• Sonuç bulunamadı

Sınırları ve İmkânları Bakımından Felsefe-Edebiyat Etkileşimi

II. BÖLÜM: VAROLUŞÇULUK VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ

2.1. Sınırları ve İmkânları Bakımından Felsefe-Edebiyat Etkileşimi

Varlığı ve bilgiyi kendine özgü metotlarla araştıran bir disiplin olan felsefe; bir sanat ve bu sanatın mahiyetini araştıran bir disiplin şeklinde tarif edilen edebiyatla her şeyden önce dil üzerinden bir ortaklığa sahiptir. Kullandıkları araçlar ve varlığa yaklaşım biçimlerindeki farklılıklara rağmen her iki alanın da malzemesi dildir. O halde temel farklılık dili kullanma biçimlerinde ortaya çıkacaktır. Felsefe dili bir kavramlaştırma, dolayısıyla soyutlama aracı olarak kullanırken edebiyatın dile yaklaşımı sezgiseldir. Fakat bu genel belirlemelerin ötesinde edebi olanı felsefi olanla ilişkilendiren veya ondan ayıran çeşitli özellikler bulunmaktadır.

Felsefî olanın ayrıt edici özelliği, ilkin bir düşünüşü kendine özgü yöntemle ele alıyor olmasıdır. Bir düşünüşün felsefi sayılabilmesi için şu şartlara sahip olması gerekir:

“Reflexif olma, mantıksal ve tutarlı önermelerden meydana gelme, varolan karşısında bir tavır alışı dile getirme, eleştirel olma ve en yüksek genellik derecesinde bir bilgi arayışına yönelme gibi hususların yanında felsefi sayılabilecek bir soru etrafında vücut bulması, sistematik olması, varlık kavramı etrafında merkezileşme, felsefe tarihi çerçevesinde, belli bir problematik devamlılık içerisine oturtulabilmesi gibi fikri inşa gereklerine de ihtiyaç duyulmaktadır” (Gündoğan, 1996: 196).

Felsefe dili mantıklı bir düzen içinde, sorduğu sorulara yanıt vermek için kavramsal manada, muhakeme aracı olarak kullanır. Öte yandan edebi olanın ise en temel özelliği bireyselliği merkeze alması, anlatıcının veya metnin öznesinin kendi varlığını eserde hissettirmesidir: “Edebiyat-olmayan yapıtlara, özellikle bilimsel yapıtlara özgü ortak

doku, bu yazılarda tüm insan kişiliğinin salt bilen-özneye indirgenmiş olmasıdır. Edebiyat yazılarındaysa, yazının konuşucusu, anlatıcısı kim olursa olsun, yazının söylediğini kim söylerse söylesin, bu söylediğine tüm damgasını vurmuştur insan” (Uygur, 1977: 24). Bu yönüyle edebi eserin belirleyici özelliği subjektif oluşudur. Gerek edebi eser gerekse de felsefi eser, bireysel bir çabanın ürünü olmalarına karşın, edebi eserde subjektiflik ve estetik zevk ön plandadır. Felsefi eserde ise asıl amaç estetik zevk olmadığından mantıksal çözümlemelere dayalı, kuru ve soyut bir dil kullanılır. Soruların objektif oluşu, filozofun kendisini geri plana iter ve soruyu öne çıkarır. Oysa sanatçı ve edebiyatçı için hazır sorulardan bahsetmek zordur. O, evrensel bir konudan yola çıksa da kendi sorusunu kendisi yaratmak zorundadır (Gündoğan, 1996: 197). Amaç ve yöntem açısından tespit edilebilecek bu farklılığa rağmen, edebi olanla felsefi olan, kimi zaman iç içe geçerler. Felsefeye fikirlerin metaforik bir düzen içinde sunulmasına imkân veren mitolojik, dini ve kurgusal metinlerin; şair-filozofların ve felsefi düşünüşe yaklaşan bir anlatım tarzını benimseyen edebi eserlerin varlığı bu birlikteliğin açığa çıkmasını sağlar. Kenan Gürsoy’un ifadesiyle “öyle bir edebiyat ki, gerçekleştirilirken tefekkür oluyor; öyle bir tefekkür ki, kendini ancak edebiyatla ifade edebiliyor” (Gürsoy, 2014: 165). Bu açıdan bakıldığında felsefe ve edebiyat birbirini teknik ve içerik bakımdan tamamlayan iki alan olarak görülür.

Bu birlikteliğin somut örneklerini felsefe ve edebiyat tarihi boyunca takip etmek mümkündür. Eserlerinde büyük bir üslup dehası örneği sergileyen filozofların yanı sıra hikmetli yanı sanatsal tarafından hiç de sönük kalmayan edebi eserlerin varlığı bu iki alana ait eserlerin kendi sınırlarında kalmadıklarını gösterir. Bazı İlk Çağ filozofları görüşlerini edebiyatın en rafine türü olan şiir şeklinde ifade ederken Platon, St. Augustin, Schopenhauer, Nietzsche gibi büyük filozofların aynı zamanda usta birer edebiyatçı olarak kabul edildiği görülür. Russel, Camus, Sartre gibi isimlerin Nobel edebiyat ödülü almış birer filozof-edebiyatçı olmaları da bu alanlar arasındaki birlikteliğin bir diğer ifadesidir (Gündoğan, 1996: 196). Felsefe ve edebiyat, birinin varlığı diğerine ihtiyaç bırakmayacak ya da biri diğerine tercih edilebilecek alanlar olmadığı gibi, birbirlerinden kolayca soyutlanıp ayrılabilmesi de mümkün değildir. Başka birçok disiplinde olduğu gibi insanlığın bu iki temel edimi de kendine has taraflarını korumak suretiyle birbirlerinin imkânlarını genişletmektedir. Felsefe kuru ve

soyut dilini edebiyat vasıtasıyla yumuşatma, kavramların dünyasını metaforların zengin anlatım ve sezdirme gücüyle aydınlatma olanağını kazanır. Bunun yanında felsefi terminolojiye başvurmaksızın, varlığa ilişkin düşüncelerin edebiyatın kurgusal dünyası kullanılarak okuyucuya aktarılması, yazar ve şairlere kimi zaman anlatılamayanı anlatma imkânı verir.

Bu imkân genişlemesini bir türe ait metni başka bir türün diline dönüştürme anlamında “çevrilebilirlik” kavramı ile ifade eden Taşdelen’e göre (Taşdelen, 2015: 440-443) edebiyat ve felsefe iki ayrı dil kullanmalarına rağmen, aralarında ‘çeviri’ yapılabilir niteliktedirler. Bu anlamda en yetkin örnekler ise Kierkegaard’a aittir. O etik, estetik ve dinsel varoluş alanları felsefesini geliştirebilmek için mitoloji, ilahiyat, tarih ve edebiyat gibi pek çok alanın imkânlarından faydalanır. Estetik varoluş alanını Don Juan tipiyle, etik alanı Yargıç Wilhelm’le, dinsel varoluş alanını ise İbrahim peygamberin teslimiyetiyle somutlaştırarak bu kıssanın dilini felsefi dile aktarmıştır. Benzer şekilde Nietzsche’nin Zerdüşt’ü, Camus’nün Sisiyphos mitini, daha gerilerde Platon’un mağara metaforunu, Hobbes’un Leviathan’ı dönüştürerek yeniden üretmeleri felsefe ve edebiyat arasındaki çevrilebilirlik örneklerindendir. Marcel, Camus, Sartre, Beauvoir gibi filozoflar da varoluş felsefesini edebiyat eserlerinde işleyerek felsefi dilin edebi dile, edebi dilin de felsefi dile çevrisini yapmışlardır. Kendi medeniyet dairemizde de örnekleri görülebilecek olan bu çevrilebilirlik ilişkisi felsefe açısından edebi eserlerdeki yaşam deneyiminin felsefi dile aktarılması imkânını, edebiyat açısından da kullanılan dilin basit bir anlatım olmadığını, başka birçok yönüyle birlikte felsefi derinliğinin de olduğunu ve bunun farkına varılması gerektiğini ifade eder.

Felsefe ve edebiyat arasında bulunan ve yukarıda ifade edilen ilişkiler her ne kadar ilk felsefi metinlere kadar götürülebilse de, en yoğun şekilde ortaya çıktığı dönem varoluşçu felsefenin etkin olduğu yıllardır. Somut insanı ve onun yaşam deneyimlerini silikleştiren felsefi sistemlere bir karşı çıkış olan ve onu bireysel deneyimleriyle varlık alanının merkezine koyan varoluşçu felsefenin bu hassasiyetinin en etkin şekilde ortaya konulabileceği, ifadesini bulabileceği ortamı, yaşamın bir yansımasını sunan edebiyat sağlamıştır. İnsanın varoluşunu tasvir etmeyi temel görev kabul eden varoluşçu felsefenin, edebiyatın bu yönden kendisine sunacağı imkânları kullanması da gecikmemiştir. Öte yandan varoluşçuluğun insani durumlarla ilgili felsefi çıkarımlarının

temalar halinde belirmesi, sanatın diğer kollarında olduğu gibi edebi eserlerde de işlenebilirlik açısından yazarlara yeni olanaklar sunmuştur.

2.2. Dünya Edebiyatında Varoluşçuluğun Ortaya Çıkışı, Temsilcileri, Temaları,