• Sonuç bulunamadı

1.3. KAMUSAL ALAN YAKLAŞIMLARI

1.3.3. Hannah Arendt: Çoğulluk ve Rekabet Alanı

Arendt’in; İnsanlık Durumu, Totalitarizmin Kaynakları gibi eserlerinde kamusal alan ile ilgili görüşleri arasında bağlantı kurulabilir. Kitabın önsözünü yazan Margaret Canovan’a göre, özellikle “1960’lardaki öğrenci hareketleri sırasında İnsanlık Durumu, katılımcı demokrasinin temel kitabı olarak karşılanmış ve bu hareketle özdeşleştirilmiştir. Kitabın zengin dokusunda farklı liflerden esin kaynakları bulunmaktadır” (Arendt, 2011: 20). Arendt, tartışmasız biçimde katılımcı demokrasiden yanadır. Çünkü siyaset ve ahlak birlikteliğine son derece önem verir. Bunu sağlayacak zemin olarak soluğu kamusallık ilkesinde bulur. “Çünkü kamusallık, siyasal muhakemeyi olanaklı kılan yargının ilkesi olarak anlaşılır” (Deveci, 2007: 111). Yani kamusallık, yargının ortamı olarak aklın kamusal kullanımıdır. Anlaşılacağı üzere Arendt’in Kant okuması oldukça verimlidir. Totaliterlik üzerinde mesai yapan ve 20. yüzyılın yönetimlerinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike olarak totaliterliği gören Arendt, bunun başlıca nedenini de bilmektedir. Totaliterliğin başlıca nedeni; modern bireyin kendini doğrudan ilgilendirmeyen durumlarda siyasal bir muhakemeden kaçınıyor olmasıdır. Yani siyaset ‘bana ne’ci bir keyfiliğe

17 (Çevrimçi) Kaynak: http://www.ktu.edu.tr/dosyalar/sbedergisi_45e77.pdf Yılmaz Bayram, Erişim Tarihi: 16. 01.17

45

bırakılmıştır (Deveci, 2007: 112-114). Bu keyfilik hali ile içinde bulunduğumuz tüketim süreci arasında ilişki kurar.

O da modernliği bitmiş, geçip gitmiş bir dönem olarak gören düşünürlerdendir. Her zamankinden daha verimli üretim, tüketim ve ayrıca otomasyon ile tanımlanan modern toplumlar, dünyadan yabancılaşma tehlikesine doğru kök salmıştır. Söz konusu üretim, tüketim ve otomasyon süreci doğal ihtiyaçları karşılamanın çok ötesine geçmektedir. Otomatik üretim süreçleri sayesinde eşyalar, mobilyalar ve evler ‘tüketim nesnesi’ haline dönüşmüştür. İnsanlar kendilerini gittikçe artan bir oranda tüketim arzuları ile algılamaya başlamışlardır. Arendt’in bu görüşleri, toplumsal olarak zorunlu savurganlığın, üretimin ve tüketimin sürekli biçimde ussallaştırıldığı ileri işleyim toplumunu akla getirmektedir. Marcuse bu toplum betimlemesinde, modernliğin yaratmayı vadettiği ‘gönenç devleti’ nin insanlarına değinir. Ona göre “gelişmiş işleyim toplumunun köleleri yüceltilmiş kölelerdir, ama kölelerdir” (Marcuse, 2010: 43). “İnsanlar kendilerini metalarında tanırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, asma katlı evlerinde, mutfak donatımında bulurlar. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim ürettiği yeni gereksinimlerde demir atmıştır” (Marcuse, 2010: 25). Arendt, modern çağın geçip gittiğini, yeni ve hâlihazırda bilinmeyen bir çağ başlattığını gözlemler.

Arendt’in İnsanlık Durumu kitabı; eylem ve iş, güç ve şiddet, yeryüzü ve dünya arasındaki ayrımları içermektedir. Gasset’in ‘insanın yazgısı’ (Gasset, 2011: 39) olarak gördüğü eylemi Arendt’te önemser. Ona göre insanların birlikte yaşıyor olmaları gerçeği, bütün insani etkinliklerin koşuludur, ama insan toplumu dışında tahayyülü bile mümkün olmayan yegâne insani etkinlik eylemdir (Arendt,2011: 58). İnsan eyleminin içerdiği gücü vurgulaması ve bizi arzu ettiği bir düşünme ve tartışma ortamına çekmek istemesi özellikle şimdi önemli gibi durmaktadır. Onun düşünmek ile kastettiği şey; başkalarını da düşünmeye sevk etmektir. Hala insanların uyum içerisinde eyledikleri vakit neler değiştirebileceklerini çözemeyen bireylerin, eylemi ve çoğulluğu ciddi bir biçimde ele almaya isteksiz olan bireylerin Arendt’ten öğreneceği şeyler olduğu ortadadır. “Kamusallık ilkesinin Arendt için vurgulanması gereken en önemli özelliği, gizliliği dışlamasıdır” (Deveci, 2007: 117). Özellikle de siyasal ilişkilerin ve karar alma süreçlerinin kamuda uluorta yürütülmesi zorunlu bir ilke gibidir. Kamusallığın önemli belgisi ona göre ‘iletilebilirlik’tir. “İletilebilirlik, bir

46

toplulukta savunulan bir çıkarın ya da amacın kamuya sunulması, kamusallık içinde tanıtılmasıdır. İletilebilirlik yönergesine uyan, uymak gereğini hisseden eylemler kendilerini kamusallığa ve topluluk anlayışına göre ayarlamayı öğrenirler. Böylece tartışma götürür bir nitelik kazanıp yargıya, kendilerini açmış olurlar” (Deveci, 2007: 118-119). Bu noktada Arendt’in, Kant’tan çıkarsama yaptığı ortadadır ve Kant’ın fikirlerini terk etmediği görülebilir.

Arendt’e göre, yaşamın özel ve kamu alanları arasındaki ayrım, en azından Antik kent devletinin ortaya çıkışından beridir ayrı, uzak kendilikler olarak var olmuş bulunan hane ile siyasi alanlara karşılık gelmektedir (Arendt, 2011: 65). Toplumun doğuşundan hane ile ev idaresine ait etkinliklerin kamu alanına girişiyle birlikte bu yeni alanın en belirgin özelliklerinden biri, daha yakın zaman içinde kurulan mahremiyet alanının yanı sıra, eskinin siyasal ve özel alanlarını aşındırma ve yutma yönünde karşı konulmaz bir eğilimin serpilip gelişmesi oldu. En azından son üç yüzyıldır hızını hiç kesmeden sürekli olarak artan bu eğilim, gücünü bizzat yaşam sürecinin toplum aracılığıyla şu ya da bu biçim altında kamu alanına akıtılmasından alır (Arendt, 2011: 87). Kamu alanının ortadan kalkışıyla ilgili bu son evreye özel alanın tasfiyesinin eşlik ettiğini savunur. Ona göre kitle toplumu sadece kamu alanını tahrip etmemiş ama aynı zamanda özel alanı da tahrip etmiştir. İçinde kendilerini bu dünyaya karşı korunmuş hissettikleri aileden, özel alandan mahrum kalan bireyler kamu alanını da yitirmişlerdir. Özelin kamusala kurban edilmemesi, bu iki alanın ancak birlikte var olabileceği gerçeği kavranamamıştır (Arendt, 2011: 105-107). Antik Yunan üzerinde çalışan Arendt’in kamusal alan ile görüşlerini, Polis’e olan ilgisinde kavrayabiliriz. “Arentd’in Polis ile birlikte kavradığı kamu alanı kavramı totalitaryanizm kuramına bağlanarak değerlendirilmektedir. Ülker Yükselbaba, Seyla Benhabib’in18 eserindeki eşsiz Arendt anlatısından mülhem iki ayrı kamusal alan sınırı çizer. Benhabib, Arendt’in karşıt konumda oturan iki ayrı kamusal alan kavradığını belirtmiştir. Bu karşıtlık ‘agonistik’ ve ‘birleşimsel’ kavramları ile açıklanır. Agonistik görüşe göre kamu alanı, kahramanlık ve seçkinliğin öne çıktığı ve paylaşıldığı, erdemlerin sergilendiği bir alandır. Arendt, bu kamusal alanı ‘görünümler sahnesi’ olarak ifade eder. İnsanlar burada üstün olmak, itibar görmek ve insan olmanın

18Bahsi geçen eser: Models of Public Space Hannah Arendt: the Liberal Tradition and Jurgen Habermas.

47

getirdiği ölümlülüğü aşmak için bulunurlar. Bu alan, organize hatıraların yaratıldığı alandır. Arendt’in diğer kamusallık görüşü ise birleşimsel kamusal alandır. Bu görüşe göre böyle bir alan, Arendt’in sözleriyle: ‘insanların uyum içinde birlikte hareket ettikleri’ her yerde ve her zaman ortaya çıkar. Bu modelde kamu alanı özgürlüğün kendini gösterebildiği yerdir. Örneğin kalabalık bir kent meydanı insanların uyum içinde hareket ettikleri bir yer değildir. İnsanların bir konuşmayı dinlemek amacıyla bir araya geldikleri bir toplantı salonu, çevreci bir eylem için bir araya geldikleri bir ormanlık, bir ‘birleşimsel’ görüşe örnektir” (Yükselbaba, 2012: 124-125). Doğrusu, Arendt’in kavramsallaştırdığı biçimiyle kamusal alan şiddetten tümüyle arınmış bir yerdir. Onun tüm yaşamı ve yapıtı, siyasal eylemi şiddetten arındırmaya adanmıştır (Berktay, 2015: 707).

Söz konusu ‘görünümler sahnesi’ kamusal alanın kalbini oluşturduğu için önemlidir. Bu sahnede; izleyicilerden ve aktörlerden oluşan bir çoğulluk hâkimdir. Arendt’in bu kamusal alanı, farklılığın ortaya çıkmasını sağlayan bir yerdir. Bu yönüyle de politik bir mayaya sahiptir. Birleşimsel modelde de yurttaşların uyumlu eylemi ön plandadır. Burada ilginin ve gündemin ne olacağı, kim olacağı ya da kimler tarafından belirleneceği muğlaktır, bireyler tarafından belirlenecektir. “Arendt’in kamu özel ayrımından ve bunları insan etkinlikleri ile bütünleştirmesinden üç varsayıma ulaşılmaktadır. Birincisine göre insan ölümsüz olmayı ister. İkincisi ise bunun gerçekleşmesi için insan eylemde bulunmalıdır. Üçüncü varsayımda ise, yapılan eylem bir seyirci önünde yapılmalıdır ve bu seyirci bu eylemi izleyip onun ölümsüz kılacak aktarımın konusu haline getirebilmelidir” (Yükselbaba, 2012: 126). Bilinmektedir ki politika, sadece iktidar ilişkilerinin alanı değildir. İnsan yaşamına dair daha farklı ve güçlü eylemlerin potansiyellerini taşıyan bir alandır. Birçok yazarın belirttiği gibi politika Arendt’e göre de salt iktidar ilişkilerinin ağından ibaret değildir. Bir insanın gerçekleştirebileceği en güçlü ve en spesifik eylemlerden birisidir. Ona göre “Politikanın varlık nedeni özgürlük; deneyim alanı da eylemdir. İnsanlar eylemde bulundukları sürece özgürdür. Ne ondan önce ne de ondan sonra; çünkü özgür olmak ve eylemde bulunmak bir ve aynı şeydir” (Berktay, 2015: 709). Buradan da ulaşılan sonuç insanı yüceleştiren eylem yapmak ancak politika yapmakla mümkündür. Bir başka sonuçta şudur; eylem, özgürlük ve politika demokrasi sisteminin matrisidir. İç içedir.

48

“Eylemin başarıları mucizevidir; daima bir doğal ya da toplumsal sürecin tümüyle beklenmedik bir biçimde kesintiye uğratılmasına yol açar. Arendt için mucizeler, dinsel ve öte-dünyacı değil esas olarak politik ve bu dünyacıdır. Buradan da mucize yaratma yetisinin insan yetenekleri içinde bir şey olduğu sonucu çıkar” (Berktay, 2015: 709). İnsanın en güçlü eylemlerinden biri de kaçınılmaz olarak konuşmadır. İnsan konuşarak çoğulluk içinde var olur, biricik olur. Arendt’e göre “sözün mevzu-bahis olduğu her yerde meseleler tanımı gereği politiktir; çünkü insanı siyasi bir varlık yapan sözdür” (Arendt, 2011: 30). “Dünyadaki şeylerden ne denli etkilenirsek etkilenelim, bunlar bizi ne denli derinden kavrarsa kavrasın, ancak başka insanlarla onlar hakkında konuştuğumuz zaman bizim için insanilik kazanırlar. Dünyada ve kendi içimizde olup bitenleri yalnızca onlar hakkında konuştuğumuz zaman insanileştiririz ve ancak bu konuşma süreci içinde insan olmayı öğreniriz” (Berktay, 2015: 708). Bu nokta, akla hemen Habermas’ın söylemsel kamusal alan modelini getirmektedir. İletişimsel eylem kavramını ve bu eylemin önemini anımsatmaktadır. Zaten Habermas’ta bu konuda Arendt’e olan borcunu teslim etmektedir.

Arendt’in, Antik Yunan’dan esinlenerek geliştirdiği modelin, yine onun kitle toplumu olarak ifade ettiği modern toplum koşullarına nasıl uyarlanacağı konusundaki belirsizlik ortadadır. Onun çalışma metodu, tarihsel bir olgudan (Antik Yunan Modeli) hareket ederek normatif sonuçlara doğru ilerlemeye çalışmaktır.19 Çalışması,

demokratik siyasal katılım olanakları yaratmak, toplumsal uzlaşma, eyleme ve bütünleşme kipleri oluşturmak gibi sosyal bilimlerdeki en önemli konulardan bazılarına yanıt vermiştir. İnsan, ona göre özgürlük ve eylem armağanlarına sahip olarak en önemli varlıklardan biridir. Dünya, böyle bireyler tarafından yaratılan bir dünyadır. Arendt’in eserlerindeki umut verici ve gerçekçi esinti buradan kaynaklıdır. İnsan olmak özgür olmakla aynıdır ve politika, özgürlük vaadinin gerçekleştirileceği yerdir. Ona göre ‘her insan, başlangıçtır.

19 Bu metod ileride detaylı şekilde ele almak istenilen Habermas’ın modelinde de kimi sıkıntılar yaratacaktır. O da Avrupa’daki modernliğin başlangıç evresinden hareketle burjuva kamusunu incelemiş ve kamu modelini bu odak üzerin yerleştirmiştir. Bu da, diğer başka kamusallık deneyimlerinin dışlanması gibi kimi sıkıntılara yol açmıştır.

49

1.3.4.Proleter Kamusal Alan Modeli: Oskar Negt ve Alexander Kluge