ikisi de iktisadidir. Selçuklu ister devletli olsun, ister başkanlı olsun iktisadi artığı dışsal olarak üretmek zorundadır. Dışsal artık çıkaran bu mekanizma, Selçuklu için, dolayındaki sınırdaşı olan devlet, emirlik, boy ya da konatlarla kendisi arasında fiziksel güce dayalı ikinci bir güç, rekabet mekanizmasının yaratılmasına neden olur. Her iki mekanizma birden savaşın üçüncü aracını saptar: En iyi savaşan toplum olmak” (Divitçioğlu, 2000: s.125).

Ancak, bu yaşam tarzı, onların, geldikleri yeni topraklara yerleşmelerini, yerli halkla istikrarlı bir ilişki kurmalarını ve barış içinde yaşamalarını da engelliyordu. Bu nedenle, yavaş yavaş yerleşik bir hanedana dönüşmeye başlayan Selçuklu seçkinleri için; “yağma”, “talan”, “çapul” ve “ganimet” kavramları, vergiye ya da haraca bağlanabilecek diğer devletler, beylikler ve toplumlar anlamına gelmeye başlamıştı. Çünkü, ilki tek seferlik bir kazanç oluşturur ve belli periyodlarla sürekli tekrar edilmesini gerektirirken, ikincisi ise gelirin sürekliliğini sağlıyordu. Göçebe Oğuz/Türkmen boyları konfederasyonunu yöneten Selçuklular, yerleşik düzene geçmeye başladıkça bu boy ve aşiretleri kontrol altında tutmak gibi ciddi bir sorunla karşı karşıya kalacaktı. Çünkü, Selçuklular’da alınan vergi ve haraç gelirlerinin büyük bir kısmı, yerleşik halkların yöneticileri ve egemen sınıflarından elde ediliyordu. Ayrıca “ikta sistemi” adı verilen, toprak gelirlerinin yönetici sınıf içinde dağılımına ilişkin bir iktisadi işleyiş düzeni de kurulmuştu. Dolayısıyla, bu yerel egemenler ödeyecekleri payı, kendilerine sağlanacak güvenlik karşılığında bölgelerindeki ticari ve tarımsal faaliyetlerden sağlıyor, büyük kısmını da halktan vergi olarak topluyorlardı. Bu aşamada göçebe aşiretlerin kontrolsüz akınları, öncelikle servet biriktirme ve devletin finansmanı için yaşamsal öneme sahip olan, “artık ürün” diye tanımlayabileceğimiz varlıkların kaybına yol açıyordu. Dolayısıyla, bu durum sistemi bozuyor ve ticari faaliyetleri güvensiz hale getiriyordu (Avcıoğlu, 2014: s.120-139).

Ekili alanlar üzerinden göçebelere ait sürülerin geçişi ve bu alanlarda hayvan otlatma faaliyeti de, tarım ürünlerine zarar veriyor, böylelikle bölgede tarımsal üretim azalıyor, azalan üretim doğal olarak vergi gelirlerini de olumsuz yönde etkiliyor ve sadece merkezi yönetimin değil, yerleşik halkın da tepkisini çekiyordu. Bu durum, Selçuklular

67

için ciddi bir soruna ve siyasal açmaza dönüşmeye başladığında ise Göçer Oğuz/Türkmen boyları ile Selçuklu yönetimi arasında çatışmalar baş gösteriyordu. Düzenin ve devlet otoritesinin korunması için bu büyük göçebe gücün kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu durum Selçuklu Devleti’nin, kurucu unsuru olan Türkler’den kopmasına yol açıyordu. Ayrıca, İran ve Irak’a ulaşmış, Mısır kapılarına dayanmış, Anadolu’yu fethetmiş olan Selçuklu bürokratik kadrosunun büyük oranda Acem (İran), Deylemli ve Sasani halkından oluşmaya başlaması, Selçuklu yönetimi ile göçebe Oğuz/Türkmen aşiretleri arasında zaten başlayan yabancılaşmanın daha da artmasına neden olacaktı.

“Göçebe Oğuz boylarının ufak bir kısmının dışında, su ve otlak bulmak için çöllerde perişan dolaşan, Gazne ve Karahanlılar devletlerince (onlar da görece yerleşik yaşama geçmiş Türk devletleriydi-my) horlanan ve cezalandırılan Oğuzlar’ın Kınık boyundan Selçuklu soyu, çelişkiye (göçerlik ve yerleşiklik çelişkisine-my) çözüm getirmekte daha başarılı gözükür. Fakat başarı, içinden çıktıkları Oğuz boylarını, Çin’in Göktürklere yaptığı biçimde parçalayıp dağıtmak, uçlara sürmek ve çoğu Türk olmayan yerleşik egemen sınıfların iktidarının temsilciliğini yapmak sayesinde mümkün olur” (Avcıoğlu, 2014: s.128).

Dolayısıyla durum şöyle toparlanabilir; göçebe toplumlar devlet düzeyinde siyasal bir birlik ve örgütlenme sağlayınca yaşam biçimleri de değişmeye başlar. Ancak, bu değişim sürecinde yönetici kadro ve egemen sınıf, doğal olarak halktan daha hızlı bir dönüşüm geçirir. Çünkü, daha bilgili ve eğitimli olan hanedan ve egemen sınıf mensupları fetihlerle beraber yeni ülkelere ulaşır, farklı yönetim biçimleri ve kültürleri tanır, onları gözlemler, istila ettikleri bölgelerin halklarını kontrol altında tutabilmek için yerel danışmanlar edinir. Böylece hanedan ve yöneci sınıf daha hızlı bir dönüşüm içine girer. Buna karşın hanedanın içinden çıktığı halkın, bu değişikliği anlaması ve içselleştirmesi için ciddi bir zamana ve toplumsal şartların zorlayıcı gücüne ihtiyaç vardır. İşte bu aşamada kendi halkıyla hanedan arasında bir takım farklılaşma ve ayrışmalar baş gösterir. Diğer taraftan, göçebe bozkır yaşam tarzını ve ekonomik faaliyet biçimini koruyan ya da korumak isteyen (hayvancılık, yağma akınları vb.) halk ile hanedan ve yönetici sınıf arasındaki ayrışma giderek çatışmaya dönüşür. Topluluk içinde bulunan küçük bazı gruplar, bir takım olanaklar sağlanması nedeniyle hanedanın yanında yer alırken, çoğunluğu oluşturan kesimler değişime olan dirençleri nedeniyle hanedanın yaşadığı

68

değişime karşı bir cephe oluşturmaya başlar. Böylece halk ile yönetici sınıf arasında yabancılaşma artar.

Etkileri bakımında bu durumun farkına varan Selçuklu hanedanı, kendi geçirdiği değişimi topluma yansıtmak için bir takım kurumlar oluşturup kanunlar ve kurallar getirmeye çalışmıştır. Bu aşamada bazı sosyal kuruluşlar da ortaya çıkarak bu değişime büyük oranda iktidar lehine hizmet etmeye çalışmıştır. Öyle ki, Selçuklu Devleti’nin yükseliş döneminde (11. yüzyıl) dini kurumlar, tarikatlar ve mezheplerle saray arasındaki ilişki, böyle bir ihtiyacın sonucu geliştirilmiştir. Buna ek olarak, İslam dünyasında ilk kez devlet eliyle kurulan medreselerde (Nizamü’l-Mülk’ün kuruluşuna öncülük ettiği Nizamiye Medreseleri) yetiştirilen kadro ile devletin eğitimli bürokrat ihtiyacı karşılandığı gibi, toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek kadroların da yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Çünkü, bu medreselerin bir diğer fonksiyonu da Şii egemenliğinin arttığı bölgede, sosyal ve siyasal bakımdan bir çeşit Sünni uyanış merkezleri oluşturmaktı. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Sünni İslam’ın neredeyse çökmek üzere olduğu bu dönemde, Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesine çıkışıyla yeniden canlandırılmış, Türk devletleri, hanedanların bu mezhebi benimsemeleri nedeniyle Sünni Hilafet rejiminin hamisi (koruyucusu) haline gelmiştir.

Federatif yapısına karşın son çözümlemede Asyatik feodal bir imparatorluk olan Selçuklular’ın sınıfsal yapısı da, hem siyasal ve ekonomik bakımdan hem de din-devlet- toplum ilişkileri bağlamında önem taşır. Bu nedenle, yukarıda çeşitli vesilelerle değindiğimiz, Osmanlı toplum düzeninde de genel hatlarıyla devam eden bu sınıfsal yapılanmaya yakından bakmak doğru olacaktır. Sencer Divitçioğlu, bütün Türk-Oğuz boylarında olduğu gibi, Selçuklu Oğuzları’nda da “ak budun” ve “kara budun” adı verilen iki temel sınıfın bulunduğunu belirtir. Sultanlar, beyler, hanedan ve diğer yönetici kesimler (bunlar aynı zamanda üst bürokrasidir) yukarıdaki “ak budun” sınıfını oluştururken, yönetilen halk kesimleri ise aşağıdaki “kara budun” kesimlerini meydana getirir. Prof. Sencer Divitçioğlu, 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı ile Tuğrul Bey’in öldüğü 1063 tarihleri arasında kalan döneme ilişkin, Selçuklu Devleti’nin sınıfsal yapılanma modelini, formel olarak şöyle ifade ediyor:

“İlk elde, bu toplumda sınıfların (kur, zümre, katman, unvan ne denilirse denilsin), bir tek düzeyde değil, birçok düzeyde oluştuklarını ve birlikte iç içe yaşadıklarını söyleyelim. Nitekim, hemen şu sınıfları saptıyoruz: Askerler/asker olmayanlar, (göçebe) Türkler / (yerleşik) Tacikler (İranlı Farsiler) yerleşikler/göçebeler,

69

buyuranlar/buyurulanlar (ak budun/kara budun). Daha kapsamlı bir tasnif ise Nasreddin Tusi’de bulunur. O toplumu dört katmana (estate) ayırır: a) Kalem adamları (alimler, kadılar); b) Kılıç adamları; c) Tacirler; d) Köylüler. Aynı görüşü paylaşan Harzemşah Tekişoğlu, Melikşah’ı Cend Emiri olarak yolcu ederken eline, Cend’deki a) Askeri ricalin; b) İmam ve kadıların; c) Yerleşik reayanın ve d) Göçebelerin, itaat etmelerini emreden bir mektup vermişti. Toplumsal sınıfların bu üçlü tasnifi, göçebeler hariç, Hind-Avrupalılar için geçerli olan a) Oratori (ulema-din adamları); b) bellatori (seyfiye-askerler); c) laboroti (köylü) üçlü işleviyle çakışır. Ancak, Türk toplumlarında sınıfların ak budun ve kara budun şeklinde ikiye ayrılması geleneği… (devam eder-my)” (Divitçioğlu, 2000: s.123).

Bu yapılanma ya da piramid Selçuklu Devleti’nin mirasçıları başta olmak üzere, sonraki dönemlerinde ortaya çıkacak Türk devletlerinde de devam edecektir. Divitçioğlu Selçuklu ve Asyatik Türk toplumlarının sınıfsal yapısını/piramidini şöyle formüle ediyor:

“XI. yüzyıl Selçuklu toplumunun sınıf yapısını açıklamak için, üçlü işlevin üç sınıfıyla (ulema, asker ve çiftçi), Türk toplum geleneğinin ürünü olan buyuran ‘ak’ ve buyurulan ‘kara budun’ ikili sınıfını çifter çifter birleştirmek gerekir. O vakit, karşımıza toplumda şöyle dizekli bir sınıf yapısı çıkar: Sultan>Ak Budun>Kara Budun… Bu demektir ki, sultan ak budun üzerinde başattır (>); ak budun, kara budun üzerinde başattır; öyleyse sultan kara budun üzerinde de başattır. Yani sultan kadir-i mutlaktır” (Devitçiğolu, 2000: s.128).

Divitçioğlu’nun burada Sultan ile “ak budun” dediği yönetici ya da egemen sınıf arasındaki ilişkiyi de “bir ast-üst ilişkisi şeklindeki sınıf farklılığı” olarak kategorize etmesi dikkat çekiyor. Çünkü, geleneksel Asyatik Türk toplum ve devletlerinde sultan ya da hakan, “ak budun” adı verilen üst sınıfın da üzerinde bir kudrete ve konuma sahiptir. Ordu, yargı, bürokrasi ve maliye doğrudan sultana/hakana bağlıdır. Vezir ya da başvezir sultan adına ve sadece ondan aldığı yetki ile iş görür, devletin gündelik işlerini yürütür. Öyle ki sultan/hakan sefere çıktığı zaman, çoğu kez ailesini ve hazineyi de yayında götürür. Bir bakıma devletin merkezi sultanın bulunduğu yerdir.

Divitçioğlu, İngiliz Cambirdge Üniversitesi’nin ‘İran Tarihi’ kitabının (ansiklopedisinin) 5’inci cildine, “İran Dünyasının Hanedanları ve Siyasal Tarihi” başlıklı bir makale yazan C.E Bosworth’un, döneme ilişkin olarak, “İran’da ceberrut bir hükümdar olmak için üç koşul hazır duruyordu,” dediğini aktarıyor. Bunlar; a) Yerleşmiş bir yönetim; b) Vergiden gelen sürekli gelir; c) Kişisel muhafız birliği ile devamlı ordu, diye sıralanıyordu (Bosworth, 1968: s.1000).

70

Bu verili koşullar altında, Selçuklu Devleti’nin kurucusu sayılan Tuğrul Bey’in yapacağı tek şeyin; Samani-Gazneli devlet aygıtını devraldıktan sonra, içi boşaltılan devletin bütün işlevlerini yürütecek kişileri bularak ve içini yeniden doldurmak olduğunu belirten Divitçioğlu, başlangıçta bütün İranlı memurlara işten el çektirildiğini ve yerlerinin Türklerle doldurulduğunu belirtiyor. (Bu durum Selçuklu İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde tersine dönecektir.)

“Tek doğru olan, devleti ele geçiren Selçuklu’nun bütün askeri komutanlar ile bütün tuğrai ve atabeklerini Türkler arasından seçmiş olduğudur. Tuğrul Bey’in tuğraisi (hacibi) Alpzen el-Ağıcı Türk olduğu gibi, Çağrı Bey’in oğullarının eğitmeni Kutb al-Din Külsarı da Türk idi. Bu kişi, ilk ‘atabek’ olma sıfatını taşır” (Divitçioğlu, 2000: s.122).

Divitçioğlu, yüzyılların deneyimi sonucu oluşan bu devlet aygıtının, Selçuklular tarafından diriltilirken tek bir kusuru bulunduğunu, bunun da “Türk-Oğuz ülüş sistemi”, yani Oğuz Türkleri’nin paylaşım düzeni olduğunu belirtiyor. Üretilen ya da ganimet