• Sonuç bulunamadı

Her yıl Ramazan ayında o zamana kadar gelen metni Cibril'e (aley­hisselâm) arz etmek suretiyle mukabele etmiştir

ASHAB-I KİRÂM'IN HAYATLARI

3- Her yıl Ramazan ayında o zamana kadar gelen metni Cibril'e (aley­hisselâm) arz etmek suretiyle mukabele etmiştir

Demek ki, yazdırma ve ezberleme esnasında kasdî olmayan hataların olabileceği ihtimaline karşı O, önce Cibril ile mukabeleyi (arza) müteakip Mescid-i Nebevi'de cemaatin huzurunda okuyor, onlara da kendi ellerindeki nüshaları veya ezberlerini tashih etme imkânı veriyordu. hıfzetme ilâhi teminat altındadır. Fakat Allahû Teâlâ icraatını sünnetuliaha göre yürütür. O'nun elçisi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bu ilâhi nizamı en iyi

bilen ve tatbik eden bir zât idi. O'nun mezkur yollarla Kur'ân metnini daha sonraki nesillere ulaştırması, kendisinden sonra gele­cek nesillerin, özellikle gayri müslimlerin itirazlarini Önlemek gayesine yönelik idi.

Diğer taraftan o, metinlerin nasıl intikal ettirilmesi gerektiği hususun­da biz ümmetine de Örnek oluyordu. Cibril ile mukabele ettiğini ya Hz.

Peygamber Ashabına haber veriyordu yahut Ashâbdan bazıları bu arza sırasında hazır bulunuyorlardi. Abdullah Ibn Mes'ud, Züheyr, Übeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu anhum) bu zevat arasındadır. Arzudan gaye sadece kontrol değil, metni eda etme keyfiyetini, tecvide göre oku­mayı sağlama, Cibril ile müzakere sonucunda yakinin artması, mânâ vecihleri üzerinde derinleşme, keza âyetlerin tertibinin tam yerinde olduğunu göstermekti.

Kendisinden hemen sonra Hz. Ebû Bekir'in döneminde Zeyd İbn Sabit'in Kur'ân metinlerini mushaf hâline getirme işini yaparken Rasûlüllah devrinden kalan iki yazılı şahit araması, Hz. Peygamber'in uygulamasının bir devamı olarak değerlendirilebilir. Zira Zeyd bunu ararken Rasûlüllah devrinde bu kontrol (karşılaştırma) işleminin yapıldığını bildiği için böyle davraniyordu. Zeyd İbn Sabit tarafından ve­rilen bir bilgiden, ilk cem' (derleme) işinin Hz. Peygamber zamanında yapılmış olduğunu açıkça anlamaktayız: "Biz Rasûlüllah'in nezareti altın­da Kur'an'ı, çeşitli parçalardan toplayıp bir araya getiriyorduk." Beyhakî, Suyûtî gibi bir çok âlim de bu rivayeti böylece değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde, ayrı ayrı parçalar üzerine yazılmış Kur'an'ı, mushaf hâline getirme işini Mescid-i Nebevi'de yaptırması, Müslümanların bu en önemli işine resmiyet ve alâniyet kazandırmak, bunun neticesinde onun mütevatir yani naklinde hiçbir tereddüt kalmadığını meydana koymak şeklinde değerlendirilmelidir.

Üçüncü merhalede ise, Hz. Osman, genişleyen İslâm ülkesindeki ciddî ihtiyaçlari karşılamak için bu nüshadan istinsah ettirerek çoğalttığı nüshaları Ashâbin dikkatine sunmuş, onların ittifakla onaylamalarından sonra, aslı Medine'de kalmak üzere; Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi büyük merkezlere göndermiş, eski ferdî nüshalara artık hacet kalmadığı için, müsvedde sayılabilecek o nüshaları imha etmelerini istemişti. Fakat bu isteğin tam tamına yerine getirilmediği anlaşılıyor. Zira üçüncü ve dördüncü asırlarda bazı müelliflerin Hz. Ali, İbn Mes'ud, Übeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas (radiyallahu anhüm) gibi sahabenin ferdî mushaflarım görüp onları naklettiklerini öğreniyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, Hindistan'dan İspanya'ya kadar genişlemiş İslâm ülkesinin her tarafında, Medine'den verilen bu emir tam tamına uygulanamamiştir. Bunun şöyle iyi bir neticesi de olmuştur: Eğer geriye kalan bu ferdî nüshalar olmasaydı bazı garazkârlar, Hz. Osman'in Kur'ân met­nini değiştirip eski belgeleri imha ettirdiğini ve artık onlara ulaşma ümi­dinin ebediyen kesildiğini iddia edebilirlerdi. Oysa şimdi onların elde olmasına rağmen Kur'ân metninde ciddî bir surette mânâyi veya hükmü değiştiren farklar bulunmadığı meydana çıkmaktadır. İbn Ebî Davud'un Kitabu'l-Mesahirini neşreden A. Jeffery'inin, bu farkları listeler hâlinde göstermesinden, bu sonuç aşikâre olarak meydana çıkmaktadır.

Hz. Peygamber'in (aleyhisseîâm), Ashabını Kur'ân üzerine-odaklaştır­ması, onlara Kur'ân'i tedricî olarak ruhlarına sindirerek öğretmesi, çoğu­nun ümmî olması sebebiyle arşivlerinin hafızalarından ibaret olması, devamlı namazda okumaları gibi sebeplerle; elverişsiz şartlarda bile onlar Kur'ân metnini nüsha farkı olmaksızın harika bir şekilde bütün dünya'da tek metin bulunacak tarzda intikal ettirmişlerdir. Onlar öyle mübarek bir nesildir ki, el-Karafî'nin dediği gibi, başka bir mu'cizesi olmasaydı dahi Hz. Peygamber'e mu'cize olarak böyle bir nesil yetiştirmesi fazlasıyla yeterdi! [37]

Hz. Osman, Rasûlüllah (sav)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'­den sonra kendisine intikal eden mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düşürdü.

Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman (R.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği tesbit edilememiştir.[38]

Bu olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir. İslâm fetihlerinin sürekliliği ve elde edilen ıganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah seviyesini oldukça yükselt­mişti. Bu durum, tabii olarak, İslama uygun olmayan birtakım davranış biçimlerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Rasûlüllah (sav)'m yanında yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabeler, bu endişelerini yer yer ortaya koymaktaydılar.

Bunlardan birisi de, zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (R.a)'dır. O, Şam'da, Muaviye (R.a.)'nin uygulamalarına karşı çık­tığı ve düşüncelerini söylemekte ısrarlı davrandığı için Medine'ye çağı­rıldı. Ebu Zerr, Medine'ye geldiğinde görüşlerini Hz. Osman'a tekrarla­mıştı. Bunun ardından, Halife'den izin isteyerek, Medine'ye yakın bir yer olan Rebeze'ye gidip yerleşmişti. [39]

Bazıları, Hz. Ebu Zerr el- Gifarî (R.a.) ile Hz. Osman (R.a.) rakip düş­manlar gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu tamamen hilafı hakikat bir durumdur.

Hz. Ebu Zerr el-Gifarî (R.a.) takvasını ümmetin umumi fet­vası haline getirmek teklifinde bulunuyor. Hz. Osman (R.a.) ise, fetva ile takva'nın birbirinden ayrı olduklarım ve halife-i müslimin olarak İslâm ümmetinin umumuna Rasûlüllah (sav), Hz. Ebû Bekir (R.a.) ve Hz. Ömer (R.a.)'ın fetvası ile mumaele edeceğini beyan edip ortaya koymuştur.

Bizans'a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüp­hesiz ki Latu's-Sevârî deniz savaşıdır. Abdullah b. Sa'd'ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir bozguna uğratıldı. Konstantin, Sicilya'ya sığınmak zorunda kaldı. [40]

Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş, İslâm donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.

Hz. Osman (R.a.) hilafeti, İslâm coğrafyasının genişlemesini bera­berinde getirmiş bir fetihtir. Her fethin bir fatihi vardır. Hz. Osman (R.a.) da müslümanlar için evrensel bir fatihtir. Onun fethettiği yerler bir kavmin, bir kabilenin değil, bir bütün olarak İslâm ümmetinindir. İslâm ümmetinin başarılarını her dönem hazmedemeyen hainler bulunduğugibi, Hz. Osman (R.a.) döneminde de bulunmuşlardır. Fitnenin Ortaya Çıkışı Ve Şahadeti Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı se­nesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygula­malarından şikâyetçi olmamıştır. Kureyş, onu Hz. Ömer'den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada müsamahasız ve sertti. Hz.' Osman ise yaratılış in daki yumuşaklık ve hoşgörü ile insan­ların serbestçe hareket edebilmelerine imkân sağlamıştı.

Onun bu yapısından istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Yükselen şikâyetleri ani ve kesin kararlarla karşılamayınca, yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı. Endülüs'ten Hindistan hudut­larına kadar çok

geniş bir sahayı kaplayan devletin içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı. Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti'ne karşı her fırsatı değerlendirerek baş kaldırıy­orlardı. Yahudi unsuru ise, îslâm Ümmeti'ni parçalayıp yok etmek için İslâm'ın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuz­lukları körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.

Bunlardan birisi etkili nifak hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve tam bir komitacı/müfsid olan Abdullah İbn Sebe'dir. tbn Sebe Yemenli bir yahudidir. O, samimi kimselerin haklı şikâyetlerini kullanarak insan­ları Hz. Osman'a karşı kışkırtıyordu. Bir taraftan "ric'atı Muhammed"

(Muhammed (sav)'in tekrar dönüşü) düşüncesini yaymaya gayret gös­terirken, öte taraftan Peygamber'in peşinden hilâfet hakkının Hz. Ali (R.a)'a ait olduğunu ve bunun da Allah tarafından belirlenmiş bir gerçek­ten başka bir şey olmadığım yayarak daha sonra ortaya çıkacak Şia akidesinin temellerini atıyordu. Onun yaydığı düşüncelere göre Ebû Bekir (R.a), Ömer (R.a) ve Osman (R.a), Hz. .Ali (R.a)'m hakkını gasbet-mişlerdi. O, Küfe, Basra ve Şam'da insanları kışkırtırken, Ebu Zerr (R.a)in haklı çıkışlarını da kendisine malzeme yapmaya uğraşıyordu. [41]

Bir zaman sonra, Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b. Ebî Huzeyfe de, yapmış olduğu atamalardan dolayı Hz. Osman'ı tenkid etme­ye başladılar.[42]

Hz. Osman'a yapılan en önemli suçlama, onun kendi akrabalarını valiliklere getirmesi, onlara bolca ihsan­larda bulunması ve yolsuzluklarını denetlememesidir.

Hz. Ali (R.a) bu konudaki şikâyetlerini ona ilettiğinde o, Hz. Ali'ye şöyle diyordu: "Muğire b. Şu'be'yi Ömer'in vali tayin ettiğini bilmez misin?"

Hz. Ali: "Biiiyorum" deyince o; "O halde neden akrabalığı ve yakınlığından dolayı onu vali tayin ettiğim şeklinde bir kınamada bulunuyorsun?"

diye sormuştu. Hz. Ali'nin buna verdiği cevap şuydu; "Ömer vali atadığı kimseyi sıkı bir şekilde kontrol altında tutardı. En ufak hatalarını görse onları sorgular ve en şiddetli şekilde ceza­landırırdı. Sen ise bunu yapmıyorsun.[43]

Bunun üzerine Hz. Osman, vilayetlerdeki yönetimler hakkında yapılan dediko­duları ve bunlarm sebeplerini yerinde incelemek üzere müfettişler tayın etti. Muhammed b. Mesleme'yi Kûfe'ye; Usame b. Zeyd'i Basra'ya; Abdullah b. Ömer'i Şam'a ve Ammar b. Yasir'i de Mısır'a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, diğerleri görevlerini tamamlayarak geri dön­müşlerdi. Osman (R.a) haksızlıkları gidermek, filizlenmeye başlayan ve ümmet için büyük sakıncalara sebep olacak olan fitnenin yatıştınlması için yoğun bir gayretin içine girmişti. O, gelen şikâyetleri dikkatle inceli­yor, başta Hz. Ali (R.a) olmak üzere Ashâb'ın ileri gelenleri ile istişare­lerde bulunuyordu. Ancak, Mısır'dan Medine'ye gelip, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in gayr-ı meşru uygulamalarını şikâyet eden bir heyetin, dönüş­lerinde İbn Ebi Serh'în takibatına uğramaları ve bazılarının öldürülmesi, olayların tırmanmasına sebep olmuştu.

Bunun üzerine Mısır'dan altı yüz kişiîikbir topluluk Medine'ye gelerek Mescid-i Nebi'de, namaz vakitlerinde Ebi Serh'in işlediklerini sahabelere şikâyet ediyorlardı. Talha İbn Ubeydullah, Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Ali (R.a), Hz. Osman'a giderek, bu insanların haklı isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i azlederek yargılamasını iste­diler. Bunun üzerine Hz. Osman, Mısırlıiar'a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar, Muhammed b. Ebi Bekr'i istediklerini bildirdiler. Osman (R.a), Muhammed b. Ebi; Bekr'i vali tayin etti. O, Mısır'dan gelenler ve bir grup sahabe ile birlikte Medine'den yola çıktı. Medine'den üç günlük bir uzaklıkta yol alırlarken devesini, sanki takip ediliyormuş gibi hızlı sürmeye çalışan bir adam gördüler. Adamı yakalayıp sorguladıklarında İbn Ebi Serh'e bir mesajı yetiştirmeye çalıştığını anladılar. Ona kim olduğu sorulduğunda, bazen Osman (R.a)'ın, bazan da Mervan b. Hakem'in kölesi olduğunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu açtıklarında, içinde, "Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca... Sana ulaştıklarında onları öldür" yazıldığı ve bunun Hz. Osman'ın mührüyle mühürlenmiş olduğunu gördüler. Derhal Medine'ye geri dönüp Hz. Osman'ın evini kuşattılar.

Hz. Ali, yanına Muhammed İbn Mesleme'yi alıp Osman (R.a)'ın evine gitti. Hz. Ali (R.a) ona, üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldığını sordu. Osman (R.a) böyle bir mektup yazmadığını ve yazıldığından da haberi olmadığını söyledi. Muhammed de Osman (R.a)'ı doğrulamış ve bu işi düzenleyen kimsenin Mervan olduğunu söylemişti. Yazıyı inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem'e ait olduğunu anladılar. O esnada Osman (R.a)'ın evinde bulunmakta olan Mervan'ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (R.a) bunu kabul etme­di.

Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu. Onun evini kuşatan asiler münasebet kurma çağrılarına cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmişlerdi, Hz. Osman'ın fitneyi yatıştırmak ve haksızlıkları gidermek hususunda asilere yaptığı nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamıştı. Onlar, Hz.

Osman (R.a)'a şöyle diyorlardı:"Biz seni hilafetten azledene veya Öldürene yahut da bu yolda ölene kadar bu işten vazgeçecek değiliz. Eğer sana sahip çıkanlar bize engel olmaya kal­karlarsa onlarla savaşırız". Hz. Osman onlara, Allah'ın üzerine yük­lediği hilafet görevini asla bırakmayacağını ve ölümün kendisine bundan daha sevimli olduğunu bildirmiş, ayrıca kendini savunmak için kimseye emir vermediğini eklemişti. [44]

Hz. Osman (R.a.), ashaptan, asileri şehirden kovup çıkarmak için gelen teklifleri reddediyor, onlardan silah kullanmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istiyordu. Bir gün kendisini kuşatan asilerin karşısına çıkıp: "Ali buralarda mı? Sa'd buralarda mı?" diye sormuş, bulunmadıkları ce­vabını alınca biraz susmuş ve şöyle demişti: "Bana su sağlamasını, Ali'ye bildirecek kimse yok mu?" Bu Hz. Ali'ye ulaşınca derhal üç kırba suyu ,ona göndermişti. Ali (R.a), asilerin Osman (R.a)'ı öldürmek istediklerini öğrenince, böyle bir şeye meydan vermemek için, iki oğlu Hasan ve Hüseyin'e, kılıçlarını alarak gidip Osman'ın kapısında beklemelerini ve içeri kimseyi sokmamalarını söylemişti. Abdullah İbn Zübeyr de onlara katılmış, diğer bir takım sahabeler de çocuklarını oraya göndermişlerdi.

Durum çok nazik bir hal almıştı. Hz. Osman, ne asilerin haksız talep­lerini kabul ediyor ve de meşru hilafelik görevini bırakmak istiyordu.. Hz. Âişe (r.anha)'dan Rasülüllah (sav)'ın şöyle söylediği rivayet edilmekte-dir:"Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir, münafıklar senden onu çıkarmanı istediklerinde onu, bana kavuşuncaya kadar sakın çıkarma".

Hz. Osman, Rasülüllah (sav)'in bu günler için kendisine bildirdiği şeylere uymaya çalışıyordu. O, şöyle diyordu: "Rasülüllah (sav)'in be­nimle ahitleşmiş olduğu şey üzerinde sabretmekteyim.[45]

Asilerin kendisini öldürmeye kararlı olduğunu anladığında, onların böyle bir iş işleyip katillerden olmalarını önlemek için kendilerine bir müslümanın kanının ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek şartları dahilinde helal olduğunu hatır­latıyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham edilemeyeceğini anlatıp duruyordu.

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'m yanına varıp bir takım isteklerde bulundular. Tayin edilmiş valileri azledip kendilerinin arzu ettikleri valileri tayin etmesini istediler. Onların bu istekleri üzerine Hz. Osman (R.a.) şöyle dedi: "Eğer ben sizin istediklerinizi vali tayin etsem ve istemediklerinizi de azletsem o zaman benim burada bulunmamın hiçbir anlamı kalmaz. İstediğinizi yapınız da göreyim." Hz. Osman (R.a.)'m bu cevabı üzerine

isyancılar: "Vallahi bu istekleri ya yerine getirirsin, ya da azledilir veya öldürülürsün." şeklinde karşılık vermişlerdi. Hz. Osman (R.a.) onların bu istek ve tehditlerini kesinlikle reddetmiş ve onlara şöyle demişti: "Allahû Teâla'nın bana giydirdiği bir gömleği asla sırtımdan çıkarmam. [46]

iktidar olmak, muktedir olmakla bilinir. Muktedir olmayanlar, iktidar olsalar bile kukla olmaktan başka bir anlam ifade etmezler. Bunun için Hz.

Osman (R.a.), iktidar olmakla muktedir olmanın ayrılmazlığım ortaya koyuyor. Ölüm tehditleri iktidarda olan müslümanı muktedir olmaktan alıkoyamaz. Müslüman insanın Allah yolunda iki gömleği vardır. Birisi idamlıktır, öbürü ise bayramlıktır. Onu hiçbir şey Allah'ın dinini uygula­maktan alıkoyamaz. Allah'ın dinini uygulama, insanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etme hususunda muktedir olmayı şehadeti pahasına sürdürür.

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'m muktedir olma hususunda tavizkâr davranmadığını görünce, Hz. Osman (R.a.)'ı yeniden kuşatmış ve kuşat­ma alanını genişletmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Osman (R.a.) tekrar Hz. Ali (R.a.), Talha (R.a.) ve Zübeyr (R.a.)'ı çağırmış, onlar da bu çağrıya icabet ederek yanma gelmişlerdi. Hz. Osman (R.a) evinin balkonuna çıkıp etrafını çeviren adamlara şöye seslendi: "Ey insanlar, oturunuz!" Bunun üzerine hepsi yerlere ve merdivenlere oturmuşlar, o da şöyle konuşmuş­tu:

"Ey Medine halkı! Size "Allah'a ısmarladık" derim ve benden sonra hilafeti en layık olana ihsan etmesini Allah'tan dilerim. Ey Medineliler! Siz Hz.

Ömer (R.a.) şehit edildiği anda Allah'a dua edip de sizin için bir halife seçmesini ve sizi hayr üzere birleştirmesini istememiş miydiniz? Siz hak bilir ve haktan yana kimseler iken Allahû Teâla'nın bu dualarınıza icabet etmeyeceğine mi inanıyorsunuz? Yoksa siz anık Allah dinine ehemmiyet vermiyor ve henüz bu dinin sahipleri tefrikaya düşmemişken kimin yönettiğine aldırış etmiyor mu diyorsunuz? Veya müslümanlara danışarak halifelerini seçmelerini pek hayırlı mı görmüyorsunuz? Allahû Teâla bu ümmet ona isyan ettiği zaman da yine bir araya gelip başlarına geçirecek kimseyi seçmek konusunda istişare etmeleri için onları vekil tayin etmiştir. Yoksa Cenab-ı Allah benim sonumun nasıl olacağını bilmediğini mi zannediyorsunuz? Allah sizin hayrınızı versin. Sizler benim hayırlı bir geçmişimin olduğunu bilmiyor musunuz? Bu geçmişi Allah bana lütfetmiştir. Benden sonra gelen herkesin bu konudaki üstün­lüğünü kabul etmesi gerekir. Yavaş olunuz, sakın benî Öldürmeye kalkışmayınız;

çünkü bir müslümanın kanı ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli olan zinâkâr, imandan sonra küfre dönen mürted veya haksız yere adam öldüren kimsenin kanı helaldir. Siz beni öldürecek olursanız kendi başlarınız üzerine kılıçları koydunuz demektir ve ayrıca bu fitne ve ihtilaf ebediyyen aranızdan kaldırılmayacak bir fitne olarak kalacaktır."

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'ı dinledir ama nasihatlarım kabul etmediler. Hz. Osman (R.a.)'ı muhasara altına almayı genişlettiler. Öyleki, Hz.

Osman (R.a.)'ı susuz bıraktılar. Hz. Osman (R.a.) gizlice Hz. Ali (R.a.), Talha (R.a.) ve Hz. Zübeyr (R.a.) 'a ve Peygamber efendimizin hanımlarına haber göndererek şöyle demişti: "Bu adamlar bize su veril­mesini bile engellediler. Eğer imkânınız varsa biraz su gönderin."

Bu davete icabet edenlerin ilki Hz. Ali (R.a.) oJmuş ve sabahın erken saatinde çıkıp gelerek evi saranlara şöyle seslenmişti: "Ey insanlar! Sizin bu yaptıklarınız ne mü'minierin işine, ne de kâfirlerin yaptık­larına benziyor. Siz bu insandan suyu ve yiyeceği kesmeyiniz. Rumlar ve İranlılar bile esir edildikleri anda asla yemek ve içmekten ahkon-mazlar." İsyancılar da Hz. Ali (R.a.)'ya şöyle dediler: "Hayır, vallahi bir göze deva olacak en ufak bir şey dahi vermeyiz." Hz. Ali (R.a.) o anda büyük bir öfkeye kapılmış ve başındaki sarığı bütün gücüyle yere çalarak oturup kalmıştı. [47]

Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken müslümanlara kimin namaz kıldırması da gündeme gelmiştir. Müslümanların meşru halifesi var, ama kendilerine namaz kıldırma imkânına sahip, değildir. Bu durumda ne yapılacak? Rivayet edildiğine göre; Hz. Osman (R.a.)'m mescidden ve namazdan ahkonduğu gün mescidin müezzini olan Sa'd el- Karaz, Hz. Ali (R.a.)'a gelerek : "Bugün müslümanlara kim namaz kıldıracak?" diye sor­muş, Hz. Ali (R.a.) ona cevap olarak : "Halid b. ZeydM çağır, namazı o kıldırsın" deyince o da Halid b. Zeyd'i çağırmış ve namazı o klıdırmıştı.

Ebû Eyyûb el- Ensarî'nin admın Halid b. Zeyd olduğu ilk defa o gün duyulmuştu. Halid b. Zeyd günlerce müslümanlara namazlarını kıldır-mıştı.

Başka bir rivayette ise, Hz. Al (R.a.), Sehl b. Huneyf'e namazları kıldırmasını emretmiş ve Zilhicce ayının birinci gününden bayrama kadar ki günlerde namazları Sehl kıldırmış, bayram namazını da Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı. Daha sonra Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği güne kadar na­mazları Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı.

Tahtavinin haşyesinde şunlar geçiyor: "Sultanın/Halifenin izni mümkün olmadığı zaman veya sultanın vefatı esnasında veya bir fitne anmda müslümanlarm birleşip bir imam arkasında cuma namazını kıl­maları caizdir. Bu zaruretten dolayıdır. Nasıl ki, Hz. Osman (R.a.) muhasara altına alındığında, Hz. Ali (R.a.) müslümanları toplayarakonlara cuma namazı kıldıysa, Tabiî ki, zaruret olmazsa bu olmaz. [48]

Günümüzde bazı kimseler bundan yola çıkarak Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken Hz. Ali (R.a.)'m müslümanlara Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmalarını, Cuma namazının sıhhat şartlarından" "Halifenin izninin gerekmediğine" delil getiriyorlar. İslam ulemasından Bedreddin El-Aynî (Rh.a.) bunlara cevap veriyor:

"Medine'de Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken, Hz. Ali (R.a.)'ın insanlara (müslümanlara) Cuma namazını kıldırmış. Fakat Hz, Osman (R.a.)'m emriyle kıldırdığı veya elinde bir emir bulunduğu rivayet edil­medi" diyorlar.'Biz deriz ki; bu ihticac/delil getirme düşmüştür. Çünkü Hz.

Ali (R.a.)'ın, Hz. Osman (R.a.)'ın emriyle kıldırdığı ihtimali vardır. Veya Hz. Osman (R.a.)'in iznine vasıl olamamıştır. Böylece biz diyoruz ki;

İmam'ın iznine/Halife'nin iznine vasıl olunmadığı, ulaşılmadığı zaman; insanların (müslümanların) kendi aralarında toplanarak ve kendi­lerine cuma namazını kıldıracak birisini öne geçirmeleri lazımdır. Hani Hz. Ali (R.a.)'m, Hz. Osman (R.a.)'ın izni olmadan kıldırdığı nerdedir? Cuma namazını

İmam'ın iznine/Halife'nin iznine vasıl olunmadığı, ulaşılmadığı zaman; insanların (müslümanların) kendi aralarında toplanarak ve kendi­lerine cuma namazını kıldıracak birisini öne geçirmeleri lazımdır. Hani Hz. Ali (R.a.)'m, Hz. Osman (R.a.)'ın izni olmadan kıldırdığı nerdedir? Cuma namazını