• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: VAROLUŞÇULUK

1.3. Varoluşçuluğun Temsilcileri

1.3.4. Karl Jaspers

Varoluşçu felsefenin önemli temsilcilerinden Karl Jaspers, 23 Şubat 1883 tarihinde Almanya’nın Oldenburg şehrinde dünyaya gelmiştir. Lise eğitimini doğduğu şehirde tamamladıktan sonra kısa bir süre hukuk fakültesinde okumuş ancak bu eğitimini yarıda bırakarak tıp fakültesine geçmiştir. 1909 yılında tıp alanında doktorasının kabul edilmesinden sonra 1915’e kadar Heidelberg Psikiyatri Kliniğinde gönüllü asistanlık yapmıştır. 1915 yılında Genel Psikoloji (Allgeimeine Psychopathologie) adlı eserini yayımlar. Martin Heidegger ile de dostluğu bulunan Karl Jaspers psikiyatrist olarak başladığı akademik kariyerini 1920’lerden itibaren felsefe ile sürdürür. 1932’de Felsefe (Philosophie) adlı üç ciltlik eseri yayımlanır. Bir yıl sonra, 1933’te Almanya’da Hitler’in yönetimi devralmasıyla birlikte üniversitedeki görevinden uzaklaştırılır ve 1937 yılında emekliye sevk edilir. 1945 yılında Hitler döneminin kapanması ile birlikte üniversitedeki görevine iade edilir. 1961 yılında emekliye ayrılır. 1967’de Basel vatandaşlığına alınır ve Alman pasaportunu iade eder. Karl Jaspers, 26 Şubat 1969 tarihinde vefat eder. XX. yüzyılın ortalarında özellikle epistemoloji, din felsefesi ve siyaset bilimi gibi birçok felsefi alanda önemli etkileri olan Jaspers’in eserlerinden bazıları şunlardır: Çağın Tinsel Durumu (1931), Felsefe (1932), Akıl ve Varoluş (1935), Nietzsche (1936), Descartes ve Felsefe (1937), Varoluş Felsefesi (1938), Felsefi İnanç (1948), Tarihin Kökeni ve Amacı (1949), Felsefeye Giriş (1950), Özgürlük ve Yeniden Birleşme (1960), Vahiy Karşısında Felsefi İnanç (1962), Almanya Nereye Gidiyor (1966) (Erdem, 2015: 168-169).

Karl Jaspers; Kierkegaard ve Nietzsche’den sonra varlığı anlamak için somut insan yaşamını merkeze alan bir tavrı kendi çizgisinde geliştiren, bunu yaparken de metafiziği

reddetmeyen, onu düşüncesinin önemli bir dayanak noktası haline getiren ve bu bakımdan varoluşçu felsefenin ilk temsilcilerinden sayılan bir düşünürdür. Kierkegaard’la güçlü bir temsil alanı bulan teist varoluşçuluk, Jaspers’te varlığın temel bileşenlerinden her birinin ve özellikle aklın kendi sınırları içinde hakkı teslim edilmek suretiyle sentezci bir görünüme bürünmüştür.

Jaspers, felsefenin Kierkegaard ve Nietzsche’den sonra aynı kalamayacağını (Blackham, 2005: 49) düşünür. Hegel’le zirveye ulaşan ve sona eren klasik felsefe, tüm gerçekliği ve somutluğuyla insanın varoluşunu açıklamakta yetersiz kalmıştır. Reneaux (1991: 45), Jaspers’in düşüncesinin Hegel, Kierkegaard ve Nietzsche’nin karşılaştıkları noktadan ortaya çıktığını vurgular. O, dine aykırı olmasına rağmen tanrıtanımaz değildir. Tam tersine bütünüyle “Aşkınlık” olarak Tanrı'ya yönelmiştir. Reneaux bu anlamda Jaspers’in düşüncesini “existentielle diyalektik” tabiriyle isimlendirmenin doğru bir tespit olacağını ifade eder. Nitekim Jaspers, kendi felsefesini bizzat “varoluş felsefesi” olarak isimlendirmiş ve Franfurt Üniversitesindeki aynı adı taşıyan derslerinde kendisini bu felsefeye bağlı (Bollnow, 2004: 12) kabul etmiştir.

Varlığı bütünüyle akılla açıklamayı reddeden Jaspers; Kierkegaard ve Nietzshe’nin düşüncelerinden etkilenmiştir. Fakat onun kurduğu varlık anlayışında asıl büyük etki Kant’tan gelmektedir. Kant’ın ideler öğretisini alıp geliştirir ve varlığı anlamada felsefe tarihi boyunca verilen cevapların onun yalnızca belirli yönlerini aydınlattığını, fakat varoluşun bütüncül ve kuşatan bir bakış açısıyla kavranamadığını düşünür (MacIntyre, 2001: 28). Jaspers, varlığı sadece belirli yönleriyle aydınlatan bu felsefi görüşleri tümden reddetmeden onu anlamaya çalışmanın yolunu arar. “Bu nedir” sorusu ile başlayan felsefe, dünyadaki nesnelerin, canlı ve cansız varlıkların, olmakta olanların, gelip-giden şeylerin ardındaki gerçek varlığı, her şeyi bir arada tutan, temellendiren ve her şeyi kendisinden çıkaran varlığı aramıştır. Bu soruya verilen en eski cevap Thales’e aittir: Varlığın özü sudur. Bunu birbirinden farklı birçok görüş izlemiş, ilk ana maddenin ateş, hava ya da belirsiz madde, atomlar, cansız varlıkların kendisinden kopup geldiği hayat yahut ruh olduğu söylenmiştir. Materyalizm, spiritüalizm, hilozoizm (kâinat ruhla dolu, canlı bir maddedir) diye veya başka şekillerde adlandırılan birçok dünya görüşü bu fikirlerden neşet etmiştir. Bu fikirlerden her biri, varlığın ne olduğu

sorusuna, dünyada varolan bir şeye bakarak, her şeyin ondan geldiği cevabını vermiştir (Jaspers, 1981: 44-45).

Jaspers, Felsefeye Giriş adlı eserinin “İnsan Nedir” bölümünde (1981: 75-84) fizyolojinin bedenen, psikolojinin ruhen ve sosyolojinin toplumun bir parçası olması bakımından tetkik ettiği insan varlığının bütünüyle kavranabilmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Ona göre, insan gerçekte iki şekilde bilinebilir. Bunlardan biri insanın bir araştırma konusu olarak ele alınması diğeri ise bütün araştırmalara kapalı ve “özgürlüğün kendisi” olarak kabul edilmesidir. İnsan bu yönüyle kabul edilirse, aslında kendisi hakkında bilebileceğinden çok daha fazlasıdır. Bu özgürlüğün bilincine varılabilmesi, onun içeriğinin doldurulması veya ondan kaçılması insanın kendi elindedir. İnsan ona göre baştan başa özgürlüktür, karar verir ve sorumluluk üstlenir. Özgürlüğünden emin olan insan, kendini tanımak için bir adım daha attığında karşılaşacağı gerçek şudur: İnsan Tanrı’ya dönük bir varlıktır. Bunun anlamı Jaspers’in şu keskin ifadesinde karşılığını buluyor: “İnsan ne kadar hürse, tanrı da onun için o kadar kesindir” (1981:76). Çünkü insan özgür olduğunda, kendi kendisine var-olmadığının da farkına varır. İnsan, şuurunun derinliğiyle hiçlik karşısında “olmak”, kendisini aşarak Tanrı’ya yetişmek ister. İnsanı anlama ve açıklama iddiasındaki her teori, onu sadece bir yönüyle ele alarak bütünüyle anladığı iddiasındadır. Oysa insan, bu teorilerin karşılık geldiği taraflarıyla da birlikte, fakat bir “bütün” olarak vardır. İnsan olmak demek, özgürlük ve Tanrı’ya yönelme demektir. Özgürlüğüyle Tanrı’ya yönelen insanın bir diğer özelliği de tarihîliktir. Özgürlüğü sayesinde ne olacaksa o olabilme imkânı bulunan insan, sadece biyolojik mirasıyla değil, gelenekleriyle yaşar.

Jaspers’in insan varlığına ilişkin bu fikirlerini MacIntyre (2001:28), sentezci bir yaklaşım olarak değerlendirir. Hiçbir felsefi görüş tek ve nihai olma iddiasında bulunmadığı sürece, ona göre yanlış değildir.

Jaspers’in, varlığa ilişkin bu görüşlerinde Kant’ın etkisi vardır:

“Kant gibi Jaspers de fenomen'in, objenin ve varlığın veya kendinde şeyin (existence ve aşkınlık) ayırımını kabul ediyor. Mümkün her bilgiyi fenomenler düzenine yerleştiriyor, fakat orada bilinemeyen gerçek için boş bir yer bırakıyor. Nihayet o bilinemeyen alanına imanla girmeye çalışıyor” (Reneaux, 1994: 47).

Kant’ın ideler öğretisini alan ve onu geliştiren Jaspers, onun dünya, ruh ve tanrı dediği üç ideyi, üç “çepe-çevre kaplayan”a dönüştürür (Bochenski, 1981: 14). Dünyada nesneleri, canlı ve cansız varlıkları bir arada tutan, her şeyin kendisinden çıktığı asıl varlık nedir sorusuna verilen cevapların çeşitliliği, varlığın kendisine yönelinen bir nesne ve bir konu olarak algılanmasının sonucudur. Düşünülen ve kendisinden bahsedilen, bizden başka bir şey, süjenin kendisine yöneldiği objedir. İnsan kendisini düşüncenin konusu yaptığında ise hem bir başkası hem de düşünen varlığın kendisi olmaktadır. Kendini objeleştirmektedir. Jaspers, insanın düşünen var-oluşunun bu temel özelliği olan süje-obje yarılması’nın insanın uyanık ve şuurlu olduğu her durumda geçerli ve her an mevcut olduğunu vurgular. İşte varlık Jaspers’e göre, bu yarılmada ortaya çıkan çepe-çevre kaplayan olmak zorundadır. Varlığın kendisi, bu durumda hiçbir zaman bir konu olamaz. Konu olan her şey ve ben çepe-çevre kaplayanın dışına çıkar. Çepe-çevre kaplayan, ben ile konunun bu yarılmasında ortaya çıkmaktadır (Jaspers, 1981: 45-46). Böylece, insanın tanıdığı bütün görüş açısını çevreleyen ve görülmeyen çepe-çevre kaplayan, Jaspers düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Bu düşünceye göre üç “çepe-çevre kaplayan” bulunmaktadır. Bunlar varlığın parçalanmışlığının ifadesidir. Üç “çepe-çevre kaplayan”; dünya (orada-varlık/being-there), insan (bizatihi-varlık/being-oneself) ve toptan çepe-çevre kaplayan, yani aşkınlık (transandans/being-itself)tır (Bochenski, 1981: 14); (Blackham, 2005: 51). Bunlara ilişkin olarak da düşüncenin üç mümkün biçimi vardır: Dünyaya karşılık ilim, insana karşılık felsefe ve aşkınlığa karşılık teoloji (Reneaux, 1994: 46). Çepe-çevre kaplayan olarak insanın ise birbirinden farklı var olma tarzları bulunmaktadır. Bunlar, insan varolma (Dasein), genel bilinç, tin ve varoluş (existenz) varlığıdır (Erdem, 2015: 175).

Çepe-çevre kaplayanlardan ilki, ilmin konu alanına girer. Ayırt edici yanı nesnellik olan bu alan, dünyanın doğrudan incelenmesi ile ilgilidir. Jaspers, ilmin rolünü ve sınırlarını belirleyerek inanca yer açmaktadır. İlim, insanı sadece belli ve sınırlı yönleriyle tanıyabilir, tanıtabilir. İkinci alan insanın varlığı (existence)dır. İnsan varlığı, varoluşu bir imkân olarak içinde barındırır. Nesnellik ya da kavramlar bu alan için geçerli değildir. Bu alan, dünya içinde olmak kaydıyla birinciye aşkındır. Özgürlüğün farkına varılması, seçimler ve kararlar ile bu imkân gerçekleştirilerek varoluş sahasına girilir. Üçüncü alan, aşkınlık, her iki alanın da ötesindedir. Jaspers bunların her birine Felsefe

adlı eserinin bir cildini ayırmıştır (Reneaux, 1994: 46). İnsanın asıl varlığına erişmesi ancak aşkınlık ile mümkündür. Gerçek bir şekilde mevcut olmayan aşkınlık, ancak varlığın parçalanmasıyla ortaya çıkar. Yani her şey iflasa giderse, varlığa erişilebilir (Bochenski, 1981: 14). Bu şekilde Jaspers, insanın ancak iflas durumunda varlığa erişebileceğini düşünür.

İflas, hayat karşısında hesaplanamayan, öngörülemeyen veya karşı konulamayan durumlarda ortaya çıkan bir sonuçtur. İnsanın tabiata hâkim olarak kendini güvende hissetmesi, Jaspers’e göre, ancak geçici bir duygudur ve insan üstesinden gelemediği ağır iş yükü, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi büyük güvensizliklerin kıskacı altındadır. Sonucunu değiştirebildiğimiz durumlar haricinde, kendine mahsus görünüşleri olan ve her şeyi yenen, karşı karşıya olduğumuz bazı sınır durumlar vardır. İnsan olarak ölmeye, ıstırap çekmeye, mücadele etmeye mahkûmuz, tesadüfler hayatımızı hükmü altında bulunduruyor, durmadan kendimizi suçlu buluyor ve ıstırap çekiyoruz. Alelade varoluşta insan, bu sınır durumları görmezden gelir. İnsan ölüme mahkûm bir varlık olduğunu, suçlu olduğunu ve hayatına tesadüflerin hükmettiğini alelade varoluşta unutur. İnsanın muhatap olduğu bu ağır tehdit durumları ve hesaplanamayan şeyler nihayet “bütünde iflâs”a gider. Bu durumları bertaraf etmede ne sosyal kurumlar, ne vatan ve aile gibi miraslar ona yardımcı olabilir. Çünkü bunların hepsi, neticede insan eseridir. Bu tür dayanışmalar, ona göre “sakin zamanların güzel duyguları”dır. Sınır durumlar ortaya çıktığında ise insan tek başınadır. Sınır durumlarla beraber ölüm, tesadüf, suç ve dünyanın güvenilmez oluşu insanı iflâsla karşı karşıya bırakır. Bu iflası yenmek için ise Stoacıların yaptığı gibi, gücünün yetmediği durumları önemsiz saymak ve ancak değiştirebilecekleri için mücadele etmek çözüm değildir. Sınır durumlarda ya hiçlik görülür ya da dünyanın ne olduğu hissedilir. İflasın getirdiği umutsuzluk, Jaspers’e göre, dünyanın ötesini gösteren bir işaret olmaktadır. Bu sınır durumlara verilen tepki umutsuzluğun ardından harekete geçme şeklinde olursa varlık şuuruna erişmede ve bizzat-kendi-olmada bir mesafe alınmış olur. İnsan, karşı karşıya kaldığı bir büyük sarsıntı ile ve bir hüsrandan hareket ederek bir gaye arar. İnsanı felsefe yapmaya götüren varlık karşısındaki şaşkınlık ve ardından edinilen bilgi; şüphe ve neticesindeki eminlik; kaybediş ve bizzat-kendi-olma döngüsü asla bitip tükenmez (Jaspers, 1981: 37-42).

Jaspers’in düşüncesinin önemli kavramlarından biri de iletişimdir. Varoluş, kendisini doğrudan değil, bazı işaretler aracılığıyla gösterir. Kendine has bir dili olan varoluş bu işaretler sayesinde aydınlığa kavuşur. Bu işaretlerden biri de “varoluşsal iletişim”dir. Varlığı arama çabası içindeki insan, kendisi dışındaki varlıklarla karşılaşarak bu iletişim vasıtasıyla varoluşu aydınlatır. İletişimin adımları ise yalnızlık, açık olma ve sevenlerin mücadelesidir. İletişimde ‘kendi olmayı seç’mesi için insanın öncelikle ‘yalnız kalma cesaretini göster’mesi gerekir (Erdem, 2015: 177-179). “Ben, yalnız başkalarıyla varım, yalnız başıma bir şey değilim.” (Jaspers, 1981: 42) cümlesinde de ifadesini bulan varoluştan varoluşa iletişim; Jaspers’e göre varlığın bilinmesi, sevginin aydınlanması ve huzurun yoludur.