• Sonuç bulunamadı

Dünya Edebiyatında Varoluşçuluğun Ortaya Çıkışı, Temsilcileri, Temaları,

II. BÖLÜM: VAROLUŞÇULUK VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ

2.2. Dünya Edebiyatında Varoluşçuluğun Ortaya Çıkışı, Temsilcileri, Temaları,

Yiriminci yüzyıl felsefeleri arasında varoluşçuluk, edebiyatla kurduğu yakınlıktan dolayı özgün bir konumda bulunmaktadır. Simone de Beauvoir, Albert Camus, Gabriel Marcel ve Jean-Paul Sartre gibi Fransız varoluşçularının edebiyatla olan yakın ilişkisi iki alanın etkileşimini kuvvetlendirmiş ve dünyada varoluşçu edebiyatın bir akım olarak belirmesine katkıda bulunmuştur. Bu düşünürlerin edebi eserleri felsefi eserlerine nazaran daha geniş bir toplumsal tabanda karşılık bulmuş ve varoluşçuluk daha çok bu eserler üzerinden tanınırlık kazanmıştır. Fakat varoluşçu edebiyat birikimi yalnızca doğrudan bu akımın temsilcisi sayılan ve yukarıda ismi anılan yazarların eserleriyle sınırlı kalmamıştır. Tematik bağlamda yapılan değerlendirmeler, tıpkı felsefe olarak varoluşçuluğun kökenlerini daha gerilerde arayan yaklaşımda olduğu gibi, çeşitli edebi eserlerin de bu akımın öncüsü sayılmasına sebep olmuştur. Bu durum, aynı zamanda “varoluçu edebiyat” kategorisinin sınırlarının belirsizleşecek derecede genişlemesi problemini de beraberinde getirir. Asında varoluşçu edebiyatın ilgi alanının merkezinde bulunan temalar, Batı geleneği içinde ortaya çıkan bir kırılmanın edebiyata yansımalarıdır. Varoluşçuluk da bu kırılmanın bir neticesidir. Bundan dolayı, bahsi geçen temaların XX. yüzyılda doğrudan varoluşçu sayılabilecek yazar ve düşünürlerin eserlerinde görülmelerinden çok önce tıpkı felsefedeki kökleri gibi edebiyattaki köklerine de ulaşmak mümkündür. Hem modern sanatın hem de varoluşçu felsefenin XX. yüzyılda insanın yalnızlığı ve yabancılaşması, çelişkili ve zayıf varoluşu, kendini güvende hissetmesini sağlayacak bağlardan yoksunluğu, aklın sınırlarının bittiği yerde anlamsızlıkla, saçmayla karşılaşması (Barrett, 2016: 69) gibi konuları ele almaktaki ısrarının arkasında bahsedilen kırılmanın önemli bir rolü vardır. Bütün bu temalar, bireyin aklı merkeze alan sistemler karşısındaki durumunun ifadeleri olmuşlardır. Böyle bir akılcı sistemleştirmeye karşı ilk tepki ise romantizmle açığa çıkmıştır:

“Aydınlanma tamamen nesnellik üzerinden, nesne-merkezli bir özne kurma girişimi iken, romantizm özneyi merkeze alır. Edebiyatta da ağırlığın özneden yana kayması romantizmi, nesneden yana kayması gerçekçiliği ortaya çıkarmıştır”

İnsani durumları evrensel bir yasaya, aklın kontrolünde bir düzene bağlayan klasisizme karşı bireyin ve bireysel olanın öne çıkarılması olarak romantizm, modern dünyanın silikleştirdiği bireyin duygu dünyasını, doğallığını, onu var kılan, kendi kılan durumları belirginleştirme yönünde bir çabanın neticesidir. Böyle bir tavır alış, Kierkegaard’ın düşünceleriyle aşağı yukarı aynı çizgidedir:

“İstediğiniz her şeyi boşuna söyleyeceksiniz; ben, sizin sisteminizin bir mantıkî safhası değilim. Ben varım, ben hürüm. Ben benim, bir bireyim ve bir kavram değilim. Hiçbir soyut fikir benim şahsiyetimi ifade edemez; geçmişimi, halimi, bilhassa geleceğimi belirleyemez, bilkuvve mevcudiyetimi tüketemez. Hiçbir akıl yürütme beni, hayatımı, yapmış olduğum seçimleri; doğumumu, ölümümü açıklayamaz. O halde felsefe için yapılacak en iyi bir şey var, o da, evreni aklîleştirmekten vazgeçmek, dikkatini insan üzerinde toplamak ve insanın varoluşunu olduğu gibi tasvir etmektir. Önemli olan tek şey budur, kalanı boştur” (Reneaux, 1994: 2).

Modern insanın içinde bulunduğu, varlığın kendisine yabancılaşması durumunun yansımaları olan ve daha sonra varoluşçuların hem felsefi eserlerinde hem de öykü, roman ve tiyatro gibi edebi eserlerinde ele alacakları bu temalar, XIX. yüzyılda, romantizmin tepkisel tavrında ifadesini bulmuştur. Varoluşçu edebiyat, aynı zamanda böyle bir böyle bir tepkiden devraldığı mirasla felsefi alanda beliren temaları birleştirmiştir. Bu durum, varoluşçuların eserlerinde güçlü bir şekilde ifade imkânı bulan tepkisel tavrın öncülerinin veya takipçilerinin de çoğu zaman varoluşçu olarak isimlendirilmelerine sebep olur. Bu bakımdan sınırları oldukça genşleyen varoluşçu edebiyat birikimini belli kategorilerie ayırarak ele almak gerekir. Örneğin Stephen Michelman, varoluşçu edebiyatı üç alanda ele almayı uygun bulur. Buna göre, öncelikle insanın dünyadaki durumu, ölüm, varoluşsal suçluluk gibi temalara geniş şekilde yer veren Dostoyevski (1821-1881) ve Tolstoy (1828-1910) gibi yazarlar varoluşçu sayılmasalar da varoluşçuluğun gelişmesine etki ettiklerinden tarihsel olarak ilk kategoriyi oluştururlar. İkinci grupta ise varoluşçuluğun temsilcisi sayılabilecek ve eserlerini felsefi bir niyetle kaleme alan Simone de Beauvoir, Albert Camus, Gabriel Marcel ve Jean-Paul Sartre gibi yazarlar bulunur. Üçüncü kategoride, açık bir felsefi niyetle hareket etmeseler de insanın yabancılaşması, sonluluk veya özgürlük gibi varoluşçu felsefenin merkezinde bulunan fikirleri sergileyen Samuel Beckett, Ernest Hemingway, William Faulkner, Herman Hesse, Norman Mailer ve J.D. Salinger (Michelman, 2010: 143-144) gibi yazarlar yer alır.

İlk kategoride yer alan Dostoyevski ve Tolstoy, Barrett’a (2016:140) göre Rusların filozof eksikliğini eserleriyle kapatan sanatçılarıdır. Nitekim Heidegger, ölümün anlamını ele alırken Tolstoy'un hikâyesi İvan İlyiç’in Ölümü'nü kalkış noktası yapmış; Berdyaev (1874-1948) ve Shestov (1866-1938) gibi düşünürler ise Dostoyevski’nin varoluşsal kanaatleriyle ilgili olarak çeşitli yazılar yazılmışlardır. Ölüler Evinden Anılar isimli roman doğrudan bir felsefi tema içermese de Dostoyevski’nin insan doğasına ilişkin düşüncelerini anlamak için son derece önemlidir. Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov, hem kendi varlığına hem de kolektif insan topluluğuna karşı zihnen yabancılaşmış birisidir. O, aç ve yapayalnız olduğu için, Nietzscheci bir Süpermen teorisini Nietzsche’den önce üretir; bu Süpermen, üstün cesareti ve gücü sayesinde tüm sıradan ahlaki kuralları aşar (Barrett, 2016: 140).

Hayatın amacı ve anlamı, insan-Tanrı ilişkisinin özgürlük bağlamında yorumlanışı gibi problemlere yoğunlaşan Dostoyevski, doğrudan varoluşçu bir yazar sayılmaz fakat eserlerinde kullandığı temalar ve yarattığı karakterlerle, varoluşçu edebiyata kaynaklık etmiştir. Nitekim Sartre da onun Ecinniler’de yer alan “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.” cümlesini “işte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır” (Sartre, 2016: 46) ifadesiyle benimsemekte, Tanrı’nın yokluğu durumunda insanın hiçbir özre başvurmaksızın kendi varoluşundan sorumlu olduğunu kabul etmektedir. Dostoyevski, varoluş sorununu insan doğasına yerleştirmesi yönüyle varoluşçuluğun felsefi bir tutum olarak ortaya çıkışından önce, edebiyat alanındaki en büyük temsilcilerinden (Taşdelen, 1992: 143) olmuştur.

Dostoyevski’nin yanı başında, Rus edebiyatının zirve isimlerinden Tolstoy, Dostoyevski’nin aksine insan ruhunun sorunlu taraflarından çok hayatın kendisini merkeze alan bir anlayışı benimsemiş olmasına rağmen, varoluşçulara yaklaşan tarafları vardır. Hayatla, yani bizzat insan gerçeğiyle karşı karşıya gelmenin akılla kavranamaz boyutu Tolstoy’un eserlerinde kendini gösterir. “Tolstoy [...] peşinde olduğu gerçeğin, yalnızca akılla bilinen değil, tüm varlığıyla bildiği gerçek olduğunu sürekli ifade etmiştir. O, bu hakikat anlayışını, en büyük romanlarının yapısında daha etkileyici şekilde somutlaştırmıştır” (Barrett, 2016: 146). Böylece, hayatın ‘normal’ akışı içinde gözden kaçan varoluşa dair sorgulamalar, Tolstoy’un eserlerinde sürekli kendini hissettirir. Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü gibi eserlerinde hayat ve ölümü sorgulayan

yaklaşımıyla varoluşçu filozofları önceler. Bu noktada özellikle de tüm felsefesini ölüm teması çerçevesinde kurgulayan Heidegger’e ilham kaynağı olur (Koç, 2009: 259). Varoluşçu filozoflar tarafından felsefi bir dille ifade edilmeden önce de var olan bu insani durumlar, yukarıda bazı görünümlerinden kısaca bahsedilen ve ait oldukları çağın sorunlarına da tanıklık etmiş olan edebi eserlerde kendine yer bulmuştur. Felsefi ifadesini bulduktan sonra da bu etkileşim devam etmiş ve belli bir dönemde özellikle edebiyat eserleri vasıtasıyla geniş bir alanda etkili olmuştur.

1930’lu yıllardan sonra sanatta, özellikle de edebiyat alanında ve daha çok roman türünde varoluşçu tutum felsefedekine göre çok daha yaygın ve çeşitli olmuştur. Fransız romancısı Andre de Richaud (1907-1968) La Douleur (Acı)4

ve La Nuit Aveuglante (Kör Eden Gece) adlı eserleriyle, varoluşçu romanın öncüsü olmuş, Camus’yü etkilemiştir. Afşar Timuçin, Richaud’yu “varoluşçu sanatın Husserl’i” (Timuçin, 1976) olarak değerlendirir. Bilindiği gibi Husserl varoluşçu olmamakla birlikte geliştirdiği fenomenolojik yöntem, varoluşçuluğun şekillenmesinde etkili olmuştur.

Franz Kafka (1883-1924), çocukluğu boyunca kendisini “hiçbir şey” gibi hissetmesi, kara saplanmış yararsız bir odun parçası olmak istemesi gibi kişisel anlamda yaşadığı tecrübelerin (Bal, 2014: 369) yanında, eserlerinde çağın bunalımını, insanın umutsuzluğunu, yabancılaşmasını ve hayatın anlamsızlığını zaman zaman gerçeküstücülüğe yaklaşan bir dille işlemesi yönünden varoluşçu romanın ilk büyük temsilcilerinden (Timuçin, 1976) sayılır. Kafka’nın özellikle 1920’li yıllarda yayımladığı romanları varoluş felsefesine oldukça yaklaşır. Eserlerinde Marksizm ve Nietzsche etkisi yoğun şekilde hissedilen Kafka, aynı zamanda Kierkegaard’dan etkilenmiş ve “onun fikirlerini kendi üslubunca devam ettirmeye çalış”mıştır (Bollnow, 2004: 12). Bu etki, Kafka’nın özellkle günlüklerinde açık bir şekilde görülür. Kierkegaard’ı “[O] da, benim bulunduğum tarafında eğleşiyor dünyanın” (Kafka, 2013: 363) cümlesiyle kendisine yakın bulduğunu ifade eder. Yine ona olan ilgisini “Kierkegaard benim gözümde hemen hemen kimsenin girmediği bir ülkenin üzerinde parlayan yıldızdır.” (Wahl, 1999: 68) sözleriyle dile getirir. Dönüşüm'de Nietzsche’den gelen bir etkiyle nihilist bir çağın tüm özelliklerini sergileyerek din, bürokrasi ve

4 Andre de Richaud’nun La Douleur romanı Afşar Timuçin tarafından Acı adıyla Türkçeye çevrilmiştir: De Richaud, Andre (1976). Acı, (Afşar Timuçin, Çev.), Kaynak Yayınları.

romantizme yönelttiği eleştirilerle bireysel sorumluluk anlayışını derinleştirmeye çalışır (Bal, 2014: 369). Böylece, insan varoluşunun karşılaştığı engelleri ortaya koyarak bu engeller karşısında bireyin var olma, tutunabilme ve dayanabilme çabasını tasvir eder. Dönüşüm’de Gregor Samsa’nın beden olarak böceğe dönüşmesi aslında onun toplum açısından bir bakıma ‘yararsız’ ve ‘kullanışsız’ hale gelmesini ve böylece kendini bir araç olmaktan kurtarmasını sağlar. Bu ‘yararsızlık’ neticesinde toplumun dışına itilen Samsa, aynı zamanda sürü dışına çıkışının da cezasını çekmeye mahkûm olur. (Taşdelen, 1992: 145-154) Kafka, gerçek dünyayı tanıyabilmenin insanın sınırlı gücünün ötesinde olduğunu düşünür. Fakat bu durum Kafka için bir çaresizlik ve umutsuzluk demek değildir. O, her şeye rağmen mutlak ve koşulsuz bir inanca sahiptir: “Mutlak vardır, ancak insan yaşamıyla birlikte ölçülemez. Umutsuzlukla, en aşağı dereceye vardırılmış bir yanılgıyla yüklü, yine de zayıf bir umut taşıyan bir deneyim bu” (Wahl, 1999: 75). Kafka, eserlerinde tanrıtanımaz varoluşçuların tavırlarından ziyade Kierkegaard’ın varoluşçuluğuna yakın bir çizgi takip eder. Özellikle Dava, Şato ve Ceza Sömürgesi’nde Sartre ve Camus gibi varoluşçuların da kendisinden sonra üzerinde durduğu temalarla örülmüş bir yapıyla karşılaşmak mümkündür.

Varoluşçuluğun, gerek felsefi gerekse de edebi eserlerinde geliştirdiği fikirleriyle önemli temsilcilerinden biri şüphesiz Albert Camus (1913-1960) olmuştur. Felsefenin temel sorunlarından olan varlığın anlamına ilişkin sorgulamalarını “niçin yaşamalıyım?” ya da “niçin intihar etmemeliyim?” sorularıyla somutlaştıran Camus, absürt (saçma/uyumsuz) felsefesinin kurucusudur. Yaşadığı çağın karakterini belirleyen absürt’ün bir çözümlemesini yaptığı Sisifos Söyleni’nde bu soruya cevap vermenin felsefenin temel sorusunu da çözüme kavuşturmak olduğunu belirtir:

“Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı düşüncesinin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; ilkin yanıt vermek gerekir” (Camus, 1996: 15).

Böyle bir soruya verilebilecek somut ve kabul edilebilir bir cevabın olmadığını düşünerek bilimsel, teleolojik, metafizik ya da insan yaratımı bir amacı reddeder. Ona göre yaşam anlamsızdır ve insanı kuşatan dünya içinde yaşamın anlamını bulmak mümkün değildir. İnsan bilinci ve dünya arasındaki ayrılıktan kaynaklanan saçmalık/uyumsuzluk varken yaşamanın bir anlamı var mıdır? Bu soruya Yunan

mitolojisindeki Sisifos karakterinin anlamsız çabasını metaforik bir düzlemde kullanarak olumsuz bir cevap vermiş olur. Ona göre hayat saçma olsa da bu durum intiharı gerektirmez. İnsan, hayatın bu yönünün bilincinde olarak yaşamaya devam etmelidir (Koç, 2016: 13-17). Camus, saçmayı irdelerken nihilizm yerine metafizik tarafı da ihmal edilmeyen ahlaki bir eylemlilik önerir.

Yabancı adlı romanında Camus, içinde yaşadığı toplumla bağlarını koparmış, insanlar arasında kendini sürgün hisseden, onlarla iletişim kurmayan ve hiçbir paylaşımda bulunmayan, toplumsal kurallara uymayan bir yabancının serüvenini anlatır. Veba’da ise, kitle halindeki ölümleri, öldürmeleri simgeleştirir. Camus varoluşla ilgili düşüncelerini Başkaldıran İnsan’da ortaya koymuştur (Timuçin, 1976). Burada, absürt/saçma duygusunun insanı nihilizme götürmeyeceğini öne süren Camus, ‘başkaldırma’ kavramıyla insana bir çıkış yolu göstermiş olur. Ona göre intihar, ya da öldürme saçmaya başkaldırmanın ya da özgür olmanın bir yolu değildir. Tam tersine saçmaya boyun eğmek demektir. Saçma duygusundan kurtulmak için yapılması gereken tek şey başkaldırmadır. Başkaldırmayı ise ‘metafizik’ ve ‘tarihsel’ başkaldırma olarak ikiye ayıran Camus, ilkinin Tanrı’ya karşı bir isyan ve onu yok saymak, ikincisinin ise Tanrı’nın yerini alan siyasal, bireysel ve devlet terörüne karşı çıkmak olduğunu düşünür. Metafizik başkaldırma ile Tanrı ölünce geriye tarih kalır. Tarihsel başkaldırı özgürlüklerini öldürmekten alan bütün devrimlere bir karşı çıkıştır ve bu devrimlerden biri de Marksizm’dir. Tarihsel devrimler kişiyi, onun olanaklarını ve yardımlaşmayı ortadan kaldırmıştır. Başkaldırma, ona göre anlamını en iyi sanatsal yaratmada bulmaktadır. Sanat da başkaldırma gibi, ‘varız’ demektir. Sanatçılar yaratırlar ve öldürmezler. Bu yüzden sanatsal yaratıcılık aracılığıyla dünya yeniden kurulur. Camus’nün başkaldırma kavramı temelde şu özelliklere dayanır: Başkaldırı insanın yaşam hakkını savunur; sınır ve ölçü tanıyan bir değere sahiptir. Sanatın gerekliliğini kabul etmek ve sanatsal yaratmayla dünyayı yeniden kurmaktır. Başkaldırma adalet ve özgürlüğü birleştirir. O, yalnızca bir kişi için değil, bütün insanlık için bir özgürlük isteğidir (Erdem, 2004: 163-168).

Varoluşçu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen J. P. Sartre5

(1905-1980) roman ve oyunlarıyla felsefi görüşlerini daha somut bir dille ifade etme

imkânı bulmuştur. Özgürlüğün Yolları adlı üçlemesi (Akıl Çağı, Yaşanmayan Zaman, Yıkılış), Sinekler ve Gizli Oturum adlı oyunları, Bulantı adlı romanı başlıca eserleridir. Sartre, insanın varoluşsal sorunlarını, özellikle saçma karşısında duyduğu bunaltı duygusunu ele alır ve özgürlüğe doğru kaçınılmaz yönelişin imkânlarını sorgular (Timuçin, 1976).

Öğrenciyken tanıdığı Sartre’la yaşamı boyunca birlikte olan ve düşüncelerinde bu etkinin izleri görülen Simone de Beauvoir (1908-1987) da varoluşçu sanatın temsilcileri arasında yer alır. Simone de Beauvoir bir filozof, romancı, oyun ve deneme yazarı olmasının yanında XX. yüzyılda feminist düşüncenin gelişimine de katkıları olan Fransız edebiyat tarihinin önemli isimlerinden biridir (Koç, 2015b: 1-2). Feminist hareketin daha sonra teorik bir zemin kazanmasında, onun özellikle İkinci Cins adlı eserinde geliştirdiği düşüncelerinin payı büyük olmuştur. Düşüncesinin temelinde ise varoluşçuluğun şerhlerinden biri sayılabilecek “insan kadın olarak doğmaz, ona dönüşür.” varsayımı bulunmaktadır. Kadın olmak ona göre, doğal bir gerçek değil, belli bir tarihin sonucudur. Kadını kendi başına tanımlayan biyolojik veya psikolojik bir kader söz konusu değildir. Bu anlamda kadın bugünkü konumuna medeniyet tarihinin bir ürünü olarak gelmiştir. Ardından kişisel anlamda her kadın, ona göre, kendi bireysel tarihinin ve özellikle de çocukluğunun ürünüdür. Bu şekilde kadın olarak tanımlanır ve doğuştan gelmeyen veya “özünde” bulunmayan “ebedi kadın” veya “kadınlık” denen şey, onun içinde yaratılmış olur (Beauvoir, 1975). Simone de Beauvoir, Konuk Kız adlı eserinde ise varoluşsal felsefesini edebiyat alanında ortaya koyar. Kendini “mutlak bir şey” olarak gören ben’in başka bir “mutlak”la, yabancı bir bilinçle karşılaşması durumunda ne olur? (Rullmann, 1998: 173) Özgürlüğü başlangıçta bireyselci bir tavırla ele alan ve ötekilerini, özgürlüğün önündeki bir engel olarak gören Beauvoir, savaş sonrası yıllarda ötekinin varlığını ben’in özgürlüğü karşısında bir tehdit olarak görmez, başkasını kişinin kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin zorunlu bir koşulu olarak değerlendirmeye başlar. Başkalarının Kanı adlı romanda ele alınan konu budur. Beauvoir’a göre, özgürlük insana verili bir şey değildir ve kişinin onu elde etmek için her gün yeniden savaşması gerekir. Bu, ben’in kendisini sürekli yeniden yaratması için de bir fırsattır (Yılmaz, 2004: 215). Belirsizlik Ahlakı Üzerine (1947), İkinci Cins (1949), Mandarinler (1954), Sade’ı Yakmalı mı? (1955), Veda Töreni (1981), Sartre’a

Mektuplar (1990) gibi eserleri bulunan Simone de Beauvoir, varoluşçu düşüncenin Fransız edebiyatında yer etmiş önemli temsilcilerinden biridir.

Romancılığının yanında sanat tarihçisi ve devlet adamlığı vasfı da bulunan André Malraux (1901-1976), daha çok İnsanlık Durumu adlı romanıyla bilinir. Varoluşçuluğa yaklaşan düşüncelerinde Malraux, Nietzsche’den izler taşır ve onun yaptığı gibi Tanrı’nın ölümünü ilan ettikten sonra sanatı, insanı yıkan bir evrene karşı tek kurtuluş yolu olarak ortaya koyar. İnsan, acımasız bir dünyada kendi başına olmanın saçmalığını yaşar. Ona göre dinler, dönemlerini tamamlamışlardır ve insan kendini artık ‘kültür’le kurtarmak zorundadır (Timuçin, 1976). Umut (1937), Altenburg'un Ceviz Ağaçları (1947) gibi eserleri de bulunan Malraux, burjuva toplumunda yaşayan insanın varoluşsal sorunlarına eğilmiştir.

Eserlerinde, varlık ve onun ifade biçimlerini ele alan İrlandalı romancı, oyun yazarı ve şair Samuel Beckett (1906-1989), özellikle Godot’yu Beklerken adlı oyunuyla varoluşçu felsefenin edebiyattaki izdüşümlerinden birini ortaya koymuştur. “Başından sonuna kadar her satırında hiçliğin gezindiği” (Barrett, 2016: 69) bu oyunun kimi araştırmacılarca varoluşçu felsefenin edebi uyarlaması olduğu kabul edilir (Erkan, 2005: 9). Oyunun yabancılaşmış, toplumla ve yaşamla uyumlarını yitirmiş iki ana karakteri olan Vladimir ve Estragon, çeşitli temsili yönleri olan Godot’yu beklerler (Elmas, 2015b: 351). Godot, bu anlamda her insanın farklı bir noktada konumlandırabileceği Tanrı, umut vb. yaşam motivasyonlarını simgeler. Oyunun iki ana karakterinin, Godot’yu beklemek dışında hiçbir umutları yoktur. Oyunda, sembolik bir anlatımla var olmanın ve yaşamn anlamı konusunda derin bir sorulama içerisine girilir. Hiçlik karısında duyulan endişe her satırda kendini hissettirir. Doğmuş olmak ve dünyaya gelmiş olmak, insanın suçlu ve pişman hissetmesi için yeterli bir sebeptir. Bu anlamda insana kurtuluş vadeden Tanrısal düzen veya herhangi bir sistem, insan gerçekliği karşısında ironik bir sorgulamaya tabi turulur. Umut ise şairane bir tutum olarak görülür. Yalnızlık, umutsuzluk ve hiçlik böylece oyunda merkeze alınır. Böyle bir durum, nihayet var olmanın bir anlamının olup olmadığı sorusuna cevap arama noktasına varır. Beckett’in eserleri, insanın yabancılaşması, varlık karşısında duyulan kaygı ve karamsarlığı ön plana çıkarması nedeniyle varoluşçulukla ilişkilendirilen absürt tiyatronun en yetkin örneklerinden sayılmıştır.

Yukarıda anılanların dışında Rainer Maria Rilke (1875-1926)’nin de voluşçu edebiyatın şekillenmesinde üstlendiği role değinmek gerekir. Çağdaşı Kafka gibi Rilke de Kierkegaard’dan mühim derecede etkilenmiş yazarlardandır. Kierkegaard’ın mektuplarını okuyabilmek için Danca öğrenen Rilke, özellikle insan varlığının yalnızlıkğı, dünya üzerindeki yurtsuzluğu ve yabancılığı duygusunu ifade ederken varoluşçulukla aynı çizgide bulunur. (Bollnow, 2004: 21; 43) Rilke’nin kimi şiirleri bu anlamda oldukça ileri örnekler olarak karşımıza çkmaktadır. Ayrıca Rilke’nin tek romanı olan ve günlük biçiminde kurgulanan Malte Laurıds Brıdge'nin Notları içerdiği varoluşsal sorgulamalarla bu alanda ilkörneklerdendir. Genç Bir Şaire Mektuplar adlı eserinde yer alan “[Y]alnızlık üzerinde konuşacak olursak, onun seçilebilen, ya da bırakılabilen bir şey olmadığı açıkça görülür. Bizler yalnızız.” (Rilke, 1963: 51) ifadeleri ise onun ontolojik yalnızlığı ne kadar merkezi bir konumda yorumladığını ortaya koymaktadır.

Dünya edebiyatında, görüldüğü gibi varoluşçuluğu felsefi bağlamda “temsil” edenlerin