• Sonuç bulunamadı

İnsanoğlu varlığından günümüz teknolojisine bağımlı olana kadar sosyalleşme aracı olarak sözlü iletişimi kullanmıştır. Edebiyatta bir aforizma haline gelen “her şeyden önce söz vardı” ifadesi yazının matbaa ya da elektronik araçlarla mekâna bağlanması sonucu “söz uçar; yazı kalır” aforizmasına dönüşmüştür. Ancak her şeyin bir ilki olduğu görüşü söz ve yazı kavramları için de geçerlidir. Zira insanlığın başlangıcı yazı öncesi dönem olarak nitelendirilmektedir.

Milman Parry’nin çalışmaları sonucu ortaya konan Homeros iddiası ve sözlü formül kuramı öncesinde de birtakım çalışmalar olduğu bilinmektedir. Bu çalışmaların bir kısmı tamamen bilimsel düzlemde gerçekleşirken bir kısmı ise içgüdüsel ve tamamen ihtiyaç gereği gerçekleştirilmektedir. Bu bölümde ikinci kısım olan sözlü geleneğin ve yazılı geleneğin içgüdüsel ve ihtiyaç doğrultusunda işlevselliğine değinilecektir. Bu sebeple söz ve yazı kavramlarının temeline inmek ve bu kavramların bağlı bulundukları kültür ile ilişkisine değinmek yerinde olacaktır.

“Önce söz vardı” aforizması hangi sebepler ve nasıl değişimlerle “söz uçar; yazı kalır” gibi tamamen zıt bir aforizmaya dönüşmüş olabilirdi. Bu evrilmede çağın gereksinimleri mutlaka önemli rol oynamaktadır. Sıralamanın başladığı sözlü kültür dönemine bakıldığında bütün bilgiler, şifreler, önemli olaylar, isimler, tarih ve yerler kısaca her şey belleklerde depolanmaktaydı. Ancak bir süre sonra bellekler ya yok olmaya ya da bilgiler belleklere sığmamaya başladı. Bu evrim, Doğu ve Batı kültüründe farklı şekillerde gerçekleşmiştir.

Yazının icadını çok eski tarihlere hatta M.Ö. ye kadar götürmek mümkündür. Georges Jean, Yazı İnsanlığın Belleği adlı çalışmasında yazının icat edilmesinin tek sebebini şöyle açıklar: “[H]esap kaydı sözlü olarak tutulamaz. Yazı işte bu çok basit nedenden doğmuştur” (Jean, 2010: 12). Yazı, bu gerekçe ile insanlığın ihtiyacı doğrultusunda âdeta bir içgüdü ile yaratılmıştır. İlk insanların duvarlara şekiller çizmesi bir çeşit yazı olarak değerlendirilse de sistemli bir alfabe formatında gelişkin bir yazı değildir. Bu sebeple yazının tarihini Mezopotamya da aramak daha doğru olacaktır. Sümer ülkesinin Uruk kentinde bulunan İ.Ö. IV. binyıldan kalma Uruk tabletleri bilinen ilk yazılı tabletlerdir.

Arapların ve İbranilerin Sami ataları olan Akadlar bütün Mezopotamya’ya egemen olduklarında çiviyazısı o zaman gerçek bir yazıya dönüşmüştür. Bundan

böyle yazı her şeyin kaydını tutabilirdi: Hukuk yasaları, bilimsel incelemeler ya da edebiyat yapıtları. Ancak gelişim göstermiş olsa da yazı hâlâ gücüne güç kattığı seçkinler sınıfına özel bir uğraş alanıydı. Daha sonraları bu yazıyı Hititler de benimsemiş ve pek çok olayı kayıt altına almışlardır. Bu evreden sonra okuma yazma bilmek artık bir iktidar, bir güç haline gelmiştir. Bu bilgi bir ayrıcalık olarak kalacaktır. Çiviyazısı göstergeleri bütün Mezopotamya’ya yayılırken, uzak Çin’den yakın Mısır’a kadar birçok yerde farklı yazı sistemleri doğmakta ve gelişmekte idi. İnsanlar Tanrı’nın bir hediyesi olarak gördükleri yazı aracılığıyla dünyanın dört bir yanında taş, kil ya da papirüs üzerine tarihlerini kaydetmeye başlamışlardır. İnsanoğlunun köklü değişimi ise Hz. İsa’dan bin yıl önce bilinen ve sistematik ilk alfabenin bulunmasıyla yaşanır. Kökeninde Akdeniz’in batı kıyılarına, Kuzey Afrika, Güney İspanya, Sicilya, Sardunya, Kıbrıs hatta Yunanistan ve İtalya’ya yayılmış bir halk olan Fenikeliler tarafından bulunan ilk alfabetik yazı ticaret vasıtasıyla Doğu Akdeniz çevresindeki bütün halklara yayılmıştır. Bundan beş yüz yıl sonra aşağı yukarı İ.Ö. VIII. yüzyıla doğru Aram ülkesi diye anılan bugünkü Suriye kentlerinde Aram alfabesi bulunur. Arap ve İbranice yazılarının kökenini oluşturan bu alfabe ile Eski Ahit’in kimi bölümleri kayda alınır. Böylece İslamiyet ile Arap alfabesi bütünleşir ve İslam tarihi yazılı kayıtlarını tutmaya hatta bütün dini metin ve hadislerini kayıt altına lamaya başlar.

Doğu kültüründe İslamiyet’in kabulü ile Müslümanlara tevdi edilen bazı yükümlülükler sözlü olarak aktarılmaktaydı. Ancak bir süre sonra sözlü aktarım yetmemeye ve nesiller arasında kopukluklar olmaya başlamış ve böylece Hz. Osman döneminde tüm Kur’an-ı Kerim yazıya geçirilmeye başlanmıştır. İlk başta Hz. Muhammed’in ve ashabının sözleri yazıya geçirilmeye başlanmış ve bu çalışmalar ilk olumlu sonuçlarını vermeye başlayınca bazı ilk dönem âlimleri, bu cereyana büyük tepkiler göstermiş ve bu işin bir süre sonra istismar edilebileceği korkusuyla ve biraz da yeni bir durumla karşılaşıyor olmanın verdiği bir tedirginlikle yazılı metinlerin çoğalmasına pek sıcak bakmamışlar, hatta bazıları kendi yazdıkları metinleri de imha etmek yoluna gitmişlerdir. Bu süreçlere Sözlü Kültür’den Yazılı

Kültür’e Anlam’ın Tarihi adlı eseriyle ayrıntılı olarak değinen Dücane Cündioğlu, ilmin yazıya geçirilmesiyle ilgili lehte ve aleyhteki birçok rivayeti bir araya getirip

aktararak önceki âlimlerin (mütekaddimûn) bu davranışlarının sebebini şu şekilde izah etmektedir:

Önceki âlimlerden herhangi biri vefat edeceği zaman, kitaplarını imha eder veya imha edilmelerini vasiyet ederdi. Bunu da belki bu kitaplar, içlerindeki ahkâmı bilmez liyâkatsız kimselerin eline geçer de onlarda buldukları her şeyi zâhirine hamlederler veya bir şeyler ekleyip çıkarırlar da sonra bunlar o kitapların asıl yazarına nisbet edilir korkusuyla yaparlardı (Bağdadî, 1974: 61 alıntılayan Cündioğlu, 2011: 74).

Bu ve benzeri gerekçelerle, ilk dönem âlimleri yazının ve yazılı metinlerin aleyhinde sözler sarf etmiştir. Peş peşe ilk dönem âlimlerinin bu düşüncelerine örnekler sıralayan Cündioğlu, tâbiûn ulemâsından İbn Sîrin’den aktarark, “İsrâiloğulları’nın, tavarüs ettikleri kitaplar sebebiyle yoldan çıktıklarına” inanıyorlar ve bu nedenle de ilmin yazıyla tespitini hoş karşılamıyorlardı. Kezâ genç sahabelerden İbn Abbas’ın da, yazılı metinlere muhalefetini “sizden öncekiler kitaplar sebebiyle yoldan çıktılar” demek suretiyle gerekçelendirdiği kayıtlarda yer almaktadır (Ebu Hayseme, 1984: 151, 154; Bağdadî, 1974: 61; İbn Abdilberr, 1982: 110-111 aktaran Cündioğlu, 2011: 77). Âlimlerin yazı ile ilgili aleyhteki düşüncelerine başka bir örnek veren Cündioğlu, Şam ulemâsından Ebu Amr el- Evzâî’nin (öl. 157/774) şu sözlerini aktarmaktadır:

Bu ilmin daha önceleri bir asâleti vardı: zira insanların ağızlarından alınıp hâfızaya nakş edilirdi. Fakat kitapların içine girer girmez bütün nûru gidiverdi ve ehli olmayanların eline düştü (Bağdâdî, 1974: 64; İbn Abdilberr, 1982: 114 aktaran Cündioğlu, 2011: 77).

Sahabe ile dönemin ileri gelen âlim ve ulemaları, ilmin yazıyla tesbit edilmesinden hoşlanmayan ve buna karşın ilmin hafızalarda saklanmasını, satırlardan değil sadırlardan aktarılmasını tavsiye eden birçok isme ve onların bu konudaki sözlerine –karşıtlarıyla birlikte- erken devirlerden itibaren çeşitli kitaplarda, meselâ Ebu Hayseme’nin (öl. 234/849) Kitab’ul-İlm, Dârimî’nin (öl. 255/869) es-Sünen, Hatib el-Bağdadî’nin (öl. 463/1071) Takyîd’ul-İlm ve İbn Abdülberr’in (öl. 463/1071) Câmî’ul-İlm adlı eserlerinde yeterince yer verilmiştir. Bu eserlerden örnek teşkil etmesi açısından İbn Abdülberr’in bu konudaki düşüncelerini Cündioğlu şu şekilde aktarmaktadır:

Burada sözlerini zikrettiğimiz kimseler, ilmin yazıyla tespiti meselesinde Arapların izini takip etmişlerdir. Çünkü onlar tab’an ezber yeteneğine sahiptiler ve bu özellikleriyle temayüz etmişlerdi. İbn Abbas, Şâ’bî, İbn Şihab, Nehâhî, Katâde ve benzerleri gibi yazıyı hoş karşılamayan zevât, tab’an ezber yeteneğine sahip kimselerdi ve bu yetenekleriyle de ün kazanmışlardı. (…) Onların hepsi Araptı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) “Biz ümmî bir toplumuz, yazı yazmayı hesap yapmayı bilmeyiz” demiştir. Arapların hafızalarının ne kadar güçlü olduğu herkesin malumudur. Öyle ki, bir Arap, kendisine okunan şiirleri bir duyuşta ezberleyebilirdi. (…) Fakat artık bugün bu durum değişmiştir. Şayet yazı olmasaydı, ilmin çoğu yok olurdu. Bu bakımdan âlimlerden bir grup ilmin yazılmasına ruhsat vermişler ve yazıyı övmüşlerdir (Abdülberr, 1982: 116-117 aktaran Cündioğlu, 2011: 78).

Hicrî V. asrın ilk devresinde yaşamış bir âlim olmak itibariyle İbn Abdülberr’in birçok karşıtı olmasına rağmen bu açıklamaları çok önemlidir. Çünkü kendisi, Kur’an’ın indiği dönemde sözlü kültürün hâkim olduğunu, bu geleneğin insanlarının bilgiyi ağızdan ağıza, sadırlardan sadırlara aktarmak suretiyle muhafaza ettiklerini, sahabe ve kibâr-ı tâbiîn’in yazının yaygınlaşmasını ve yazılı metinlerin ortaya çıkışını eleştirirken, hâdiseleri bu sözlü geleneğin açısından değerlendirdiklerini ve fakat bir süre sonra yazının önlenemez yükselişiyle hafızalar zayıflayıp ezber azaldığında, hemen yeni duruma intibak ettiklerini gayet ikna edici bir tarzda ortaya koymakta, sözlü geleneğin o dönem Arabına mahsus yönlerini çok güzel bir biçimde gözler önüne sermektedir. Yazı olmadığında ilmin çoğunun yok olacağının farkında olan Abdülerr, Arabların ezber yeteneklerinin çok üstün olmasına rağmen yine de sözlü ortamda ilmin yok olacağı endişesini taşımaktadır.

Bu açıklamalar sonucunda Kur’an-ı Kerîm’in indirildiği zaman ve ortam göz önünde bulundurulduğunda indiği toplumun “yazısız bir toplum”, Kur’an’ın ise “sözlü bir metin” olduğunu, Peygamber sonrası dönemde (sahabe ve kibar-ı tâbiîn döneminde) Kur’an-ı Kerîm’i anlama çabalarının sözlü kültür geleneğinin normları çerçevesinde sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Kur’an-ı Kerîm’in indirildiği ilk yıllar Hz. Muhammed sonrasında ise sahabeler, âlim ve ulemalar ile Kur’an dili anlaşılmaya ve yayılmaya çalışılmaktaydı ancak zamanla Kur’an’ın indiği dönemi bilenler ikinci hatta üçüncü kuşak olmaya başlamış ve aktarılan bilgiler de zamanla bütünlüğünü kaybetmeye yüz tutmuştur. Cündioğlu, yukarıda adı geçen eserinde bu durum için, Kur’an’la dolaylı muhatabları arasına tarih perdesinin girmeye başlamasından itibaren, yani dilin bozulmaya, bağlamın kaybolmaya başlamasıyla

birlikte, sonraki nesillerin, ilk nesillerin bilgilerine başvurduklarını, Kur’an’ı onların yardımlarıyla anlamaya çalıştıklarını açıklar. Ancak Cündioğlu’nun Ebu Hayyan’dan aktardığı gibi “Oysa sahabe ve tabiûn Kur’an’ın ifadelerindeki incelikleri tab’an biliyorlar ve herhangi bir yardımcıya veya muallime gerek olmaksızın o manaların tamamını anlıyorlardı. Çünkü fesahat ve belagatta farklı derecelerde bulunmakla birlikte, bu lisan onların lisanı, bu muhit onların muhiti ve bu beyan onların beyanı idi” (Ebu Hayyan, 1983: I/13 aktaran Cündioğlu 2011: 79). Ancak sonradan gelenler zamanla bir takım soru ve sorunlarla karşılaştıklarında, bu kimselerin ellerinde, kendisinden yararlanacakları bir sözlük, lugat ya da bir siyer ve meğazî kitabı bulunmamaktaydı. Durum böyle olunca bu kimseler de mecburen sözlü geleneğin otoritelerine, yani bu bilgilere hıfzen sahip olan kimselere gittiler ve soru ve sorunlarını onlara arz ettiler. İhtiyaç duydukları bilgileri onların ağızlarından aldılar, ezberlediler ve kendilerinden sonrakilere de bu şekilde aktardılar. Cündioğlu, sözlü kültürün zamana karşı direnemeyişini “metinle muhatab arasına tarih perdesi girmiş, bu nedenle de anlama sorunları ortaya çıkmaya başlamıştı” ifadeleriyle izah ederek buna örnek olması amacıyla Ebu Hayseme Zuheyr b. Harb (öl. 234/849) Kitab’ul-İlm adlı eserinde, ulemâ seçkinlerinden Mesrûk’un (öl. 63/???) şu sözünü naklettiğini aktarmaktadır:

Biz Hz. Muhammed’in (s.a) ashâbına ne sormuşsak, onun bilgisi Kur’an’da vardı. Lâkin bizim kendi birikimimiz (ilmunâ), tek başına onu elde etmemiz için yeterli olmuyor (Ebu Hayseme, 1984: 101 aktaran Cündioğlu, 2011: 79-80).

Mesrûk’un bu sözünden anlaşıldığ üzere, aslında kendilerinin Kur’an’ı dil düzeyinde anlamadıklarını, anlayamadıklarını söylememektedir; aksine bir takım soru ve sorunlarla karşılaştıklarında, bu soru ve sorunların cevabı Kur’an’da olduğu hâlde kendi başlarına onu Kur’an’dan istinbata1 güç yetiremediklerini îma

1 Fıkıh Usulü ilmine göre islamî hükümlerin kaynağı önce Kur'ân-ı Kerim, ikinci olarak Hz. peygamber (s.a.s)'in sünneti, dolayısiyle hadislerdir. Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin lafızları gibi hadis lafızlarının hepsi sarih değildir, aralarında vazıh yani hükme delâleti açık olanları olduğu gibi, mübhem, hafi, müşkil, mücmel olanları da vardır. Sarih kanlan bulunduğu kadar mecaz veya kinaye yollu kullanılmış olanlarına da rastlanır. Bazı hadislerin bir hükme delaleti açıktır. Bazılarının delaleti ancak tefsirle anlaşılır. Bazı hadis lafızlarının taşıdığı hüküm umumidir: bazısının ise hususidir. Kısacası hadis lafızları içinde hâs, âm, mübhem, müşkil, hafi, mücmel olanları, mecaz ya da kinaye yollu söylenenleri, birbirleriyle çelişik görünenleri mevcuttur. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi hadiste de nesh vaki olmuştur. Dolayısiyle hadislerin de nasih-mensuhu vardır. Bütün bu ve buna benzer özellikleri dikkatten uzak tutmamak kaydiyle hadisleri inceleyip onlardan şer'î bir mesele

etmektedir. Kur’an-ı Kerîm’in maksadına kendi terimlerimizle açıklık getirmek istersek, o doğrudan fehm düzeyinde değil, fıkh düzeyinde bir anlama sorunundan söz etmektedir; yani onların sorunu esas itibariyle lugavî değil, nazarîdir. Bu durum, onların zekâ seviyelerinden veya zihnî yetersizliklerinden kaynaklanmadığına göre – ki kendisi açıkça “ilmimiz birikimimiz buna yetmiyordu” demektedir- niçin daha Kur’an’ın nüzûlünün üzerinden yarım asır bile geçmemişken, sahabe-i kirâm’ın yardımını istemek ihtiyacı hissetmişlerdi?

Cündioğlu, bunun nedenini bağlamın değişmesine ve Kur’an ifadelerinin kendisine karşılık geldiği tarihsel zeminin ortadan kalmasına bağlamaktadır (Cündioğlu, 2011: 80). Bu sebeple de dolaylı muhatapların, dili bilseler bile bağlamı bilmedikçe metni anlamaları güçleşmiştir. Anlamın güçleşmesine örnek veren Cündioğlu, sözgelimi onların Bedir Savaşı’yla ilgili tafsilatı bilmeksizin Enfal Sûresi’nin, İfk hâdisesinin tafsilatını bilmeksizin Nûr Sûresi’nin ilgili ayetlerini nasıl anlayacaklarını, bu ayetlerden nasıl hüküm istinbat edebileceklerini sormuş ve dolayısıyla onların bu tafsilatı öğrenmek ve böylelikle metinle aralarındaki mesafeyi kapatmak için sahabe-i kiram’a başvurmak durumunda kaldıklarını ifade etmiştir (Cündioğlu, 2011: 80). Cündioğlu’nun ifadesiyle metinle muhatap arasındaki tarihi mesafe kapatılmadığı sürece, dolaylı muhatabların ayetlerde bulunan hükümleri sahabe gibi kendi başlarına istinbata güç yetirebilmeleri, bağlamdan kopuk bir metinden hemen mana ve hüküm çıkarabilmeleri, daha da önemlisi Kur’an üzerinde uzun bir süre çalışmadıkça, karşılaştıkları meselelerin cevaplarını hemen Kur’an’dan bulabilmeleri kolay olmamaktadır. Bu nedenle onlar sahabe-i kirâmın âlimlerine bir meseleyi arz ettiklerinde, o sahabiler kendilerine ya hemen bir ayet okuyarak ya da ilgili ayetin, hakkında nazil olduğu hadiseyi aktarmak suretiyle cevap veriyorlar, soruyu soranlar da bu cevabı aldıklarında doğal olarak Kur’an’daki bu cevabı kendilerinin bulamamış olmalarına hayret etmektedirler.

Tâbiûn ve onların takipçileri, sözlü geleneğin kuralları içerisinde sahabeden aldıkları bilgileri, kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlar ve bilginin bu şekildeki aktarımı bir süre daha devam etmiştir. Ancak bir yandan da İslam coğrafyası genişlemiş, İslâm dinini seçen insanların sayısı artmış, farklı mezhep ve meşrepler vücud bulmaya başlamıştır. Kur’an’ın hitap ettiği kitle genişledikçe sözlü olarak

hakkında hüküm çıkarmak istinbatın esasını oluşturur. http://hadis.ihya.org/hadis- sozlugu/istinbat.html Erişim tarihi: 15.04.2013/11:57.

aktarım ve bilgilendirme de güçleşmiş ve bu işi yapan kimseler peyda olmaya başlamıştır. Cündioğlu’nun adı geçen eserinden Muhammed el-Hudarî’den aktardığı bilgiye göre, Muhammed el-Hudarî, küçük sahabeler teşrî faaliyetlerini, hicri 40 senesinden I. asrın sonuna kadar geçen 60 yıllık süre içerisinde ele alıp, bu müddet zarfında vukû bulan gelişmeleri aktarırken, mezkur dönemin altı özelliğiyle temayüz ettiğini söyler: 1) Bu dönemde Müslümanlar siyasi fırkalara bölündüler. 2) İslâm âlimleri çeşitli şehirlere dağıldılar. 3) Hadis rivayetleri çoğaldı. 4) Uydurma hadisler ortaya çıkmaya başladı. 5) Arap kavminden olmayan birçok İslam âlimi yetişti. 6) Ehl-i Hadis ile Ehl-i Rey arasında nizâ ve ihtilaf çıktı (Hudarî, 1987: 159-169 aktaran Cündioğlu, 2011: 80).

Hudarî’nin sıraladığı bütün bu menfi olaylar, gerçek ulemânın sorumluluğunu arttırmış, ilmin tespit ve tedvininde daha titiz davranmalarını gerektirmiştir; zira İslamiyet için Hz. Muhammed’in ve ashabının sîreti, sözleri ve amelleri, Kur’an ayetlerinin işaret ettiklerinin tayininde birer otorite değeri taşımaktadırlar. Bu sebeple bu kadar önemli bir işte bu sahada da istismarlarla karşılaşmak mümkün görünmektedir. Nitekim bu yüzden hadisler uydurulmuş, sahabelere söylemedikleri sözler, yapmadıkları işler nispet edilmiş, hatta Kur’an da yer almayan (uydurma) ayetler bile icad edilip kitaplarda nakledilir olmuş olabilir. Cündioğlu, Kur’an tefsirindeki otoritesi müsellem olan İbn Abbas’ın isminin çok fazla suistimal edildiğini rivayetlerin miktarının, kendisinden bir tek ayet, ya da sözcüğün yorumunda birbiriyle çelişir birkaç çeşidi nakledilecek dereceye vardığını nitekim bu nedenle henüz II. Asırda, İmam Şâfii (öl. 204/820), İbn Abbas’tan tefsire dair ancak “yüz kadar rivayetin” sahih olarak geldiğini söylemek zorunda kaldığını aktarmaktadır (Suyûtî, 1987: II/1233 aktaran Cündioğlu 2011, 81-82).

Bu suistimallerin miktarı çeşitli etkenlere bağlı olarak artmıştır. Hatta Kur’an-ı Kerîm’i anlama ve yorumlama sorunu o kadar ciddi boyutlara erişmişti ki, İslam dini mensuplarını sorularını soracak bir âlim bulmakta zorlanmaya başlamıştı. Cündioğlu, âlim ve ulema bulunamadığı bu dönemlerde Kur’an’da ehl-i kitab’la ilgili pasajları anlamakta yardımcı olacak bilgileri temin etmek maksadıyla çok erken dönemlerde cahil din mensubu olan Yahudilere ve Hıristiyanlara müracaat edildiğini ve tabiatıyla ehl-i kitab kültürünü bilmeyen bu insanların (Müslümanların) zihinlerini birçok abartılı ve uydurma hikâyeyle doldurduklarını belirtmektedir. Nitekim İbn Haldun da yazdıkları ile bu işaret etmektedir:

Mütekaddimûn bu konudaki [tefsirle ilgili] bilgileri toplayıp kaydettiler. Ancak onlara ait kitaplar ve nakiller, zayif ve sağlam, makbul ve merdud bilgiler ihtiva ediyorlardı. Bunun sebebi de şuydu: Araplar kitap ve ilmin ehli değillerdi, genellikle bedevî bir tabiata sahip olup ümmîydiler, okuma-yazma bilmezlerdi. Mükevvenâtın sebepleri, yaratılışın başlangıcı, varlığın sırları gibi konularda beşerî nefislerin öğrenmeyi istedikleri hususlarda bir şeyi bilmeyi arzu ettikleri zaman, gider onları kendilerinden önceki ehl-i kitab’a sorarlar ve onların bilgilerinden istifade ederlerdi. Bunlar ise, Ehl-i Tevrat olan Yahudiler ile [bu tür meselelerde] onların dinine tâbi olan Hıristiyanlar idi. O dönemde Araplar arasında yaşayan Ehl-i Tevrat, tıpkı Araplar gibi bedevîydiler ve bu tür meselelerde Ehl-i Kitab-ın avâmının bildiklerinden fazla bir şey bilmezlerdi ki zâten bunların büyük çoğunluğu da sonradan Yahudiliğe girmiş olan Himyerlilerdi. (…) Tefsir kitaplarına doldurulan bu menkulâtın aslı-daha öncede söylediğimiz gibi- bâdiyede meskûn olan ve yaptıkları nakillerin hakikatini bilmeyen Ehl-i Tevrat’a [Yahudilere] dayanmaktadır (İbn Haldun, 439-440 aktaran Cündioğlu, 2011: 82-83).

Bu kertede eski edebiyat külliyatı devreye girmektedir. Çünkü Kur’an-ı açıklamak için hiçbir muhatap bulamayan Müslümanlar Kur’an’ın açıklanmasında yan kaynaklardan sayılan edebiyata başvurmak zorunda kalmışlardır. Arap kültüründe edebiyatın özellikle yazısız dönemki şiirin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bu sebeple bazı olayların veya kelimelerin izahatında şiire başvurulmaktadır. Keza cahiliye şiiri, Kur’an’da geçen sözcük ve deyimlerin otantik anlamlarını tayin etmek ve birtakım gramatik sorunları çözüme kavuşturmak hususunda önemli bir imkân olduğu için, Arap dilinin kaidelerini ve sözcük hazinesini tespit etmek isteyenler, ister istemez cahiliye dönemi şairlerinin divanlarını bulmaya çalışmaktadırlar. Öyle ki bazı zamanlar bir bedevinin ağzından çıkan birkaç cümle bazı gramer ihtilaflarının halledilmesinde yardımcı olabilmekteydi. Böylelikle, “bir zamanların cahiliye dönemi Arapları” olarak nitelendirilen Araplar özellikle de bedeviler âlimlerin hocası haline gelmiş, ihtilafların halinde tartışılmaz otoriteler olarak uzun süre birer başvuru kaynağı olmuşlardı. Ne yazık ki, bu konuda da istismarlar olmuş, çıkar elde etmek isteyenler fikrî ve siyasî tartışmaların da etkisiyle hemen şiirler uydurup, divanlar yazmış ve bunları da kadim şairlere nispet etmişlerdir.

Bir süre sonra fitneler zuhur etmiş, mezheb ihtilafları çoğalmış, sosyal ve siyasî olaylar ilmî faaliyetleri de etkisi altına almıştır. Bu gelişmeler halkın, hatta bazı