• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: VAROLUŞÇULUK

1.3. Varoluşçuluğun Temsilcileri

1.3.3. Martin Heidegger

Çağının en önemli birkaç filozofu arasında sayılan Martin Heidegger, l889’da Almanya’da dünyaya gelmiştir. İlk ve ortaokulun ardından lise eğitimini Freiburg’da tamamladı. Heidegger, 1913’te Freiburg Üniversitesi’nde lisans öğrenimi Psikolojizmde Yargı Öğretisi konulu tezle tamamlayarak doktor unvanını alır. Ardından 1915’te Duns Scotus’un Kategoriler ve İmlenim Öğretisi başlıklı doçentlik çalışmasını tamamlayar ve üniversitede ders verme yetkisi kazanır. Bu dönemde Husserl’in fenomenolojisini benimseyen Heidegger, 1919’da ise Göttingen Üniversitesinde Husserl’in asistanı olur. 1923’te Marburg Üniversitesi’ne doçent olarak atanır. Ardından 1927 yılında, Sein und Zeit'ı (Varlık ve Zaman) yayımlayarak ve profesörlüğe yükselir. Husserl’in Freiburg Üniversitesi’ndeki kadrosunun boşalması üzerine hocasının da desteğiyle, 1928 yılında buraya atandı. Heidegger, daha sonra Freiburg Üniversitesi’nin rektörü olmuş ve Nazi partisine katılmışsa da bir yıl içinde hem rektörlük görevinden hem de partiden istifa etmiştir. II. DünyaSavaşı’na kadar üniversitede ders vermeye devam eden Heidegger, savaşın ardından oluşturulan Nazilerden Temizleme Komisyonu tarafından emekliliğe sevk edilir ve ders vermesi yasaklanır. Bu yasak 1951’de kaldırılmış ve Heidegger emekli öğretim üyes sıfatıyla bir yıl boyunca yeniden üniversitede ders vermiştir. Heidegger, 26 Mayıs 1976 günü Freiburg’da vefat etmiştir. (Ökten, 2012: 8-16)

Felsefi çalışmaları ile ontoloji, metafizik, mantık, dil, fenomenoloji, tarih, sanat ve teknoloji gibi birçok alanda düşünceler üretmiş ve varoluşçuluk, postyapısalcılık, postmodernizm, Frankfurt Okulu gibi akımlar üzerinde derin etkiler bırakmış (Ökten, 2012: 1-6) olan Heidegger’in ilgilendiği temel soru varlığı anlamaya ilişkindir.

Kierkegaard ve Nietzsche’nin sitemli görülmeyecek bir şekilde ve şairane bir üslupla ifade ettikleri modern Batılı insanın kendi varlığına yabancılaşmasını ve akıl ile varlığın bütünlüğündeki bozulmayı Heidegger, akademi içinden, sistemli ve sağlam bir yönteme dayanarak dile getirir. Varlık’a yabancılaşmayı ana tema olarak belirleyen Heidegger’e göre modern insanın kendini köklerinden koparmasının altında yatan temel problem, Varlık’a yaklaşma tarzından kaynaklanır (Barrett, 2016: 210-211). Heidegger, temel eseri olan Varlık ve Zaman’da, varlığın anlamı ve yapısı üzerinde onu açıklama ve anlamaya imkân verebilecek bir analiz yapar. Düşüncesin kurarken adım adım ilerleyen

ve sorduğu “varlık nedir”, “varlığın anlamı nedir” sorularını mantıksal bir silsile takip ederek safhalar halinde açımlayan Heidegger, en başta mevcut terminolojinin ve ön kabullere dayanan yerleşmiş kavramların bu soruları yanıtlamakta yetersiz kaldığından hareketle, bazı yeni kavramlar üretir. Varlık’ın anlamının ancak insan varlığı üzerinden açıklanabileceği iddiasını fenomenolojik yorumlama yöntemiyle temellendirir.

Heidegger, Varlık ve Zaman’ın ilk bölümünde, Platon’dan beri cevabı aranan varlığın anlamına ilişkin sorunun halen tatmin edici bir yanıtının ortaya konamadığını ifade eder. Kavramların en tümeli ve bundan dolayı da en boş olanı sayıldığı için tanımlanması imkânsızlaşan ve aslında bir tanıma da ihtiyaç duyulmadan onunla ne kastedildiğinin anlaşıldığı zannedilen varlık kavramı, Heidegger’e göre, böylece açık bir kendiliğinden anlaşılırlığa sahip olmuştur. Heidegger, varlık hakkındaki bu önyargının kökünün Eskiçağ ontolojisine dayandığını ve temelinde ise üç önyargının bulunduğunu düşünür. Buna göre varlığın kavramların en tümeli olduğu ve bunun için açıklanmaya ve tanımlanmaya ihtiyaç duymadığı ve onun kendiliğinden anlaşılırlığı önyargıları bulunmaktadır. Bundan dolayı Heidegger’e göre varlık sorusu yeniden sorulmalıdır. Yapılması gereken ise öncelikle bu sorunun formülasyonunu belirlemektir. Varolanın menşei, başka bir varolana dayandırılarak belirlenmeye çalışılmamalıdır. Ayrıca varlığın anlamını belirlenirken ona özgü bir terminoloji kullanılmalıdır. Nihayet, varlığın kendi karakterini yine kendisinin ifşa edebilmesi için, kendisi nasılsa ona öylece erişebilme yollarının açığa çıkartılması gerekir (Heidegger, 2006: 1-6). Bu son cümle, Heidegger’in, fenomenolojinin temel ilkesi olan şeylerin kendilerine dönüş ilkesini benimsediği anlamına gelir.

Heidegger’e göre Batı düşüncesi, başlangıcından itibaren şeylerle mahdut ve onlara bağımlı olarak, sadece varolanlarla ilgilenmiştir. “Varlık nedir” sorusuna cevaben ortaya konulan her tanım, aslında Varlığa değil, sadece bir varolana işaret etmiştir. Bundan dolayı Varlığın anlamı geri planda kalmış, hatta onun farkına bile varılmamıştır. Bu konuda Barrett’ın verdiği örnek oldukça açıklayıcıdır: Bir masanın, bir mobilya parçası, ardından bir insan ürünü ve fiziksel bir ‘varlık’, nihayet bir ‘şey’ olduğu şeklinde temsilî bir genellemeden de anlaşılacağı gibi varolanlar hakkında akıl yürütülebilecek en son genelleme ‘varlık’ olduğu için, o aynı zamanda kavramların en soyutu olarak kalmıştır. Çünkü böyle bir nihai çıkarım, neticede masa hakkında kayda

değer hiçbir bilgi sağlamaz. Heidegger ise Varlık’ı boş bir soyutlama değil, insanın tamamen içine gömülü olduğu bir şey olarak görür (Barrett, 2016: 215-216). Bundan dolayı Heidegger varlık hakkındaki geleneksel yaklaşımı tersine çevirmiştir denilebilir. Heidegger, varolan tabiri ile “hakkında konuştuğumuz, bir kanaat beslediğimiz, şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her şeyi” kasteder. İnsan da bu anlamda “neliği ve nasıllığı içinde” bir varolandır. Varlık ise “öylelik ve neden-nasıllıkta, gerçeklikte, mevcut-oluşta, kalıcılıkta, geçerlilikte, Dasein’da, yatmaktadır” (Heidegger, 2006: 6). Buna göre Heidegger, insan varlığını diğer varolanlardan ayırmak için Dasein tabirini kullanır. Varolan her ne ise onun var olma durumu da Varlık terimine karşılık gelir. Heidegger, bu belirlemelerden sonra, varlığın açımlanması için ancak bizatihi soruyu soranın, yani insan varlığının “emsal varolan” olarak alınması gerektiğini belirtir. Dasein, başka varlık imkânlarının yanı sıra, “soru sorma varlık imkânına” da sahiptir. Dolayısıyla insan, kendi varlığı konusunda bir anlamaya sahip olduğunda, varlıkla ilgili de sağlam bir fikre sahip olacaktır. Varoluşun bizzat içinde olan, onu anlayan ve soru sorabilen tek varolan Dasein’dır. Dolayısıyla Dasein’ın nasıl var olduğu ortaya konulabilirse, varlık hakkındaki soru da cevaplanmış olur.

Dasein Almancada kelime anlamı olarak ‘burada-olma’, ‘orada­olma’ demektir. Aslında bu terimi ilk kez Karl Jaspers normal, gündelik anlamı içinde sıradan varoluşu, sahici/ otantik varoluş (existenz)’tan ayırmak için kullanılmıştır. Dasein’a kendi felsefesi içinde, yeni ve özel bir anlam yükleyen Heidegger ise, yukarıda da ifade edildiği gibi onu insan bireylerinin var olma tarzını tanımlamak amacıyla kullanır. Böyle bir varoluşun temel ve ayırt edici özelliği, var olmanın ne anlama geldiği sorusunu soran bireyin varoluşu olmasıdır (Cevizci, 1999: 199).

Dasein’ın nasıl var olduğu sorusu cevaplanırken, kullanılacak yöntem de Heidegger açısından hayati öneme sahiptir. Çünkü yöntem, sorunun cevabını da doğrudan belirleyecektir. Buradan hareketle Heidegger, söz konusu sorunun ele alınış usulünün fenomenolojik olduğunu belirtir. Bu ifade ile felsefi araştırmaya konu olan nesnelerin içeriksel neliklerini değil, fakat araştırmanın nasılını kastettiğini belirtir. Böylece varlığa ilişkin her türlü kurgu ve ön kabul devre dışı kalır. Heidegger bu şekilde, fenomenoloji kavramını “her türlü desteksiz kurgulamalara, tesadüfi bulgulara, güya

sözde sorulara karşı: ‘Eşyanın kendisine!’” dönmek olarak belirler (Heidegger, 2006: 28). Heidegger, kavramların anlamlarını belirlerken, sıklıkla kullandığı etimolojik yorumlama yöntemini fenomenoloji için de uygular. Böylece, fenomen ve logos kelimelerini ayrı ayrı ele alıp anlamlarını yorumladıktan sonra fenomenin anlamını da “kendini-kendinde-gösteren, ayan olan” şeklinde belirler. Bu durumda fenomenoloji ise “kendini gösterenin (kendini kendisi gibi gösterenin) bizatihi kendinden hareketle görünür kılınması” (Heidegger, 2006: 29) olacaktır. Fenomenolojinin ‘görünür kılacağı’ şey ise, şu veya bu varolan değil, varolanın varlığıdır.

Heidegger, ayrıca fenomeni, yine kendisinden hareketle tefsir etme ve yorumlama vasıtasıyla görünür kılmaktan bahseder. Yani hermenötikle fenomenolojiyi birleştirir:

“Fenomenolojik betimlemenin yöntemsel anlamı tefsir etmedir. Dasein fenomenolojisinin logos’u, hermeneuein niteliğine sahiptir. Onunla bizatihi Dasein’a ait olan varlık anlayışı içinde varlığın sahih anlamı ile onun kendi varlığının temel yapıları tebliğ edilir. Dasein fenomenolojisi, kelimenin asli anlamıyla hermenötiktir, yani tefsir etme işiyle alakalıdır” (Heidegger, 2006: 38).

Buna göre, Heidegger varlığın anlamını belirlemede, varlığa ait soruyu sorabilen ve onun idrakine malik olan tek varolanı, Dasein’ı, yani insan varoluşunu esas alır, onun var olma biçimlerini sırf kendisinden hareket etmek suretiyle yorumlamak ve böylece görünür kılmak ister. Dasein hakkında, tarih boyunca varılmış bütün kanaatler de bu anlamda devre dışı bırakılır, paranteze alınır. Böylece, fenomenoloji ile yapılan, Dasein’ın kendi varlığını açığa çıkarmasına izin vermekten başka bir şey değildir. Bu şekilde onun var olma usulleri, oldukları şekilde bize kendini göstermeye başlar. Yani fenomenolojik hermenötik Dasein’ın nasıl var olduğunu açığa çıkarmaya yarar. Bu anlamda Heidegger’in Dasein’a ait ilk belirlemesi onun dünya-içinde-varlık olmasıdır. Bu, Descartes’a dayanan özne-nesne düalizmini değiştiren bir anlayıştır. Dünya-içinde-olmak, özne ve nesne arasında bulunan mesafeyi ortadan kaldırmak demektir. Dasein’ın nesneler dünyasından kopuk ve bağımsız bir bilinç olmadığı, tam tersine bir bütün oluşturarak onun içinde varolduğu fikrine dayanan dünya-içinde-olmak özelliği, Heidegger’in varlık düşüncesinin temel argümanlarından biridir. Heidegger, bu ifadeyle zamansal ve mekânsal bir “içinde” olmak durumunu ifade etmez. Bu, bardak içindeki su ya da dolap içindeki elbise gibi ifadelerden farklı bir durumdur:

“İçinde-var-olmak mevcut olanların mekânsal bir “iç içeliğini” nitelendirmez, çünkü asli olarak “içinde”, sözü edilen türden bir mekânsal ilişki değildir: Ben şöyle ve böyle aşina olduğum dünyada, şurada veya burada eğleşirim, burada ikamet ederim. O halde içinde- var-olmak, özsel konstitüsyonu dünya-içinde-var olma olan Dasein’ın varlığının formal eksistensiyal ifadesidir” (Heidegger, 2006: 56).

Böylece dünya, Dasein’ın varoluşunun temel parçalarından biri haline gelmiş olur. Dasein, dünya ile ve onun için anlamlı olan başka varolanlarla ilişkisi içinde varolur. Dasein, başka Dasein’larla, Dasein olmayan diğer varolanlarla ve kendisi ile karşılaştığı bu “dünya”da aynı zamanda başkaları-ile-birlikte var olmaktadır. Bu ilişkisellik içinde Dasein, kendi varlığına ilişkin anlamayı kaybeder. Hergünkülük içerisinde herkes gibi olmak gayreti neticesinde kendi varoluşundan uzaklaşır ve varlığın anlamı onun için kapalı bir hale gelir. Neticede, sahici olmayan bir varoluş tarzına kapılır. Dasein hergünkü yaşam içinde ve herkes arasında, sıradanlığı aşarak kendi varoluş tarzını belirleyip özgün bir yaşamı seçtiği takdirde otantik ya da özgün bir varoluşa sahip olur. Fakat böyle bir seçme iradesi göstermek her zaman kolay değildir (Esenyel, 2015a: 152-153).

İşte Dasein, kalabalıklar içinde ‘uyumlu’ bir yaşama kendisini ‘bıraktığı’ zaman, otantik olmayan bir varoluş tarzı içinde olur. Bu ilişki birey ister başkaları ile birlikte yaşasın, ister yalnız yaşasın, hep vardır. Bu şekilde, kendisini başkalarından ayıran ve özgün kılan imkânlardan mahrum bir hayat sürer. Varlığın anlamını keşfetmesi demek olan otantik varoluştan da bu şekilde uzaklaşır.

Heidegger’e göre Dasein, başkaları ile birlikte yaşadığı, herkesin bir parçası olduğu bu dünyaya düşmüş, fırlatılmıştır. Fakat gündelik yaşamında boş konuşmaya, meraka ve belirsizliğe sahip olan Dasein’ın bu düşüşü olumsuz değildir. Dasein’ın günü-birlik-yaşamındaki düşüşü onun varoluşunu yok edemez. Dasein, bu düşüş vesilesiyle, kendi varoluşunu gerçekleştirmenin imkânları peşinde koşar, bu bakımdan düşüş pozitif bir etkiye sahiptir. Dasein’ın bu imkânlardan ayrılması onun nesneler dünyasına geri çekilişidir. Bu düşüşten otantik varoluşa ulaşması ise “kaygı” ile mümkün olur (Çüçen, 2003: 78).

ve bu unsur ise kaygıdır. Dasein her günkü yaşam içinde sebebi ve kaynağı belli olmayan bir kaygı ile yüz yüze gelir. Heidegger, kaygı kavramını korkudan tek bir özelliği ile ayırır: Objesi olmamak. Korku belli bir objeye yönelik ruh hali iken kaygı daha çok kaynağı belirsizdir ve hemen anlaşılabilecek bir nedeni yoktur. Bu, dünya içinde bulunuyor olmaktan kaynaklanan bir ruh halidir aslında. Böyle bir ruh halinde Dasein herkes’ten kopar ve kendisiyle ve varlıkla yüz yüze gelir. Bazen ani olan bu ruh hali geçtiğinde ise Dasein her günkü yaşantısını sürdürür. Fakat kaygı Dasein’ın varlığının temel karakteridir ve ondan kurtulmak mümkün değildir. Farklı var olma minvallerini bir arada tutar (Esenyel, 2015a: 155-157).

Bahsedilen kaygılı olmak durumuyla da bağlantılı olarak Heidegger’in üzerinde durduğu Dasein’in bir başka özelliği de sonluluk ve ölümdür. Fakat burada ölüm, dışsal bir olgu değil, içselleştirilmiş bir hakikattir. Dasein adeta ölümle iç içe yaşar. Bu, tüm insanların ölümlü olduğu genel yargısını kanıksamaktan öte, ‘ben öleceğim’ tecrübesine sahip olmaktır. Heidegger, Dasein’ın ancak kendi ölümünü benimsemekle otantik varoluşa ulaşabileceğini düşünür. (Barrett, 2016: 227-229) İnsan, böylece sonlu varlığı içinde, hiçlikle karşılaşmanın kaygısını taşıyarak daimi bir oluş içinde yaşar. Ölüm ve zamansallığın hiçlikle olan ilişkisi, baştan sona bir kaygı varlığı olan Dasein’ın varlığını da açıklamaktadır.

Zamansallık, Heidegger’e göre, onun kaygılı varlığını açıklayan bir olgudur. Zamana dair bilgimizin temelinde, ona göre, öleceğimize ilişkin bilgi yatmaktadır. Geçmişteki eylemlerin an üzerinde devam eden etkisi ile anın gelecek üzerindeki etkisinin düşünülmesi insanı kaygıya iter (Barrett, 2016: 229). Dolayısıyla insan, üstesinden gelemediği geçmişi ve henüz yaşanmamış olan geleceği de içinde bulunduğu ‘an’da yaşar. Bundan ötürü şimdinin seçimi, Dasein’ın omuzlarında ağır bir yük olarak durmaktadır (Esenyel, 2015a: 158-159). Böyle bir zamansallık içinde o, kendi sonlu varoluşunu idrak eder. Heidegger, bu sebepten, Varlık’ın anlamının bir zamansallık özelliği içinde kavranabileceği sonucuna varır:

“Dasein’ın varlık minvali, bizzat var olmak suretiyle varlığı anlamasıdır. Bu rabıta akılda tutularak gösterilecektir ki, Dasein’ın varlık gibisinden bir şeyi belirtik olmadan anlayıp yorumlaması, zaman iledir. O halde, her türlü varlık anlayışının ve her varlık yorumunun ufkunun zaman olduğu gün ışığına çıkartılıp sahici biçimde kavranmalıdır” (Heidegger, 2006: 18).

Heidegger, Husserl’den devraldığı fenomenolojik yöntemi yeniden yorumlayarak varlık analizinde kullanmış ve varoluşçu felsefe üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Varoluşçu sıfatını her ne kadar kabul etmese de “Dasein’ın özü, onun varoluşudur” ifadesiyle, insan gerçekliğinin tanımlanamayacağını dile getiren Heidegger’in fikirlerinin özellikle varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı üzerinde etkisi yoğundur. Sartre, Varlık ve Zaman’dan ilhamla Varlık ve Hiçlik adlı eserini yazmış; hiçlik, kaygı, zamansallık, seçme özgürlüğü gibi belirlemelerinde, Heidegger’den etkilenmiştir.