• Sonuç bulunamadı

1.2. ĐKTĐDAR FELSEFESĐ BAKIMINDAN SÖYLEM ÇÖZÜMLEMESĐ

1.2.1. Söylem ve Söylem Çözümlemesi

çözümlemesine yönelik kavramlarından yönteminden yararlanarak benimsediğimiz iktidar felsefesi kurgusunun temel özellikleri doğrultusunda belirlemeye çalıştık.

1.2.1. 1.2.1. 1.2.1.

1.2.1. Söylem ve Söylem Çözümlemesi:Söylem ve Söylem Çözümlemesi:Söylem ve Söylem Çözümlemesi: Söylem ve Söylem Çözümlemesi:

Yirminci yüzyılın sonu itibariyle sosyal bilimlerin önemli dayanak noktalarından biri haline gelen söylem; daha çok rasyonalizmin, determinizmin, pozitivizmin ve empirizmin güdümündeki tek düze çözümlemelerin devrini kapatarak kendi çağını başlatmıştır. Böylelikle dil; toplumsal bağlamdaki çok boyutlu anlamsal ve işlevsel çıkarımlarla, toplumsal bağlamın tüm özelliklerini barındıran bir ağ özelliği kazanmıştır. Söylemin fiili hükümranlığı karşısındaki bireyler de, tâbiyet karşıtı mücadelelerini, iktidarın kendilerine sağladığı söylem alanı ve olanağı içerisinde sergileyebilmektedirler. Bu yönü ile başta felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dallarının da ilgisini çeken söylem çözümlemelerine yönelik bilimsel düzlemde önemli eleştiriler de yöneltilmiştir. Bu eleştirilerin en önemli odak noktası ise söylem çözümlemelerinin öznelliği doğrultusunda olmuştur.

Bilimsel düşüncenin Descartes, Bacon, Locke vd. ataları, bilimsel bilginin ve bilimin

söylemden bağımsız ve tarafsız, dolayısıyla objektif bilgi türü olduğunu düşünüyorlardı.

Onlara göre dil ve söylem, bilginin objektivitesini bozan, bilimsel hakikati tahrip eden

bir şeydi. Bir bilgi türünün bilimsel olabilmesi için, söylemin bilgiden çıkarılması

gerekiyordu. Çünkü dil ve söylem, bilgideki sübjektif unsurlardı. Yüzyılımızda, bilimi

entelektüel ilgi odağına çeken ve onu eleştiriye tabi tutan bilgi sosyolojisi, bilim

antropolojisi ve psikolojisi alanında yapılan çalışmalar, bilimsel bilgi dahil, dilden ve

söylemden bağımsız bilgi olamayacağını öne sürdüler

(Sözen 1999: 14-15)”.

Bu doğrultuda söylemin başta felsefe olmak üzere, ilgili sosyal bilimler ile olan eklemli yapısını, belirlemek gerekmektedir. Bu nedenle dili felsefeden, felsefeyi dilden ayrı addederek yapılan söylem çözümlemeleri bilimsel yönüyle eksik kalmak durumundadırlar. Bu eksikliğe yer verilmeyen çalışmalarda ise ilgili felsefi akımların hangisinin, hangi gerekçeyle benimsendiği belirtilmez ise bu defa felsefi karmaşaya dayalı olarak söylem çözümlemelerinin sonuçları belirsizlik ekseninde bulunacaklardır.

Dilbilim alt dalı niteliğindeki söylem çözümlemesi, yorum çalışmalarının dünyada yoğunluk kazandığı bir dönemde gerçekleşmiştir.

Söylem çalışmalarının ingilizcede ‘söylem çözülemesi’ başlığını taşıyan ilk çalışma

olarak Noam Chomsky’nin de hocası olan Zelling Harris’in Language dergisinde 1952

yılında yayımladığı makale ile başladığı kabul edilmektedir

(Kocaman 1996: 2)”.

Bu çalışmaların ardından Alman ve Fransız yorum ekollerinin6 çalışmalarından

da felsefî anlamda etkilenen söylem çalışmaları daha çok postyapısalcı yaklaşımın etkisinde kalmış ve yurt dıışındaki bu emekleme evresinden sonra ülkemizde de dilbilim

çalışmalarında yer edinmeye başlamıştır. “

Türkçe’de (…) söylem sözcüğünün bugünkü

anlamıyla ilk kez Berke Vardar ve arkadaşlarınca (1980) hazırlanan dilbilim sözlüğünde

kullanıldığı kabul edilmektedir

(Kocaman 1996: 6)”.

Çok boyutlu verilere dayalı disiplinlerarası çözümlemelere uç veren söylem çözümlemeleri kimi zaman kavram alanın yanlış algılanması sonucu bilişsel kaosun nesnesi olmak durumunda da kalmıştır. Terim anlamına ilişkin, söcüğün kökeni üzerine bilgiyi Betül Çotuksöken; “

Söylem terimi köken olarak Yunanca ‘logos’a, Latince

‘discursus’a dayanıyor

(Çotuksöken 2002: 168)”. ifadesiyle vermektedir7.

Bilimsel kaynaktan çıkıp günlük yaşamdaki uzlaşıdan uzak konumlandırımı sonucu ‘söylem’ üzerine birbiriyle çelişen farklı alımlamalar bulunmaktadır. Ancak bu karmaşanın salt ülkemizdeki çalışmalar ile sınırlı olmadığını belirtmeliyiz. Söylem çözümlemesi üzerine çalışmalarıyla öne çıkan dilbilimci Teun Van Dijk de bu doğrultuda düşünmekte ve bu karmaşanın nedenini şu şekilde ifade etmektedir:

Söylem her birinin sonsuz şekilde bağlanabildiği, kendi kategorileri ve unsurları olan

bir çok düzeyde yapıyı sunduğu için oldukça karmaşıktır

”(Çoban, Özarslan 2003: 55).

Bu gerekçe ile çalışmamıza öncelikle ‘söylem’in genelden özele, ilgili disiplinlerdeki temel sözlüklerde yer alan karşılıklarını vererek başlamayı uygun görüyoruz.

6 Burada özellikle Gadamer’in öncülüğündeki Hermeneutik ve Derrida’nın öncülüğündeki yapıbozum

çalışmaları vurgulanmaktadır.

7 Söylem sözcüğünün Latince kökeni olarak ifade edilen ‘discursus’ sözcüğü, Çotuksöken’in kendisinin

de göndermede bulunduğu kaynakta “Şuraya buraya koşup durma (Kabaağaç, Alova 1995: 180)”. anlamına karşılık olarak verildiği için tarafımızca bu köken kabul edilebilir görülmemektedir.

Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ünde söylem maddesinin karşılığında şu ifadeler sunulmuştur: “

1. Söyleyiş, söyleniş, sesletim, telaffuz. 2. Đfade, kalıplaşmış,

klişeleşmiş söz. 3. Bir veya birçok cümleden oluşan, başı ve sonu olan bildiri, tez

(T.D.K. 2005: 1802)”.

Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde ilgili maddenin karşılığı şu tümcelerle tanımlanmıştır: “

Dilin konuşma ortamında üretilen ve incelemeye alınan

bölümü. Bu anlamda tek bir sözcük, cümle söylem olabildiği gibi cümleler tutan

bölümde söylem olabilir

(Hengirmen 1999: 334)”.

Gramer Terimleri Sözlüğü’nde ve Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu’nda madde başı olarak yer verilmeyen söylem, Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde Berke Vardar şu ifadeleri kullanmıştır:

1. Söz; dilin sözlü ya da yazılı gerçekleşmesi, konuşan bireyin kullanımı. 2. Sözce, bir

ya da birçok tümceden oluşan, başı ve sonu olan bildiri. 3. Tümce sınırlarını aşan,

tümcelerin birbirine bağlanması açısından ele alınan sözce. Z. S. Hariis’in tümceleri de

öbür birimler gibi dağılımsal açıdan incelemeye başlamasıyla dilbilimin önüne yeni bir

alan (söylem çözümlemesi) açılmıştır. Böylece tümcelerin birbirine eklenme kuralları

araştırılmış, dağılımsal ölçütler dışında dönüşümsel ölçütler de incelemelere yön

vermiştir

(Vardar 1998: 188)”.

Çalışmamız içerisindeki işletimi gereği, söylem teriminin felsefe ve sosyoloji alanındaki tanımlamalarını da vermeyi gerekli görüyoruz. Sosyoloji Sözlüğü’nde tek başına değil de ‘söylem analizi’ ile birlikte yer alan ‘söylem’ in karşılığı ana hatlarıyla şu sözce ile tanımlanmıştır:

Dilin, yapısının, işlevlerinin ve kullanılma kalıplarının incelenmesi

(Marshall 2005:

692)”.

Belirtilen kaynakta, söylem çalışmaları, öncü dilbilimci Ferdinand De Saussure’ye dayandırılmmış ve söylem çözümlemelerinin Saussure’nin dil (langue) ve söz (parole) kavramlarından hareketle anlambilim (semantic) çalışmaları içerisinden doğmuş olduğu belirtilmiştir. Soylem teriminin anlam evreninin daha çok post yapısalcı akım içerisinde oluştuğunun belirtilmiş olduğu Sosyoloji Sözlüğü’nde söylem çalışmalarının günümüzdeki çalışmaları için şu ifadeler yer almaktadır:

Sonunda, bugün geniş bir desteğe sahip ideolojik alanla ilgili pozitif ve indirgemeci–

olmayan anlayışla uyum içinde bulunan, dilin kullanımını belirleyen ek yapılara (ve

aslında çok nadiren kabul edilse de, bu yapılar üzerindeki sosyolojik sınırlamalara)

ilişkin bir anlayış ortaya atan kişi Michel Foucault olmuştur. Foucault’un metodolojik

kitabı The Archeology of Knowledge’da (1969) ortaya koyduğu çerçeveye göre, bu ek

yapıları mümkün kılan, kendisinin ‘söylem oluşumları’ diye adlandırdığı, tarihsel

süreçle oluşturulmuş, esnek biçimde yapılandırılmış ilgiler, kavramlar, temalar ve ifade

türlerinin bileşimidir. Bu oluşumlar kendilerinin mümkün kıldığı söylemlerden çok

daha esnek bir yapıya sahip olmalarına rağmen, yananlamsal yapıların birbirlerinden

farklılaşmalarına, sözgelimi sosyolojinin ırkçılıktan ve hukuktan farklılaşmasına olanak

tanıyacak kadar belirleyicidirler.

Bu oluşumlara yapılandırıcı niteliği kazandıran şey, onları mümkün kılmış ve

hâlâ mümkün kılmakta olan özgül koşullardır. (…)

Foucault, bu şekilde üretilmiş olan söylemlerin langue’a anlam kattığını

göstermek için, onların artık ürünlerini bir cümle olarak değil bir ‘ifade’ olarak tanımlar.

Daha sonra da onu bir dizi göstergeler olarak tanımlar: buna göre ilk olarak, ilgili

söylem oluşumunun ortaya çıkarttığı özel bir özne konumunun bulunduğunu varsayar,

ikincisi söz konusu ifadeyi oluşturan gösterenler kümesine belli bir dinamik yükler ve

son olarak da başka ifadelerden dikkat çekici derecede farklı olması nedeniyle bunun

kesin bir materyalizme sahip olduğu varsayılır. Demek ki bir söylem, ‘aynı söylem

oluşumuyla mümkün kılındığı ölçüde bir ifadeler grubu’dur. (…)

(Marshall 2005: 692-

693)”.

Son olarak Felsefe Sözlüğü’nde ‘söylem analizi’ maddesinin de gönderildiği söylem maddesi içerisinde, yüzeysel olarak söylem çözümlemesi ile eleştirel söylem çözümlemesi arasındaki ayrım da belirtilmiştir. Đlgili kaynakta söylem maddesinin karşılığında şu ifadeler bulunmaktadır:

1

Genel olarak, dilin sözel ya da yazılı bir biçimde aktüelleşmesi süreci; yazılı ya da

sözlü olan, bir iletişime ya da diyaloga davet eden her şey. 2 Bir etkinlik alanına, bir

faaliyet türü veya disipline özgü kavramsallaştırmalar bütünü veya ağı; birtakım ortak

kabullerle desteklenen veya bütünlenen ürünler toplamı. 3 Özel olarak da, algılama tarz

ya da şemalarını, dil ve bilgi pratiğini yöneten, kontrolü altında tutan, kültürel kod,

derin yapı; dilin düşünceyi, bilgiyi ve entelektüel faaliyeti örgütleyen düzenleyen

ardalanı, ek dilsel yapılar bütününden meydana gelen ideolojik boyutu. Bu bağlamda,

yukarıda sözü edilen 1. ve 2. anlamı içinde söyleme ilişkin incelemeye, dile, dilin

yapısına, onun aktüelleşmiş veya kullanım düzeyinde ortaya çıkan işlevleriyle temel

modellerine dair analize; dilin kullanımına ilişkin, geleneksel dilbilimin veya atomistik

cümle üzerinde odaklaşan üslûp araştırmasının tam karşıtı olan araştırmaya söylem

analizi adı verilirken, 3. anlamıyla söylemi konu alan, dilin toplumsal ve ideolojik

boyutunu ortaya çıkaran analiz eleştirel söylem çözümlemesi olarak nitelenir. Söylemle

ilgili analizin geçmişi Aristoteles’e kadar geri gitmekle birlikte, söylem çözümlemesi

esas Ferdinand de Saussure’le, ama daha ziyade Saussure sonrası araştırmacılarla ve

özellikle de Roland Barthes ve Michel Foucault’yla gelişmiştir

(Cevizci A. 2005:

Felsefe Sözlüğü’nde ayrıca, Foucault’un söylemi toplumsal ilişkiler ağından ayrı tutmayışı özellikle vurgulanarak açıklanmıştır. Böylelikle kültürün iktidar ilişkilerindan bağımsız olamayacağı görüşü de belirtilmmiştir.

Omurgası dilbilim, edebiyat, dinbilim, toplumbilim, düşünbilim benzeri bilim dallarına dayanmış olsa da ortak niteliği olan yorumlama edimi sonucu kimi yorumlayıcı çalışmalarda, söylem teriminin sözel ya da yazılı alandaki kaplamına yönelik de bir düşünsel karmaşa bulunmaktadır. Oysa dilbilim içerisinde söylem terimi, bu karmaşayı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır. Yazılı ifadeleri karşılayan metin adlandırımı karşısında söylemim kaplamı, sadece sözlü ifadeleri değil yazılı ifadeleri de içermektedir. Söylem terimi ile metin arasındaki önemli ayrımlardan birisi de söylemin toplumsal bağlam ile olan ilişkisidir. Bu ayrım için Ahmet Kocaman, şu saptamada bulunmuştur:

Kimi

yaklaşımlarda bağlamın içine aldığı bir öğe olan metin, anlamları gerek sözlü

gerek yazılı biçimde dilbilgisi yapılarıyla sunan öğedir. Söylem ise metin ve bağlam

arasındaki ilişkilerle anlam kazanan, dolayısıyla her iki öğeyi de içine alan bir

kavramdır

(Kocaman 2003: 46)”.

Böylelikle ister yazılı ister sözlü olsun dil birliklerinin tamamının bağlamı ile birlikte söylem kavramı ile nitelenebileceğini belirtebiliriz. Bu konumlamanın bir adım ilerisinde söylem çözümlemelerini de bir anlama ya da anlamlandırma edimi olarak değerlendirmemek gerekir. Bu konuda, metni anlamanın söylemi ortayya çıkarmaktan çok metni söylem olarak algılayıp, yorumlama edimi olduğunu belirten Edibe Sözen; açığa çıkarılışı, bağlamı, anlamlandırılışı bakımından söylem için şu yargıları savunmaktadır:

söylem terimi, bireysel bir faaliyet veya durumsal değişkenlerin bir yansımasından

ziyade, dilin bir sosyal pratik olarak kullanılmasını tanımlar. Bu çeşitli imalara sahiptir:

Birincisi dil felsefesi ve linguistik pragmatikte olduğu gibi, söylem bir eylem modudur.

Đkincisi, söylem ve sosyal yapı arasında diyalektik bir ilişki vardır: Söylemler sosyal

inşa edicidirler. Söylem dünyayı temsil eden bir pratik değil, dünyaya işaret

eden/dünyayı gösteren bir pratiktir

(Sözen 1999: 40)”.

Ancak işaret edilen birimin işaret edeni biçimlendirme gücü de gözardı edilmemelidir. Nitekim işaret eden ile edilen birbirini etkilemekte hatta

sınırlandırmakta, biçimlendirmektedir. Söylem çalışmaları içerisinde; bu etkileşime ya da yönetişime dikkat çekerek söylem çözümlemelerinin bu kurgu üzerine odaklanmasının ve söylemi çözümlerken bu kurgunun çözümlenmesinin amaç edinilmesinin gerekliliğini savunan bilimsel yaklaşımı eleştirel söylem çözümlemesi olarak tanımlamaktayız.

Çalışmalarını daha çok söylemin temel birimlerini belirlemeye odaklayan Erving Goffman da bireyin dilinden hareketle, ne bireysel özellikleri ne de bireyin parçası olduğu toplumun özelliklerini araştırmıştır. Goffman, dil aracılığıyla, toplumun özelliklerini de belirleyen toplumsal kuralları ve bu kuralların işleyişini belirlemeye çalışmıştır8. Söylem çözümlemelerindeki öncü yaklaşımlarıyla tanınan Fairloug da söylem çözümlemesi aracılığıyla toplumsal kurallara odaklanır ve dil ile toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi ön plana çıkarır. Bu konuyu Büyükantarcıoğlu ele alarak, görüşlerini şu ifadelerle belirtmiştir:

1990’ların başında Kress, van Dijk, Fairclough, van Leeuwen ve Wodak’ın da içinde

bulundukları eleştirel dilbilimcilerden oluşan bir grubun Amsterdam Üniversitesi’nde

toplanarak yaptıkları çalışmalar sonucunda söylemde toplumsal olguları ve ideolojiyi

ortaya çıkarmaya yönelik bir çerçevenin temel ilkeleri belirlenmiştir. Bu yöntem, özel

olarak, eleştirel söylem çözümlemesi olarak adlandırılmıştır. (…) Hiç kuşkusuz, dil ve

toplumsal süreçler ilişkisi, dilbilimcilerden çok daha önce Pêcheux, Bakhtin,

Voloshinov, Vygotsky, Foucault gibi kuramcılar tarafından ele alınmıştı. Dilbilimcilerin

bu alana en önemli katkısı, dile yönelik bilgilerine, dilbilimsel kuram ve yöntemlere

dayanarak söylem çözümlemesi çerçevesinde özgün bir araştırma bakış açısı geliştirmiş

olmaları; çağımızdaki toplumsal ve politik olguları dilbilim açısından mercek altına

almalarıdır

(Büyükkantarcıoğlu 2006: 122)”.

Başta Levi Strauss, Roland Barthes ve Ferdinand de Saussure olmak üzere öncelikle yapısalcılar tarafından sadece konuşma bağlamı olarak ele alınan söylem kavramı ve terimi, Jacques Lacan ile bir geçiş dönemi yaşadıktan sonra, bizim de çözümlemelerimizde yararlandığımız tarihsel ve toplumsal bağlamda değerlendirilen postyapısalcığın unsurlarından biri haline gelmiştir. Çalışmamızda söylem kavramını; genelde eleştirel söylem çözümlemelerinin de teorik dayanaklarından olan postyapısal yaklaşımlara, özelde ise postyapısalcılığın önemli isimlerinden, söylem çalışmalarının da gelişiminde belirleyici niteliğe sahip olan Micehel Foucault’un görüşlerine

8

dayandırmaktayız. “

Söylem yazılı metinlerin incelenmesi şeklinde, çoğunlukla

Postyapısalcı ve Foucaultcu söylem açıklamalarından etkilenildiği ölçüde güç ilişkileri

üzerinde durur

(Sözen 1999: 90)”.

Hermeneutik söylem çözümlemelerinde olduğu gibi postyapısalcı söylem çözümlemelerinde de tam uzlaşıya dayalı bir bütünlük görememekteyiz. Dünyadaki söylem çalışmalarında; Jacques Derrida’nın öncülüğündeki postyapısalcı söylem çalışmalarının yerini, tarihsel süreç içerisinde gün geçtikçe etkinliğini arttıran Michel Foucault’un da postyapısalcı söylem kurgusunu işlettiğini belirtebiliriz.

Söylem sözcüğünün bugünkü yüklemeleri genelde postmodern düşünürlerin özellikle

de Michel Foucault’un tanımlaması ve kullanımıyla yeni bir boyut kazanmıştır. (…)

Foucault’tan önce söylem sözcüğünü modernist anlamda kullanan belli başlı yazın

eleştirmenleri arasında Mikahail Bakhtin ile Roman Jacobson’u görürüz. (…) Roman

Jacobson söylem sözcüğünü, iletişim olgusunu parçası olarak gördüğü tüm anlatım ya

da aktarım dizgelerini kapsayıcı bir kavram içinde kullanır. (…) Jacobson böylece

söylemi iletişime özgü tüm anlatım dillerini kapsayabilen, dahası bunların dışında kalan

olguları da içerebilen bir düşünce aktarım biçimi olarak ele alır. Bu tanımıyla söylem

Mikhail Bakhtin’in yazısında da görüldüğü gibi en genel anlamıyla heterojen bir dil

olarak ele alınır ve tarihsel ve sosyo-kültürel sorunlardan bağımsız bir biçimde

incelenir. Bugün Batı düşüncesinde söylem sözcüğünü Foucault’nun getirdiği

yüklemelerden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir

(Kocaman 2003: 48-49)”.

Böylelikle, tezimizde benimseyerek uyguladığımız söylem çözümlemelerinde, Michel Foucault’un görüşlerinin ana yöntemsel iskeleti oluşturmalarının da gerekçesini belirtmiş olduk.

Dilin edimsel birimlerini söylem çözümlemelerinde değerlendirirken susma ediminin söylem dışı tutulmaması gerekmektedir. Susma, kimi zaman konuşmadan ya da yazmadan daha işlevsel bir söylem birim niteliğinde ele alınmalıdır. John R. Searle’nin kavramlaştırmasıyla “mevcut durum”ların (default position) dışındaki olguların varlığına gönderme yapılmış olsa da söylem çözümlemelerinde kanıksanmış düzenin “mevcut durum”un etkinliği toplumsal alımlamadaki belirleyici etkendir. Bu noktada ses ve yazı benzeri yollarla açığa çıkan ya da böylesine belirgin bir şekilde kendisini ifşa etmeyen söylemin saptanmasında, bağlamın önemi ortaya çıkmaktadır.

“Söylemin hayatı, birbirini tamamlayan iki şekilde, söylemsel olmayan ile yakalanıyor.

(…) Söylemsel olmayan üzerinde düşünmek ve bunu anlamak söylemsel olanın

aracılığıyla gerçekleşiyor. Đkincisi söylemsel formasyonlar bir ölçüde özerk olsalar da

tarihsel olarak bağımsız değildirler. Söylemsel olmayanı spesifik söylemlerin nedenleri

olarak görmek ne kadar yanlışsa, bunun spesifik söylemlerin doğuş ve işleyiş

koşullarıyla ilintili olduğunu görmemek de aynı derecede yanlış olacaktır.

(Bernauer

2005: 200-201)”.

Belirtilen bağlamda tarihsel özellikler ön plana çıkmaktadır. Bu özelliklere ulaşılmasına olanak sağlayan Gencine-i Adalet gibi tarihsel metinler Michel Foucault’un kavramsallaştırmasıyla “arşiv” olarak adlandırılmaktadır. Arşivlere yönelik söylem çalışmalarını da Nietzsche’nin ‘soybilim’ (généalogie) kavramsallaştırımından etkilenerek “arkeoloji” olarak adlandıran Foucault için arkeolojik söylem çözümlemeleri iktidarın çözümlenebilmesi için büyük önem taşımaktadır. Foucault’a göre söylem çalışmaları; büyük bir sabır gerektiren tozlu raflarda kalmış arşivlere, mimari tasarımlara, yönetimle ilgili belgelere vb. yönelik de gerçekleştirilebilmelidir.

Foucault, ne biçimleştirme ne de metin yorumlama olduğunu, yaptığı şeyin arkeoloji

olduğunu söyler: Arkeoloji, arşivin tanımlanmasına delalet eder. ‘Bu kelimeyle belli bir

dönemde toplanan metin yığınlarını kastetmiyorum. Arkeoloji ile kastettiğim, belli bir

dönemde bir toplumun tanımını veren kurallar bütünü’dür. Bizzat kendisi tarafından

sunulan arkeoloji, aslında söylemin tarihidir, yazımıdır; yani düşünce tarihinin

(Sözen

1999: 67)”.

Foucault’un yenilikçi terminolojisi sonucu söylem çalışmalarında işletilen ‘arşiv’ ve ‘arkeoloji’ kavramsallaştırmalarının birbirleri ile olan ilişkisini belirginleştirebilmek adına, ilgili terimleri Ferda Keskin, ana hatlarıyla şu ifadelerle

konumlandırmaktadır: “

Kabaca bir tarifle arkeolojik analizin amacının bilgiyi mümkün

kılan tarihsel koşulları ve bu koşulların belirlediği epistemik mekânı ortaya çıkarmak

olduğunu söyleyebiliriz

(Keskin 1999: 18)”.

Arşivlere dayalı arkeolojik çözümlemelerin sınırlarını ve ilişkilendirilme düzeylerini belirledikten sonra, söylem çözümlemelerinde ve söylem çözümlemesinin alt disiplini olan eleştirel söylem çözümlemelerinde önemli bir birimin daha kavramsal sınırlarının konumlanması gerekmektedir. Öncelikle metin dilbilimin temel birimlerinden olan, ardından söylem çözümlemesinde aynı önemini koruyan ‘sözce’ teriminin işlevselliği ana inceleme alanı niteliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Sözce teriminin karşılığı Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde şu şekilde verilmiştir:

Bir konuşucunun ürettiği, iki susku arasında yer alan söz zinciri parçası; sözceleme

sözceyse bu türlü bir işlemden önce belirlenen bir bütündür. Üretici dilbilgisi sözceyi,

bir edim olgusu biçiminde yorumlayarak edinç olgusu saydığı tümceye karşıt bir

kavram olarak ele alır; kimi dilbilimcilerse sözceyi tümce ya da birbirini izleyen

tümceler bütünü olarak görür

(Vardar 1998: 189)”.

Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde ise madde başı olarak sözce, şu ifadeler ile tanımlanmıştır: “

Dilin, konuşmada söze başlama ile suskunluk arasında

kalan bölümü. Buna göre tek bir sözcük de sözce olabildiği gibi cümleler tutan bir sözce

de olabilir

(Hengirmen 1999: 336)”.

Çalışmamızda, ana hatlarıyla; söylemin içerisindeki işlevsel birimlerden her birini sözce olarak değerlendirdiğimizi belirtebiliriz. Bu aşamada söylem çözümlemesinin, tezimizde de kullandığımız, Foucault kökenli kazanımı olan sözce teriminin özgün kavram alanına ilişkin özelliklerini de belirtmeliyiz.

“Foucault’ya göre, göstergelerin sözceye dönüştüğü bu belirtik söylem düzleminin

tanımlanmasında kullanılabilecek dört ölçüt mevcuttur. Bu ölçütler ayrık ama

birbirleriyle yakından ilişkili ölçütlerdir ve Foucault’nun daha önceki araştırmalarının

sonuçlarıdır. Birincisi sözce ile sözcede ifade edilen şey arasındaki arzulanan ilişkidir.

Deliliğe ilişkin iddiaları incelemek için öğrendiği yaklaşımı yansıtan bir biçimde, bir

sözcenin ‘göndergesel’i (référential) daimi bir nesneyle ilişki içinde değil, betimlenen

fenomenin tanımını ve çerçevesini açıklayan koşullar ve varoluşsal kurallar içinde