• Sonuç bulunamadı

Ravi'nin meşhur yani herkesçe tanınmış olması,

ÜNİTE V Hz. Ammar îbni Yâsir (R.Anh)

FIKHU’S-SAHABE (2) Sahabenin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü

8- Ravi'nin meşhur yani herkesçe tanınmış olması,

9- Ravi'nin rivayet yaptığı kimseyle karşılaşmış, görüşmüş olması. Sahâbe'nin ıstılah manası: Hz. Peygamber (sav) devrini idrak etmiş, mü'min olarak Hz. Peygamber (sav)'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş ve yine mü'min olarak ölmüş olan kimselere sahabe denir.

"Sahabenin hepsi adalet vasfı ile muttasıftır" Ehl-i sünnetin, ashabın fazileti ve adaleti hakkında dayandıkları icmâ' delili: Nevevî, Îbnu's-Salâh ve İbn-i Abdi'l-Berr'in nakline göre, bid'at sahibi bazı kim­selerden başka bütün islâm bilginleri, ashabın udûl olduklarında ittifak halindedirler. Bir sahabeye müslümanlar arasında, Hz. Peygamber (sav)'i görmüş olmaktan ileri gelen müstesna bir makam ve şeref tanınmış olmaktadır.

Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'e mensub olan bütün mü'minîer sahâbe'nin hâiz olduğu bu yüce makamda müttefiktirler. Kıyamete kadar gelecek bütün mü'min nesillerden hiçbiri, hiçbir ferd Ashâb'a mensup hiçbir kimseye karşı fazilet noktasında üstünlük iddia etmez. Onların efdaliyeti biz­zat Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (sav) tarafından ifâde edilmiştir.

Ehl-i Sünnet, Ashâb-ı Kiram'ı bir bütün kabul etmekte de müttefiktir. Hususî, ferdî fezâilde aralarında dereceleme yaparsa da sahâbelik faziletinde hepsini bir görür

Ashâb'i bir bütün olarak sevmek, hepsine ayırım yapmadan güvenmek Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlüllah (sav)'ın emirleri gereğidir. Buna bir bakı­ma sahabenin adaleti denir. Yeri gelmişken şunu beyan etmekte fayda vardır: Dinen Ashâb-ı Kiram'a güvenmeyenlere güvenilmez. Ashâb-ı Kiram'ı önemsemeyip küçümseyen, onları hor ve hakir görenlerin hiçbir haberlerine güvenilmez. Sahabeler, Peygamberlerden sonra dünyanın en adil insanlarıdır. Onlara güvenmeyenlerin dine güvenleri kalmamış demektir. Dine güveni kalmayana da güvenilmez.

Ashâb-I Kiram Allah'ın Yeryüzündeki Şahidleridir

Ashâb-ı Kiram, yeryüzünü aydınlatan hidayet yıldızlarından meydana gelmiş nurlu topluluğun adıdır. Sahabe, Allahû Teâla tarafından seçilip gönderilen hatemü'l enbiya Hz. Muhammed (sav)'in eliyle vahyide şah­siyet bulan kimsedir. Sahabe olmanın ve de o duruş üzere kalmanın

"nasılhği" ulema indinde farklı mütalalara neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasûlü'nü (sav) müslüman olarak bir defa gören kişi sahabe­dir. Fakat O'nu (sav) mü'min olarak görenin iman üzere ölmesi şarttır. [28]

Sahabe olma şerefine nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müs­lüman olan fakat yeni halinde Allah Rasûlü'nü (sav) göremeden ölenler

tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden Kurre b. Meysere, Eş'as b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu Hanife ve Şafı'ye göre sahabe kabul edilmezler. [29]

İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma payesini de aiır-götürür. [30]

Rasûlüllah (sav)'i görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: içişi bizatihi O'nu (sav) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat O'na (sav) bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak bakışları O'na (sav) alıyor. [31]

Eğer bütün bu bakışların öncesinde iman varsa "gören" kişi sahabe kabul edilir. Rasûlüllah (sav)'i görmek, uO'na (sav) mülaki olmak" anlamında değerlendirilmelidir. Zira îbn Ümmi Mektum gibi Efendimiz'i (sav) dünya gözü ile göremeyenler de tereddütsüz sahabedir. [32]

Sağım solunu birbirinden ayırabilen veya "sözü anlayıp karşılık vere­bilecek" derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabedir. [33]

Ebu Zueyb El-Hüzeli gibi O'nu (sav) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme bahtiyarlığına eremediklerinden sahabe kabul edilmezler. [34]

Sahabenin cerh edilmesi, İslâmi literatürde tashihi gayri kabil öylesine büyük gedikler açacaktır ki, sağlam senetlerle rivayet edilen bir çok hadis reddedilecek, onlar üzerine bina edilen Fıkıh, Kelam gibi İslâmi disiplin­ler arşive kaldırılacaktır. Cemel, Sıffın gibi hâdiseler içerisinde yer almış ya da uzlete çekilmiş olsun Ashabın tamamı adildir. Bu hususta icma var­dır. [35]

Ümmetin muhaddisinden müfessirine, mütekel-limininden fukahasma bütün alimlerin adil olduklarına icma ettikleri ashap hakkında Harici, Rafızi, Mu'tezili kimliğe sahip fırka mensu­plarının cerh edici ifadeler kullanmaları ilmi olmaktan fevkalede uzaktır.

Şayet Kur'an ve Sünnet'in sahabenin adaletine dair kat'i beyanları olmamış olsaydı yine de onları ta'dii etmek gerekirdi. Çünkü hicretleri, cihadları, Allah yolunda mal ve canlarını feda etmeleri, kalplerindeki itminanın muazzam derinliği, adaletlerinin kemaline işaret etmektedir. Allah sahabeden;

sahabe de Allah'tan razı olmuş, İlahi rızaya muhatap olmaları doğruluklarına, doğrulukları da sünneti olduğu gibi rivayet ettik­lerine tanıklık etmekte. Hâdise bu iken insanlardan ashabı ta'dii etmeleri­ni talep etmek fuzuli bir ameliye olur. Zira Allah ve Rasülü'nün (sav) tezkiyesinden sonra söylenecek her söz zaittir. Ulema cephesinden gelen mütaalalar ise nakledilenleri beşer idrakiyle teyitten ibarettir.

Allahû Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasûllerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allah'ı tek mabud olarak tanıdılar.

Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyet-leriyle O'na yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi .onlar da Allah'ı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve mer­hametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı. [36]

Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakk'm seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kur'ani bakışa itiraz vardır. "(Rasülüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. [37]

Onlar bütün mevcudiyet-leriyle Rasûlüllah (sav)'e uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında O'na (sav) bey'at ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasûlüllah'a ittiba etmelerinin karşılığında Allahû Teâla'mn sevgisiyle mükâfatlandırıldılar. Madem mü'min Allah'ın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmek­le memurdur peki niçin ashaba ta'n edilir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor ki; "İmanın alemeti Ensar'ı sevmek; nifakın ki ise O'na buğz etmektir.[38]

Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[39]

Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmak­tadır. Kur'an ayetlerinden ve Rasûlüllah diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları ta'dii etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu nokta­da yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibaret­tir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihad, İslâm'ın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.

Hz. Peygamber'in ashâb-ı kiram ile ilgili olarak ümmetine yaptığı çağrı ve uyarıları arasında, onlara kötü söz söylememek, sövmemek ve onları yermemek ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'e ilk iman eden sekiz kişiden biri olan ve daha hay­atta iken cennetle müjdelenmiş on büyük sahabe aşere-i mübeşşere içinde yer alan Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh (ö. 32/652) ile hicri sekizinci yılın başlarında müslüman olan Halid b. Velid radıyallahu anh (ö. 21/642) arasındaki bir meseleden dolayı Halid b.Velid, Abdurrahman b. Avf'a kötü sözler söylemişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Ashabımdan kimseye sövmeyin. Zira sizden herhangi biriniz Uhııd dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir öiçeklik (müdd) hatta yarım öiçeklik sadakasına ulaşamaz [40]

buyurmuş, Hâlidb. Velid'in şah­sında tüm müslumanları bu konuda ciddî şekilde uyarmıştır. Bu hadisten anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'in yakın çevresini oluşturan kıdemli sahabelere, ilklere, lâyık olmadıkları tarzda söz söyleyen öteki sahâbîler, sahâbî olmayan kimseler yerine konulmakta ve "ashabıma sövmeyin"(lâ tesübbû) nehyine/yasağına muhatap kılınmaktadırlar. [41]

Hatta bu olay ve beyân-ı peygamberi delil kabul edilerek Tâbiûn kelime ve neslinin, Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olanları kapsadığı bile ileri sürülmüştür [42]

Hadisin söyleniş sebebinden [43]

geç dönemde müslüman olanların -sahabe olmakla beraber "benim ashâbım"(ashâbe) iltifatının özel anlamı/çerçevesi içinde sayamadıkları gibi bir izlenim edinmek de mümkün gözükmektedir.

Öte yandan "..Elbette içinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildirler. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir [44]

âyeti, esasen Mekke Fethi'nden önce ve sonra yapılan iyi­liklerin ve cihadın aynı olmadığını, Öncekilerin fazilet ve sevaplarının, sonrakilerden üstün ve büyük olduğunu belgelemektedir. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber:

"Kim benim ashabımdan birine söverse, Allah'ın laneti onun üze­rine olsun" [45]

diye ciddî bir tehdidde bulun­muştur. Bu rivayet "rahmet Peygamberinin konuya ne kadar önem verdiğini, ve sahabeden olduğu sabit ve meşhur olan herhangi bir sahâbîye ileri-geri söz etmenin ve sövmenin kişiyi, Allah'ın rahmetinden uzaklaştıracak, lanete uğratacak vahim bir hata ve ağır bir suç (haram) olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim İslâm bilginleri, sahabeden herhangi birine sövmenin fâsıklık ve büyük günahlardan olduğu, onlara sövmeyi helal sayarak

sövmenin ise, küfür sayıldığı 'konusunda görüş birliği içindedirler.

Hz. Peygamber'den sonraki dönemde sahâbiler arasında görülen ihtilaşarm ve bazı acı olayların ictihad kökenli olduğu, isabet edenin on, hata edenin ise bir sevap aldığı düşünülüp hepsi hakkında hüsn-i zanda bulun­mak, hem terdin hem de ümmetin iyiliğine/maslahatına daha uygun bir tavırdır. Söz konusu olaylar dolayısıyla sahabelere hakarete varan sözler söylemek ve sövmek/küfretmek gibi hatalara asla düşüimemelidir.

Sahabelerin hayırlılığı hadis-i şerifte "Sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçektik hatta yarım Öiçeklik sadakasına ulaşamaz" diye bir de örnek verilerek vurgulan­mıştır. Bir başka rivayette Hz. Peygamber yemin ederek "Sizden biri Uhud dağı kadar altın infak etse bile, onların bir müdd/ölçek veya yarım müdd/ölçek sadakasının sevabına yetişemez [46]

buyur­maktadır. Daha başka bir rivayette de kendisine yöneltilen "Biz mi yoksa bizden sonrakiler mi daha hayırlıdır?" sorusuna cevaben Hz. Peygamber; "Onlardan biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, siz sahabelerin bir öiçeklik hatta yarım öiçeklik sadakasının sevabına ulaşamaz [47]

diye durumu açıklamıştır.

Her işin ve amelin kıymetli, çok kıymetli ve en kıymetli olduğu zamanlar vardır. Yine küçük bir iyîiğin çok büyük kabul edildiği, büyük bir iyliğin sıradan sayılabildiği durum ve zamanlar olabilir. Bu, o döne­min şartlarına bağlı olduğu kadar, o işi ya da ameli/iyiliği yapanın duru­muyla da yakından ilgilidir.

Sahabeler, özellikle de ilk müslüman olan sahâbiler "es-sâbikûn el-evvelûn [48]

gerek kişisel durumları gerekse içinde bulun­dukları dönemin şartlan bakımından fevkalâde nâzik ve anlamlı bir kon­umdaydılar. Bu sebeple onların Allah yolunda verdikleri bir ya da yarım öiçeklik bir sadakanınn değeri, daha sonraki gelişmiş ve yerleşmiş şart-lardakilerin verecekleri Uhud dağı büyüklüğündeki sadakalardan çok daha kıymetli idi.

İşte böylesine nâzik ve zor durum, sahâbilerin öteki m üsl umanlardan farklı ve üstün olmalarında ağırlıklı bir ortam olarak dikkat çekmektedir.

Onlar da bu durumu, gerçekten gıbta edilecek biçimde özverili ve samîmi davranışlarla değerlendirmişlerdir. Aslında 'Hz. Peygamber'in "sizden biriniz.." sözlerinin ilk muhatabları da hiç kuşkusuz sahabelerdir.

Böyle olunca hadîs-i şerifteki "bir veya yarım ölçeklik sadakalarının sevabına ulaşılamayan sahabeler", daha özel manada ve daha dar çerçevedeki sahabeler olduğu anlaşılmaktadır. Ya da "sizden biriniz.." ifadesinden maksat, ikinci rivayette [49]

açıkça görüldüğü gibi "onlardan biri" yani sahabelerden sonraki (sahabe olmayan) müslümanlardır.

Sahabelerin konumuna ulaşılamayacağı, manevi değil, maddî bir örnek (sadaka) üzerinden anlatılmış olması da dikkat çekmektedir. Belki bu açıdan, gelişmiş imkânlara sahip olan sonraki müslümanların, en azın­dan görüntüde, yani miktar olarak sahabelere ulaşabilecekleri hatta onları geçebilecekleri akla gelebilir. Ama önemli olanın görüntü değil, sonuç/sevap yönü olduğu, bu noktalardan sahabelere ulaşılamayacağı, Uhud dağı örneği verilmek suretiyle kesin bir şekilde gösterilmiş olmaktadır. Bu da Allah onlardan razı olsun ashâb-ı kirâm'ın diğer müslüman nesillerden asıl farkını oluşturmaktadır.

Erkeği olsun kadını olsun sahabenin her biri, İslâm'ı ciddiye almanın örneğidir. Sahabe daha sahabe döneminde iken ihtiyaç haline gelmiştir.

Bakınız İmam Buharı (Rh.a.) naklettiğine göre; bir gün Hz. Ömer (R.a.), dostlarına; "Haydi herkes bir şey dilesin" demiş. Mecliste bulunanlardan kimi "Ben şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayim isterim", kimi; "Şu oda dolusu altının olsun da Allah yolunda harcayım"

demiş. Kimileri de aynı gerekçe ile daha başka maddî değerlerinin olmasını istemiş. Hz. Ömer (R.a.) "Başka ne istersiniz?" diye sormuş. Onlar da;

"Biz başka bir şey istemeyiz" diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) şöyle demiştir:

"Ben, Ebû Ubeyde b. el- Cerrah, Muâz b. Cebel ve Huzeyfe b. el-Yeman gibi şu oda dolusu insan isterim ki onları, insanların Allah'a itaati öğrenmeleri yolunda görevlendireyim.[50]

Sahabe kıvamında yetişmiş eleman ihtiyacı her dönem ve devrede bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla İslamî hizmetlerde sahabe mesleğini esas alanların .sahâbe-i kirâm'ı kendilerine model edinmiş kadroları yetiştirmeleri ve böyle yetişmiş kadroları Önemsemeleri azad kabul etmez bir görev­lerindendir.

O halde "ulaşılamayan üzüme koruk demek" kıskançlığı, aceleciliği ve çaresizliği içinde, İslâm nesillerinin ilki ve İslâm tarihinin ilk inşacıları hakkında, ağzını tutmak, onlar aleyhinde ileri-geri söz söylememek, hele hele kasdî bir şekilde onları kötülemeye kalkışmamak, sonraki müslüman nesillerin olgunluk derecelerinin, ümmet ve din bilinçlerinin ve Peygamber saygılarının önemli bir göstergesi durumundadır..

Her müslüman için Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in tavsiyelerine gücü ölçüsünde uymak nasıl temel bir görev ise, koyduğu yasaklara mutlak anlamda tâbi olmak da aynı şekilde vazgeçilmez bir vazifedir. Özelde sahâbe-i kiramın kıvam ve konumunu, genelde mü'min-lerin durumunu belirleyen hadislerden biri de sahâbîlerin "yeryüzünde Allah'ın şahitleri" olduğunu bildiren rivayettir. Konuya dair rivayetlerin hemen hemen hepsi [51]

bazı anlatım farklılıkları olmakla birlikte- özde birleşmekte ve "Siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz" vurgusuyla ve hatta bu İfadenin üç kez tekrar edilmesiyle sona ermektedir. Bu hadis-i şerifin sebeb-i vürû-du hakkında Enes b. Malik (R.a.) şunları anlatmaktadır:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken onların yanından bir cenaze geçti. Orada bulunan ashâb-ı kiramdan bazıları o cenazeyi hayırla andılar. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

Kesinleşti" buyurdu.

Sonra bir cenaze daha geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andüar. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yine:

Kesinleşti" buyurdu.

Bunun üzerine Ömer İbnu'l-Hattâb radıyallahu anh:

Ne kesinleşti ya Resûlallah? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm da şöyle buyurdu:

Şu önce geçen cenazeyi hayırla andınız; bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Bu berikini kötülükle andınız; onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz, yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz."

Olayın Tekrarı:

Bazı rivayetlerde olayın, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde bir kez daha tekrar ettiği anlatılmaktadır. Hz. Ömer de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi "kesinleşti/gerçekleşti" diye tepki vermiş; neyin gerçekleştiği sorulunca da yukarıda aktardığımız cenaze olayını hatır­latarak Hz.

[52]

Peygamber'in sözlerini aynen nakletmiştir. Bu rivayet, -iki olaydaki şahit konu­munda bulunan kişilerin az-çok değişmiş olduğu dikkate alınınca sadece sahabilerin değil, onların iman ve kıvamını paylaşan, onlar gibi olmaya çalışan olgun mü'minlerin de "yeryüzünde Allah'ın şahitleri"

olma özel­liğini taşıdıklarını göstermektedir. Nitekim İmam Buhârî'nin [53]

Şehâdât 6'daki rivayetinde "siz" yerine, "mü'minler" ifadesinin bulun­ması ve açıkça "Mü'minler yeryüzünde Allah'ın şahitleridir" buyurulması sahâbiler gibi diğer mü'minlerin de yeryüzünde Allah'ın şahitleri olduğu anlamına gelir.

"İyilikle (hayr) andılar", "kötülükle (şer) andılar" diye rivayetlerin çoğunda kapalı olarak değinilen tanıklık, Hâkim'in rivayetinde açıklık kazanmaktadır. [54]

Bu rivayette birinci kişi için "Falancalardan fularıdır. Allah'ı ve Resül'ünü seven, Allah'a ibadet eden ve hayra koşan iyi bir kişidir" denildiğini; ikinci kişi için ise, "Falanca kabileden falandır. Allah ve ResûTüne kin besleyen sürekli günah işleyen ve fesat çıkarmaya çalışan kötü bir kişidir" diye tanıklık edildiği belirtilmektedir. Böylece asıl rivayetteki "hayr"m ve "şer'in mâhiyetiniceliği ortaya konulmuş olmaktadır.

Ayrıca Hâkim'in rivayetinin sonunda, "Allah'ın yeryüzünde bazı melekleri olduğu ve bunların, kişilerin iyilik ve kötülüklerini insan­ların diliyle açıkladıkları " ifade buyuru i m aktadır.

Bu ifadeler öncelikle sahâbîlerin, genelde de kimi mü'minlerin, bazı meleklerin bir anlamda sözcülüğünü yaptıklarına delalet etmektedir. Bu tür bir aynileşme, hiç kuşkusuz sahâbiler için bir kıvam göstergesi, mü'minler ve tabiî insanoğlu için büyük bir şereftir. Ebû Davud'un rivayetinde de bu mâna, "Melekler gökyüzünde Allah'ın şahitleridir, siz de yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz. Sizin kiminiz kiminize şahitsiniz" açıklaması ile desteklenmektedir.

Şehâdet, olanbitene tanıklık etmektir. Olan-bitenin niteliği ise ileride olacak olana işarettir. Tanıklığın doğru yapılmış olması, neticenin nasıl gerçekleşeceğini istidlal! olarak önceden haber vermek anlamına gelmek­tedir.

Ölüler hakkında yapılan şehâdetin, onların âhiretteki durumunun göstergesi sayılabilmesi için, o şehâdeti yapanların kimlik ve kişilikleri önem arzeder. Bu hadiste söz konusu olan şehâdet, fazilet ehli, doğruluk ve ihlâs sahibi kişilerin şehâdetidir. Fâsık ve günahkârların şehâdeti değildir.

Çünkü günahkârlar veya dinin doğru bulmadığı fikirlere kapılmış kimseler kendileri gibi düşünen ve yaşayanları "iyidir" diye öve­bilirler. Bunun İslâmî mânada bir şehâdet/tanıklık değeri yoktur.

Öte yandan bir kimseyi kötülükle ananla anılanlar arasında düşmanlık olmamalıdır. Herhangi bir sebeple aralarında düşmanlık olanların yekdiğeri hakkında "kötüydü" demesi de makbul bir şehâdet değildir. Hatta dinine bağlı kimseler için, dine karşı olan çevrelerin ya da dinsiz­lerin "kötü"

demeleriyle iyi insanlar kötü sayılmazlar.

Salâh ve takva sahibi kimselerin, hayattayken iyi vasıflarıyla tanıdık­ları kimseyi öldüğü zaman da bu vasıflarıyla anmaları o kişinin cennetlik olduğunun alâmeti sayılır. Bunun aksi de geçerlidir. Yani bir kimsenin yaşarken yaptığı kötülükleri, vefatından sonra salâh ve takva sahibi insan­ların hatırlayıp anmaları, o kimsenin cehennemlik olduğuna işaret sayılır. O halde insanlar hakkında iyi-kötü diye şehâdet edecek kimselerin, İslâm esasları çerçevesinde iyiyi kötüyü bilen kimseler olması gerekir. [55]

"Allah'ın yeryüzündeki şahitleri" ifadesini, bu iltifata muhatap olan sahabilerin kıvamı çerçevesinde değerlendirmek en doğru yöntem olsa gerektir.

Şahitliğin bir de âhiret boyutu vardır. Allah'ın yeryüzendeki şahitleri olan Muhammed ümmetinin [56]

âhirette de diğer ümmetlere şahitlik yapacakları hem âyetlerde hem hadislerde bildirilmiş bulunmaktadır. "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resülün de size şahit olması için sizi orta/mutedil/âdil bir Ümmet kildik. [57]

Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanıziçin Allah, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda) gerekse bu (Kur'ân)da size

"müslümanlar" adını verdi.[58]

Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anh'den rivayet edilen bir hadiste bu âyetlerde bildirilen tanıklığın nasıl gerçekleşeceği Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Kıyamet günü Nuh aleyhissilâm çağrılır. Nuh: Buyur Ya Rabbi, emrine amadeyim," der. Bunun üzerine Allah: (Duyurman gerekenleri ümmetine) tebliğ ettin mi?" diye sorar. Nuh: -Evet, duyurdum" diye cevap verir. Bu defa Allah, Nuh ümmetine; -Nuh size tebligatta bulundu mu?" diye sorar.

Onlar da:

Bize, bizi âhiret azabından korkutan bir elçi gelmedi" derler. Bunun üzerine Allah, Nuh'a:

Ey Nuh! Senin tebliğ görevini yerine getirdiğine şahitlik edecek kimse var mı? buyurur. O da;

Evet, Muhammed ve ümmeti, der.

Sonra Muhammed ümmeti, Nuh'un kendi ümmetine tebliğde bulun­duğuna tanıklık ederler. Peygamber de ümmetine şahitlik eder. [59]

Benim bu beyanım "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resül'ün de size şahit olması için sizi orta/mutedil/âdil bir ümmet kıldık" âyetinin açıklamasıdır. [60]

O halde hem dünya hem de âhirette tanıklıkları­na Allah'ın değer verdiği olgun mü'minlerin başında ashâb-ı kiram yer almaktadır. Bu durum sahabe kıvamının bir göstergesidir. Netice itibariyle sahabeleri değerlendirirken bu Özelliği dikkate almak, onları doğru anlamak bakımından büyük bir önem arzetm ektedir. Allah katında şahitliği geçerli adam olmak... İşte kul için asıl keramet bu olsa gerektir.

O halde hem dünya hem de âhirette tanıklıkları­na Allah'ın değer verdiği olgun mü'minlerin başında ashâb-ı kiram yer almaktadır. Bu durum sahabe kıvamının bir göstergesidir. Netice itibariyle sahabeleri değerlendirirken bu Özelliği dikkate almak, onları doğru anlamak bakımından büyük bir önem arzetm ektedir. Allah katında şahitliği geçerli adam olmak... İşte kul için asıl keramet bu olsa gerektir.