• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: VAROLUŞÇULUK

1.3. Varoluşçuluğun Temsilcileri

1.3.5. Gabriel Marcel

Gabriel Marcel, 7 Aralık 1889’da Paris’te doğmuştur. Müzik, felsefe ve tiyatroya olan ilgisinin de şekillendiği ortaöğretimini Paris’te tamamlayan Marcel, üniversiteyi Sorbonne’da okumuş ve 1910 yılında Coleridge et Schelling başlıklı tezinin onaylanmasıyla felsefeci unvanını almıştır. 1929’da Katolik mezhebine giren Marcel, önceleri felsefenin geleneksel idealizmine meyilli iken, kendi felsefesini kurunca, bir reaksiyon ifadesi olarak, kendisini “somut filozof” diye isimlendirdi. Marcel, felsefeyi bir sistem formüllendirmesi olmaktan çok insanın mevcut durumu üzerinde subjektif bir düşünme olarak kabul etmiştir. Uzun yıllar çeşitli liselerde ve kısa süreli de olsa üniversitede ders vermiş olan Marcel, 8 Ekim 1973’te vefat etmiştir. Edebiyat ve tiyatro eserlerinin yanında önemli felsefi eserler de vermiştir. Lütuf (1911), Parçalanmış Dünya (1933), Fener (1936), Susma (1938) on beş kadar piyesten oluşan tiyatro ile ilgili ilgili eserlerinden bazılarıdır. Metafizik Günlük (1927), Varolmak ve Sahibolmak (1935), İnkârdan Hidâyete (1940), Yolcu Adam (1944), Varlık Felsefesi ve Varlık Sırrı (1950) ise Marcel’in felsefi eserleridir (Elmas, 2015a: 203-205;Magill, 1971: 103). Gabriel Marcel, varoluşçuluğun Fransız kanadının ilk temsilcilerindendir. Varlığı soyut bir düzeyde ele alan, aklı önceleyen ve Kartezyen geleneğin etkisiyle beden ve ruhu iki ayrı alan olarak gören yaklaşımın karşısında somut felsefesiyle yer almıştır. Her ne kadar, 1915 yılında yayımlanan Varlığın Sırrı isimli eserinde düşüncesinin her türlü etiketten tiksindiğini ve dolayısıyla varoluşçu adlandırmasını da reddettiğini ifade etmiş

olsa da ortaya koyduğu metot ve çıkarımlarla varoluşçu düşüncenin teist kanadının önemli temsilcilerinden olduğu genel kabul görmüştür. Marcel varoluşçu görüşlerinde Heidegger ve Sartre’dan daha çok Kierkegaard ve Jaspers’in düşüncelerine yakındır (Magill, 1971: 105). Fakat Marcel, inanç ve somut bireysel özne düşüncesinde Kierkegaard’ın fikirlerine büyük oranda yaklaşsa da bu düşüncelerini geliştirdiği sıralarda henüz Kierkegaard’ın eserlerini okumadığını, Metafizik Günlük’ün birinci bölümünde “açıkçası bu düşünceye kendi kendime ulaştığımı söyleyebileceğim kanaatındayım, çünkü o devirde, Kierkegaard’ın çok açık olarak bulmuş olabileceğim bir satırını bile okumamıştım” (Reneaux, 1994: 78,79) ifadesiyle vurgulayarak farklı zamanlarda benzer kanaatlere ulaşmış olduklarını belirtir.

Marcel, XX. yüzyılın sadece maddi ve fiziksel dünyanın gerçeklerine dayanan, aşkınlığı ve ilahi olanı reddeden pozitivist düşüncesine ve varlığa ait doğru bilgiyi duyuş ve deneyimin değil aklın alanına hasreden rasyonalizmin; somut insan gerçeğini, bunun da ötesinde varoluşu açıklamakta yetersiz kaldığını düşünür. Diğer birçok varoluşçu düşünür gibi Marcel de insanın hayata dair taraflarını ve akılla, soyutlamalar ve sistemleştirmelerle açıklanamayacak yönlerini ifade etmede daha emin bir yol olduğunu düşündüğü edebiyat ve tiyatro ile yakın bir ilgi kumuş, bu anlamda kişisel deneyimleri ‘göstererek’ aktarmanın varoluşçu felsefeye daha uygun olduğunu ortaya koymuştur. Somut felsefe olarak isimlendirdiği düşüncesini, insanın aşkın tarafını da göz ardı etmeden gerek felsefi eserlerinde, gerekse de edebi eserlerinde bir formüle bağlı olarak değil, fakat yalnızca duyumsanabilecek olan varoluşu ifade etme yolunda geliştirmiş, bu yolla insanın kendini gerçekleştirebilmesinin bağlı bulunduğu koşulları ortaya koymaya çalışmıştır.

Felsefesini ortaya koyarken üç temel ilkeden hareket eden Marcel’in öncelikli amacı, insan varlığını tasvir etmek değil, “varlığı varlık olarak ele almak veya açıklamak”tır. Somut bir metot kullanarak bireysel varlığı olduğu gibi tanımanın varlığı varlık olarak yakalayabilme imkânını sağladığına inanır. Böylece insani deneyimi, klasik ampirik metodun yaptığı gibi onu basit bir alıcı konumuna indirgemeden duyularla algılanabilen dışında metafizik değere de sahip bir alan olarak görür (Reneaux, 1994: 79). Bu temel ilkelerden hareketle varlık sorununa yaklaşan Marcel’in felsefesini ortaya koyarken kullandığı bazı anahtar kavramlar vardır. Varlığa yaklaşım metodunu bu kavramlardan

hareketle belirledikten sonra insani meseleleri de çizdiği bu ufuktan bakarak çözümlemeye çalışır.

Marcel’in esas aldığı metot, varlığın bir sır olduğu görüşüne dayanmaktadır. Buna göre birbirine zıt iki kavramla karşılaşırız: Bunlar iki temel kategoriyi oluşturan problem ve sırdır (Reneaux, 1994: 80). Buradan hareketle Marcel, olmak ve sahip olmak ayrımını yapar ki bu iki temel kategorinin varlığa yaklaşım metotlarını da birinci refleksiyon ve ikinci refleksiyon (Muşta, 1988) olarak adlandırır.

Problem, onu ortaya koyanın tamamen dışında, ancak kendini ondan ayırarak çözebileceği bir şeydir. Problemin ayırıcı özelliği şahsiliği dışarıda bırakan objektif bir tekniği gerektirmesidir. Uygun teknikler kullanıldığında problem, ben’den ayrı şekilde önümde duran, özellikleri açık şekilde ortaya konabilendir. Sır ise problemin aksine, özne ile ayrılmaz bir bütün oluşturur. Sır, esas itibariyle problematik bir yönü olan bilinmeyen’den tamamen farklı bir kategoridir. Problemde özne ve nesne ayrışmış durumda iken sır “özne” ile “öznenin karşısında” ayrımının bulunmadığı bir kategoridir. Böylece sır öznenin bizzat bağlanmış olduğu bir şey olmakta ve düşünülemeyen, tasavvur ve ispat edilemeyen, dolayısıyla nesnelleştirilemeyen; özgürlük ve iman noktasında ve ancak sezgi aracılığıyla ‘bilinebilen’ anlamına gelmektedir (Reneaux, 1994: 81). Marcel bu düşüncesini, örneğin kötülük olgusunu ele alarak açıklar. Kötülük bir problem olarak ele alınamaz. Böyle yapıldığı takdirde kötülük açıklanabilir bir mesele olacak ve ortadan kaldırılması da mümkün olabilecekti. Fakat kötülük, ölüm, aşk, özgürlük gibi hayata dair dayanak noktalarında bulunan olgular, objektif metotlarla ele alınıp çözülebilecek problemler değil, özneye dâhil olan ve indirgenemeyen, nihai noktada aşkınlıkla temas kurabileceğimiz durumlardır ve sır kategorisine aittir (Blackham, 2005: 74).

Gabriel Marcel’in varlığı anlamlandırmada hareket ettiği ayrımlardan biri de olmak ve sahip olmak’tır:

“Temelde her şey sahip olunan ve olunan arasındaki ayrıma indirgenir… Sahip olunan kendine göre bir dışlık gösterir. Bu dışlık, bununla beraber mutlak değildir. Genel olarak mâlik olunan, şeyler veya şeylere benzetilebilen bir şeydir. Sadece bir noktaya kadar benden bağımsız bir varoluşa sahip olan bir şeye kelimenin tam anlamıyla sahip olunabilir. Başka bir ifadeyle sahip olduğum bana eklenir. Dahası benim tarafımdan sahip olunma olgusu, sahip olduğum şeye ait olan diğer

mâlikiyetlere, niteliklere eklenir… Sadece mâlik olunanın mümkün bir intikali vardır” (Muşta, 1988: 48).

Buna göre sahip olmak dışsal bir niteliği olan şeylerle bir anlamda bütünleşmeyi, özdeşleşmeyi zorunlu kılar. Bu açıdan bakıldığında varlık olarak kendini eşyada kaybetmek ve varoluşu bir mülkiyet çerçevesinde algılamak tehlikesi kendini zorunlu olarak gösterir. Böylece bir yandan eşyayı köleleştirirken bir taraftan da ona köle olma, nihayet bir mülkiyet imtiyazı yanılgısına düşerek başkalarını ondan mahrum etme tehlikeleri insanın peşini bırakmayacaktır (Reneaux, 1994: 80). Oysa insan, sahip olan değil, varlık olandır. Eşyaya teslim olan veya onu teslim alan değil, varlığın bir sır olduğunun bilincinde ve Varlık’a, aşkınlığa mütemayil olandır.

Marcel’in varlık anlayışına göre birinci refleksiyon, nesneye bilimin bir konusu olarak yönelmiş ve onu bilinebilir, analiz edilebilir parçalara ayırmış olan nesnel objektif düşüncenin alanındadır. Bu düşünüş bize varlığın sırrını vermekten uzaktır. İkinci refleksiyonda ise var olmanın şartı alçak gönüllülük olup metafiziğe doğru götüren düşünüş tarzı budur (Muşta, 1988: 47). Gabriel Marcel, buna göre bir sır olarak kavradığı varlığı ancak sahip olma değil, varlık olma düzey ve bilincinden ve dolayısıyla ikinci refleksiyondan hareket ederek açıklayabilmenin mümkün olduğunu düşünür.

Buradan hareketle, felsefe açısından anlamlı olabilecek soru Marcel’e göre “varlık var mıdır” değil, “varlık nedir” sorusudur. Kendisi de varlığa katıldığı için bu soruyu insanın “ben kimim” düzeyinde ele alması gerekir. Geleneksel felsefenin, metafiziği kabullense bile, bir metot problemi olduğunu düşünen Marcel, bir ön kabulle Varlık’tan hareket edip varoluşa ulaşmayı doğru bulmaz. Onun “somut felsefe” olarak adlandırdığı şey tam da burada anlamlı hale gelmektedir. Marcel, doğru yöntemin varoluşu temel alınarak Varlık’a ulaşabileceği kanısındadır. Bu, metafizik düşüncenin artık yaşantıya ve tecrübeye yansıyacağı anlamına gelmektedir. Yani insan varlığı, ancak Varlık’a katılım noktasında açıklanabilmektedir.

“Marcel’de, Varlık’a katılım söz konusu olduğunda üç aşamalı bir ‘katılım düzeyi’nden geçmek gerekir. Bunlardan ilki “bedene bürünme” düzeyidir. Bu düzey, insanın bedensel tecrübesi ve duyusal yanıyla gerçekleştirdiği aşamadan ibarettir. İkincisi “komünyon” düzeyidir. Bu aşama ise umut, sadakat ve aşkla gerçekleşir. Üçüncü düzey de kişinin dua, yaratıcılık ve mutlak umutla kendini

ilkin kendi ruh-beden birliğinin sırrını kavrayacak, ikincileyin duyusal olandan hareketle kendi olmayan “başka-benler”i farkedecek ve en son olarak ise kendisini Mutlak Varlık’a açacak aynı zamanda onun da kendisine açılmasını sağlayacaktır” (Elmas, 2015a: 211).

Marcel’in bu üç aşamalı varlık anlayışından ilki olan bedene bürünme, varlık olma ile sahip olma arasındaki ayrımla daha anlaşılır hale gelmektedir. İnsan, nesne veya durumlara sahip olurken, varlığa katılım halindedir. Birinci refleksiyona göre insanın sahip olduğu bir bedenden bahsetmek, ‘ben’ ile ‘beden’ arasına bir mesafe koymak anlamına gelir. Böylece, beden benliğe eklenmiş olur. Fakat Marcel’e göre “ben bedenim’im” demekle bedenin sıradan maddiliği aşılarak cisme bürünmüş bir varlık olunur. Böylece beden, varoluşsal bir karakter kazanır (Magill, 1971: 109-110). Bu ilke kabul edildikten sonra ikinci aşamada “başka ben’ler”le karşılaşma söz konusudur. Kendi varlığının farkına ‘sen’le karşılaşarak varan ‘ben’ sadakat ve aşkla kurduğu bu ilişkiden “Mutlak Sen”e giden bir yol bulmaktadır. Ben’ler arası ilişkiden Mutlak Sen’e ulaşmada ise Marcel’in öngördüğü bazı aktlar bulunmaktadır. Aşk, sadakat ve umut bu bağların en temel olanlarıdır.

Aşk ya da sevgi bağı, iki kişiyi önce birbirine, daha sonra da ebedi olana yaklaştırır: “Birbirlerinin çağrılarına tüm benlikleriyle içten ve samimi olarak yanıt verebilen kişiler arasındaki sevgi bağı onların bedensel yoklukları halinde de devam edebilmektedir. Sevgi söz konusu olduğunda aradaki uzak mesafeler bile hazır bulunmaya engel oluşturmamaktadır. O halde özneler arasındaki sırlı bir tecrübe olan hazır bulunma zorunlu olarak beden-nesneye bağlı olmamaktadır. Sevgi sevenler arasında tinsel bir birlikteliğe imkân vererek onları zaman ötesi bir gerçekliğe yani Ebediyete taşımaktadır” (Koç, 2013: 211).

Böylece, kişiler arasında kurulan aşk ya da sevgi bağı, madde-ötesi bir planda gerçek varlığa ulaşmak için bir yol olmaktadır. Sevgi ile kurulan bu ilişkinin bir diğer belirleyicisi sadakattir. Marcel sadakati, sevgi ve güvenle bağlantılı olarak ve imanın anlam atmosferi içinde değerlendirir (Magill, 1971: 114). Fertler bağlamında sevginin bir tezahürü ve aynı zamanda şartı olan güven ve sadakat, metafizik anlamda da ben’in Mutlak Sen’le kurduğu ilişkide koşulsuz bir bağlanmayı gerektirmektedir. Özgürlük içinde gerçekleşen sadakat, kişilerin kendi ben’lerini değil, bir “komünyon”u merkeze almalarının ifadesidir.

Umut ise Gabriel Marcel’in düşüncesinde aşkınlık, umutsuzluk, intihar, kurtuluş, sadakat, özgürlük, mistisizm, zaman, beden, aşk gibi diğer bütün kavramları kapsayacak

bir niteliktedir. İnsanın varlık nedeni diğer insanlardan, yaşamdan, gelecekten olan beklentileridir. Bu beklentiler ise hakikate götürür ve ölüm karşısında yaşamı tercih etmesini sağlar: Ona göre ölümlülük fikri umudu hareketlendirmektedir. Bu bakımdan, yaşamın temel koşulu veya yaşam aşkını canlandıran, ölüm fikridir:

““Soluk alış-veriş canlı varlık için ne ise, umut da ruh için odur.” Ona göre umut insanı, bir homo viator (gezgin insan)dur. Çünkü umut, insanın gerek fiziki dünyadaki yolculuğunda, gerekse Mutlak varlığa doğru açılma sürecindeki metafizik yolculuğunda kendini gerçekleştirme azmi ve kararlılığı bakımından vazgeçilmezdir. Bu açıdan, umut kişinin dünya içerisindeki ontolojik konumunu ve önemini anlamasını sağlar. Yani, umut ederek Varlığın sırrına katılan insan, bununla varoluşunun ontolojik derinliğinin farkına varacaktır” (Elmas, 2015a: 209).

Böylece Gabriel Marcel’in düşüncesinin ana hatları şu şekilde belirmiş olmaktadır: Felsefenin temel görevi, somut durumların tasviri ile soyut düşünce ve bürokratik toplum yapısı tarafından tehdit altında bulunan varoluşsal düşünceyi öne çıkartmak olmalıdır. Bunu yaparken, analitik bir yapısı olan birinci refleksiyon değil, ben’in özgürlüğü içinde varlığını açığa çıkarmasına imkân tanıyan ikinci refleksiyon esas alınmalıdır. Varlığın sırrına yaklaşmak ancak ona katılım ile gerçekleştirilir. Bu anlamda “ben” veya “beden” bir bilgi konusu değil, kendi eylemleriyle kendini var eden öznedir. “Ben”in diğer ben’lerle onları nesneleştirerek ve kullanarak değil, özgürlükleri içinde onlarla yakınlaşarak kurduğu ilişki, varoluşsal bir ilişkidir. Bu ilişkide kendini keşfeden ben, Mutlak Sen’e ulaşır (Magill, 1971: 104).

Tespit edebildiğimiz kadarıyla eserleri henüz bütünlüklü bir yapıda Türkçeye kazandırılamamış olan Gabriel Marcel, varoluşçuluğun teist kanadı içinde önemli bir yer edinmiş ve kendisinden sonraki varoluşçuları etkilemiştir.