• Sonuç bulunamadı

1.2. KAMUSAL ALANIN SINIRLARI

1.2.1. Kamusal Alan Devletin Neresinde?

Kamusal alanın sınırları çizilirken ilk göze çarpan nişanesi şudur; kamusal alan, devlet dışı bir alan olarak kurgulanmaktadır. Doğrusu, hükümetin müdahaleciliğinin dışında var olan bir alan olarak belirmektedir. ‘Toplumsal’ ın buluşma ve eyleme ortamı olan kamusal alanın, devletle ilişkisini anlamaya çalışıldığında görünen şu olacaktır: Devlet, kamusal alanın bir parçası değildir. Devlet otoritesi siyasal kamu alanında işlevselse de, bu alanın parçası değildir. “Bu alan kavramsal olarak devletten ayrı, ilkesel olarak ta devlete karşı eleştirel söylemlerin üretildiği ve dolaştığı bir alandır” (Özbek, 2015: 30). Demokrasimizin temelinde yatan fikirlerin sahibi olan Locke, bu alanı bu yüzden ziyadesiyle önemser. “Felsefi görüşler, dini inanışlar siyasal iktidarın veya devletin ilgi ve yetki alanı değildir” (Arslan, 2009: 218).

Kamusal alanlar siyasal otorite tarafından tecavüz edilemeyecek, devletin dışında var olan toplumsal sahalardır. Örneğin kamusal alanın tarihteki ilk örneği

13 Habermas’ın kamusal alanını oluşturan bireyler, basitçe, kalabalıklar, diye nitelendirilemez. Habermas’ın bu okuması, Meral Özbek’in editörlüğünü yaptığı ‘Kamusal Alan’ isimli eserde yer almaktadır. Habermas’a ait “Kamusal Alan” isimli yazı ilk kez 1964 yılında bir ansiklopedi makalesi olarak basılmasının ardından pekçok İngilizce derleme ve dergi içinde tecrübe edilerek yeniden basılmıştır.

29

olarak antik kent devletine bakıldığında, Atina da kişilerin ancak siyasi olarak bir araya geldikleri görülmektedir. Bir araya gelen söz konusu siyasi kişiler birlikte yasa yapmakta ve bu durum onlara bir kimlik kazandırmaktadır. 18. yy. da ise bunun tam tersine kamusal alan tasavvuru “siyasi yapılara hiçbir şey borçlu olmayan, onlardan bağımsız biçimde var olduğu düşünülen ortak tartışma mekânı şeklindedir (Taylor, 2006: 98).

Yine tarihteki bir timsali olarak burjuva kamusu da, devletle toplumun arasındaki gerilim sahasında, fakat özel alanın bir parçası olarak kalacak şekilde gelişmiştir. Bu ayrım Ortaçağ’ın ikinci yarısından sonra belirginleşmiştir. Yani burjuva kamusunun oluşumunu belirleyen, bu iki alan arasındaki bölünmedir (Habermas, 2014: 251) ve bu bölünme Habermas’a göre bir anlamda kamusal alanın olduğu kadar devletin de bulanıklıktan arınmasının, durulaşmasının bir güvencesi niteliğindedir:

“İlk modern anayasalarda temel haklar kataloğu bölümleri liberal burjuva kamusallık modelinin aynasıdır: toplumun özel özerklik alanı olmasını güvencelerler. Onun karşısında az sayıda işlevle sınırlı kamu erki ve adeta ikisinin arasında, devletin vatandaşları olarak devletle burjuva toplumunun ihtiyaçları arasında aracılık eden, bir kamusal topluluk olarak biraraya gelmiş özel şahıslar. Bu tarz bir siyasal otoritenin ölçüsünü sağlayacak olan bu kamusal aracılık, serbest mal mübadelesine (ve onunla birlikte, piyasa ve eşdeğerlerin değişimi mekanizmasına içkin olan ve mülk edinme yani özel bağımsızlık ve siyasal katılım14 hakkı elde etme konusunda fırsat eşitliği öngören adalet ilkesine) dayalı bir toplumun koşullarında, özel şahıslar arasındaki ilişki piyasada ve kamusal alanda egemenlikten özgürleştiği takdirde, güvence altına alınmış sayılır. Egemenlikten özerkleşmiş bir alan olarak küçük mülk sahiplerinden müteşekkil bir toplum içinde,

14 Siyasal katılma; toplum üyelerinin veya vatandaşların, siyasal sitem karşısında tutumlarını ya da durumlarını belirleyen, bir kavramdır. Bunu sadece seçimlerde oy kullanmaktan ibaret saymamak gerekmektedir. Aksine katılma; basit bir meraktan, yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve aktivite alanını anlatmaktadır (Kapani, 1997: 130).

30

bütün iktidar ilişkileri kendiliğinden tarafsızlaşacaktır” (Habermas, 2014: 361).

Görüldüğü gibi, kamusal alan sadece ilkesel anlamda devletten ayrı olan ya da söylemsel olarak ona karşı olan bir yer değildir; ama aynı zamanda resmi ekonomiden ve pazar ilişkilerinden de bağımsızdır. Öyle olması beklenir. Özbek’in öz ifadeleriyle: “Pazar ilişkilerin değil, söylemsel ilişkilerin alanı; satın almak ve satmak yerine, fikir mücadelesi ve müzakeresi için bir sahnedir” (Özbek, 2015: 30).

Devlet-kamusal alan münasebetinde devletin kamusal alana karşı kimi sorumlulukları vardır. Devlet, kendine ait bazı işleyişlerin aleni olması ilkesini yerine getirmek durumundadır. Olup biteni halka aktarmak, devletin yükümlülüklerinden dir. Kamusal alan, toplum ve devlet arasında aracılık eden, içinde kamunun kendisini, kamuoyunun oluşturucusu olarak örgütleyebildiği bir alandır. Yani kamusal alan devletin bir uzamı değildir; fakat diğer yandan devlet, siyasi kamunun bir parçasıdır. Şöyle ki “Siyasi kamu, vatandaşların oluşturduğu bir kamusal topluluğun müzakereye dayalı kanaat ve irade oluşumunu sağlayacak iletişim koşullarını ifade eder.” O halde, kamusal tartışmalar şayet devletin uygulamalarıyla ilgiliyse siyasi kamu söz konusudur ve bu noktada devletin üzerine düşen, kamuyu gözetmek ve siyasi kamunun taleplerine kulak vermektir. Ancak bunun için de iletişimsel yönetim ve hukuk devletinin güvenceleri yeterli değildir. Aynı zamanda, toplumsallaşma biçimleriyle ve kültürel gelenekleriyle özgürlüğe alışkın bir halkın varlığı da devletin gücünün sınırlarının belirlenmesinde gereklidir (Erdoğan, 2006: 93-95).

Bu bağlamın öneminin farkında olan Habermas, ansiklopedik eserinde Burke’nin Politics adlı eserindeki şu cümlelere yer verir:

“Özgür bir ülkede diye yazar Burke, herkes bütün toplumsal konularla ilgisi bulunduğunu, çünkü bu konular üzerine bir görüş oluşturmaya ve beyan etmeye hakkı olduğunu düşünür. Herkes bu konuları tanımlayabilir, inceleyebilir ve tartışabilir. Özgür bir ülkenin insanları meraklı, sabırsız, uyanık ve kıskançtırlar; bu sorunları düşüncelerinin ve keşiflerinin gündelik konuları haline getirmek suretiyle çok sayıda insan bunların kabul edilebilir bir bilgisine ulaşır; bazıları ise dikkate değer bilgilere… Öte yandan kamuyu ilgilendiren konular hakkında düşünce ya da ilgi sahibi olmaya herkesin değil sadece görevi bunu icap

31

ettirenlerin davet edildiği ve bunların bir başkasının görüşüyle karşı karşıya gelmekten kaçındığı ülkelerde, bu türden bir ehliyet, hayatın herhangi bir evresinde son derece kıttır. Özgür ülkelerde dükkân ve atölyelerinde, bir görüş kendilerine gelinceye kadar görüş sahibi olmaya cesaret edilemeyen ülkelerdeki hükümdarların kabinelerinde olduğundan çok daha fazla gerçek kamusal bilgelik ve tecrübe bulunur” (Habermas, 2014: 187).

Buraya kadar kamusal alanın devletle olan ilişkisi ve ekonomi ile olan ilişkisi betimlenebildiyse ve bu alanın ‘toplumsal’ın alanı olduğu vurgulanabildiyse, bundan sonra da bu alanın sivil toplumla olan ilişkisine bakmakta fayda olacaktır. Çünkü daha önce de değinildiği gibi kamusal alan kavramı muğlaktır ve sivil toplumla oldukça karıştırılmaktadır.