• Sonuç bulunamadı

Proleter Kamusal Alan Modeli: Oskar Negt ve Alexander Kluge

1.3. KAMUSAL ALAN YAKLAŞIMLARI

1.3.4. Proleter Kamusal Alan Modeli: Oskar Negt ve Alexander Kluge

odaklandığı konu politik örgütlenme ve işçi sınıfı bilincinin geliştirilmesinde kültür ve eğitimin rolü üzerineydi. Kluge’nin çalışmaları ise alternatif bir medya kültürü ve böyle bir kültürü hem gerekli hem de mümkün kılacak politik ve ekonomik koşullar üzerinde dönüyordu. İkisinin ilgileri şu soru üzerinde ötüştü: Toplumsal tecrübe nasıl geliştiriliyor ve bağlayıcı oluyor? (Hansen, 2015: 141-142). Negt ve Kluge, kamusal alana dair ortaya koydukları problemin düğümünü işte buradan atmışlardır. Negt ve Kluge’ye bu bağlam doğrultusunda bakan biri için kitaplarının isminin neden ‘Kamusal Alan ve Tecrübe’ olduğunu anlamak zor değildir.

‘Acaba burjuva kamusal alanının karşısında yer alan başka, hatta karşıt kamusal alan biçimleri olabilir mi’ sorusu Negt ve Kluge’nin çalışmalarının mahrecidir. Ve bu perspektiften hareket eden Miriam Hansen, yazarların kamusal alanı, şu şekilde kavramalarını mümkün görmektedir: “Kamusal alan, birbirinden farklı, ekonomik, politik ve teknik örgütlenme safhalarına tekabül eden farklı tipte kamusallıkların bir karışımıdır. Çoklu, çeşitli ve eşitsiz katılımcılar arasındaki söylemsel çekişmenin alanıdır. Farklı kamusallık tipleri ve çeşitli kamular arasındaki örtüşmeler ve konjonktürler nedeniyle potansiyel olarak öngörülemeyen bir süreçtir. Soyut evrensellik idealleri yerine maddi yapılarda temellenen farklı, çeşitli kamular arasındaki tercümeyi mümkün kılan kapsayıcı bir boyut içeren bir kategoridir” (Hansen, 2015: 162-163). Anlaşılacağı üzere onlar kamusal alanı; tek, hegemonik ve kuşatıcı bir anlamın, uzağında karşıt ve rekabet halindeki çoklu kamusal tecrübeler bağlamında ele alırlar.

Negt ve Kluge’yi anlamak için burjuva kamusal alanını anlamak kaçınılmazdır. Çünkü çalışmaları Habermas’a bir eleştiri biçemi içeren yazarlar, burjuva kamusal tecrübesine alternatif göstermeyi önemsemektedirler. Negt ve Kluge, burjuva kamusal alanının, yalnızca burjuvazinin çıkarlarına referans olmadığını belirtirlerken, proleter kamusal alanın ise nüfusun ezici çoğunluğunun çıkarlarını ve tecrübelerini yansıtan bir kamusal alan olduğu gerçeğini ise genel geçer saymazlar (Negt ve Kluge 2015: 135). Habermas’ın kamusal alan anlayışı, iletişimin formel koşullarına (eşit katılım, müzakere, tartışma…) dayanırken Negt ve Kluge; kurucu öğeler, somut ihtiyaçlar,

50

çıkarlar, çatışmalar, protesto ve iktidar meselelerini vurgularlar (Hansen, 2015: 164). Onların kamusal alan anlayışı prosedür ya da müzakereyi bütünüyle reddetmese bile bunları merkezine almaz, daha çok, kamusal alanın üretimle ilişkisini vurgulayarak yaşamsal tecrübelerle ilgilenir. Çünkü “Negt ve Kluge argümanlarının temel amaçlarını, proleter kamusal alana gerçeklik kazandırma çabalarının incelenmesi ve gelişmiş kapitalist toplumlarda ortaya çıkan çelişkilerin karşıt bir kamusal alan açısından taşıdığı potansiyeli irdelemek olarak açıklarlar. Çalışmalarının daha en başında Negt ve Kluge, bütün kamusal alan biçimlerinin ‘işçi sınıfının bu alandan ne derecede yararlanabildiği’, ‘egemen sınıfların hangi çıkarlarını kamusal alan aracılığıyla sürdürebildiği’ soruları etrafında incelenmesi gerektiğini belirtirler. Dolayısıyla Negt ve Kluge'nin kamusal alan yaklaşımı, burjuva kamusal alanın dışarıda bıraktığı, kapitalist ekonomik sistemin sömürüp parçaladığı toplumsal emek gücünün tecrübelerinin yeniden güçlendirilmesinin yaratacağı bir devrimci potansiyel olduğu anlayışına dayanır” (Coşkun, 2006:147). Onlara göre, klasik kamusal alan her ne kadar çöküşte olsa da arkasına bakıldığında kapitalist çıkarlarla doğrudan temas edilecek salt bir yanılsamadan ibaret değildir. Ama Negt ve Kluge’nin itirazlarına göre “burjuva kamusal alanının çelişkileri bu alanın parçalanması ve çöküşüyle birlikte sonradan ortaya çıkmaz; tam da tersine bu çelişkiler bizatihi kamusal alanın oluşumunun içinde mevcuttur. Burjuva kamusal alanı her hangi ve bütün tekilliklere karşı sürdürülen kavgada kullanılan soyut bir genellilik ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu genellilik ilkesi, liberal kapitalist piyasanın evrenselleştirici eğiliminden daha çok insani ya da demokratik değildir. Böylece burjuva kamusunun, genel iradeyi temsil ettiği iddiası ta başından beri güçlü bir dışlama mekanizması olarak çalışır: burada işçiler, kadınlar ve hizmetliler gibi temel toplumsal grupların olduğu kadar; üretim ve yeniden üretim, cinsellik ve çocuk bakımı gibi hayati toplumsal meselelerin de dışlanması söz konusudur” (Hansen, 2015: 161).

Onlara göre neredeyse tüm burjuva kamusal alan biçimlerine özgü olan zayıflık ise şu çelişkiden kaynaklanır: Burjuva kamusal alanı tözsel yaşam çıkarlarını dışlıyor olmasına rağmen (ki bu dışlanan alanlar olarak endüstri ilişkilerini ve aileyi görürler) yine de bütün olarak toplumu temsil ettiğini iddia eder (Negt ve Kluge 2015:136). Habermas ise, eserinin (Kamusallığın Yapısal Dönüşümü) 1990’daki önsözüne şöyle yazmaktadır: “Fransız Devrimi’nin Jakoben evresine ve Çartistler hareketine bakarak

51

plebyen bir kamunun işaretlerinden söz etmiş, bu kamusallık biçimini burjuva kamusunun tarihsel süreçte ezilmiş bir türü olarak ihmal edebileceğimizi söylemiştim. Fakat E. Thompson’un çığır açan eseri Making of the English Working Class’ın peşinden Fransız ve İngiliz Jakobenlerine, Robert Owen’e ve ilk sosyalistlerin pratiğine, 19. Yüzyılın ilk dönemlerinde Fransa’da oluşan sol popülizme ilişkin bir yığın çalışma yayımlandı. Bu araştırmalar, kırsal alt sınıfların ve şehirli işçilerin siyasal seferberliğine başka bir perspektiften yaklaştılar” (Habermas, 2014: 19). Bazı yazarların, kendisinin kamu kavramı ile hesaplaşmaya giriştiğini memnuniyetle ifade eden Habermas, çalışmasında birbirine rakip kamusallıklar olduğunu hesaba katmamız gerektiğine değinmektedir. Ona göre “Kültürel ve siyasal açıdan seferber olmuş alt tabakaların dışlanması, oluşum halinde bulunan kamunun çoğullaşmasına yol açmıştır. Hegemonik kamunun yanında ve ona teğetlenmiş durumda, bir plebyen kamusallık oluşmuştur” (Habermas, 2014: 19). İleride kendisine daha detaylı yer verilecek olan Nancy Fraser’ın eleştirileri tam da bu noktadadır. Ona göre tuhaf olan, Habermas’ın yeni bir kamusal alan modeli geliştirmeden çalışmasını bitirmesidir.

Negt ve Kluge, karşıt ya da madun kamusal tecrübeler üzerinde, neredeyse bir gediği doldurmaya çalışır gibi mesai yapmaktadırlar. Kamusal alanı ‘politikanın kabı’ olarak gören Alexsander Kluge; belirli kurumlara ve faaliyetlere (kamu otoritesi, kamuoyu, kamu, basın, caddeler ve meydanlar gibi) işaret eder. Bu nedenle kamusal alanın proleterya için bir kullanım değerine sahip olabilmesi için, içerisinde farklı toplumsal tecrübelerin örgütlenebildiği bir alana dönüşmesi şarttır. “Buradaki proleterya kavramı, Negt ve Kluge'nin kavrayışında, üretim araçlarından yoksunluk, mülksüzlük olarak ortaya çıkar, bu nedenle de sömürü ya da tahakküm altında olan tüm üretici emek biçimlerini kapsar” (Özbek, 2015: 54).

Raymond Williams'a göre son yılların en önemli toplumsal hareketleri örgütlü sınıfın çıkarları ve kurumları dışında gelişmeye başlamıştır. Ne var ki, barış hareketi, ekoloji hareketi, kadın hareketleri, insan hakları savunucuları, üçüncü dünya ile dayanışma, kültürel yoksulluk ve bozulmaya karşı kampanyalar vb. türden hareketlerin hepsi de yanlış bir biçimde "sınıf politikasının ötesine geçmek" biçiminde yorumlanmıştır. Williams, belli başlı çıkar gruplarının sınırlarının da; olduğunu kabul etmekle birlikte, çevre, barış, insan hakları gibi sorunların hepsinin de bizi tekrar sanayi üretim tarzının başlıca sistemlerine ve özellikle de sınıflar sistemine

52

götürmektedir. Bu anlamda yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkması ile ileri kapitalizm arasında çok güçlü bağlar bulunmaktadır (Coşkun, 2006:151). Dolayısıyla yeni toplumsal hareketlerin sınıf dışı sayılamayacağı çokta gerçekdışı gibi durmamaktadır.

“Bu tartışmalardan ortaya çıkan sonuç şudur: proleter kamusal alan, doğrudan emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselen, sınıf mücadelesini öne çıkaran, anti- kapitalist ve kurucu nitelikteki politik eylemliliklerin oluşturduğu bir alandır” (Coşkun, 2006: 149). Bu anlamda, işçi sınıfının egemen kamusal alanın dışına çıkarak bir mücadele geliştirebilmesi, demokratik bir kamusal alanın oluşumunu belirleyecektir. Böylesi bir potansiyel, toplumsal muhalefet için yeni toplumsal hareketlere siyasal anlamda tutamaklar sağlayabileceğinden bizce de önemsenmelidir. Proleter kamusal alan modeli cinsiyet körlüğü taşıdığı için eleştirilmiş olsa da (Özbek, 2015: 54) ‘mahremiyetin tiranlığından’ ‘kadın üretici gücünden’ ‘madun kamusal alanlardan’ bahsettiği için kamusal alanı önemli ve farklı bir perspektifle yorumlamamıza yardımcı olmuştur. Kamusal alanı ‘rasyonel bir söylem’ ilkesi üzerine kurmak yerine ‘kolektif tecrübe’ ilkesi üzerine inşa etmesi ise bu modelin tipik ve kritik yönüdür.

1.3.5.İletişimin Gücü: Söylemsel Kamusal Alan ve Jürgen Habermas