• Sonuç bulunamadı

Özel Olan Politiktir: Cinsellik Üzerinden Muhalefet Cinselliğin 1980 sonrasında politik süreçlerin bir argümanı haline gelmesine

2.1 12 EYLÜL SONRASI İDEALLERİN YENİLGİSİ VE ÖYKÜDE GÖRÜNÜMLERİ

2.2.2 Özel Olan Politiktir: Cinsellik Üzerinden Muhalefet Cinselliğin 1980 sonrasında politik süreçlerin bir argümanı haline gelmesine

dair üç başlık altında tespit yapmıştık. Bunun birincisi, radikal feministlerin; özel olan politiktir mottosunun çerçevesine giriyor ve mahrem olan ne varsa kamusal alanın görüntülerine karışmasını öngörüyordu. Yükselen cinsellikle ilgili bir diğer tespitimiz, darbenin başkaca söz söyleyebilecek bir alan bırakmadığı bu dönemde yazarların meselesizlikten bu alana yönelmesi şeklindeki toplumsal gerçekliğe dayanıyordu. Diğer tespitimiz ise piyasa koşullarının bu dönemde yükselen cinselliği şekillendirdiğini ve bir imaj olarak cinselliğin çeşitli erkek dergilerinden tutun da bir şarkıcının şuh şarkısına ve reklam filmlerinden edebiyat eserlerine kadar bir malzeme olarak tüketilmek için sunulduğunu iddia ediyordu.

341 a.e., s.85

153 Üçüncü iddiamızdan başlayacak olursak Murat Özgen bu konuyla alakalı olarak şu tespiti yapar343: “12 Eylül hareketi ülkedeki tüm muhalif sesleri susturmuş, özellikle basın kuruluşları sıkıyönetim esasları çerçevesinde görev yapar hale gelmişti. Anılan dönemde yapılan baskılar nedeniyle, basının siyasi nitelikli haberlerden uzaklaşarak, tirajı belli bir seviyede tutmak ve ekonomik olarak ayakta durmak adına magazin habere ve ayrıca insanoğlunun en temel iç güdüsü olan cinsel ağırlıklı konulara yönelmesi söz konusu olmuştur” Koloğlu da gazetecilerin bu alana kaymasını benzer şekilde değerlendirmektedir: “Haklarında soruşturma açılmış kişilerin basından uzaklaştırılması sağlandı. Birçok düşünür de ciddi şeyler yazmak olanağını kaybedip, geçim zoruyla seks konularını işlemek zorunda bırakıldılar.”

12 Eylül öncesinin kaotik ortamının darbe ile sonuçlanmış olması ve darbenin bütün iddiaları geçersiz kılması, ideolojik tutumların bahsedildiği üzere boşa çıkmasına sebep olmuş âdeta “savaşma, seviş” bir slogan olarak benimsenmiştir. Dönemin öykücülerinden Muzaffer Buyrukçu da 1983 yılında yazdığı Günlerden Bir Gün isimli öyküsünde bu duruma gönderme yapacak ve kaosun içinden yükselen cinselliği öyküsünde şu şekilde işleyecektir:

“Anıttepe yöresindeki patlamaları, Sıhhiye’den gelen makineli tüfek takırtılarını, apartmanı ayağa kaldıran abla-kardeş dalaşmasını duymadılar. Durmadan varlıklarının derinliklerine, o derinliklerin de altlarındaki derinliklere inebilecek olanakları arıyor, birleşmenin ölümsüz gerçeğini etleriyle, kanlarıyla, ruhlarıyla birbirlerine aktarıyorlardı…/…/Savaşma seviş ilkesini eylemlerinin temeli yapan Hippilere hayrandı. Sonra bir şey daha vardı: Tanıdığı tanımadığı kötülüklerin hepsi benliğini terk ediyordu sevişirken…arınıyordu o zaman kirleri eriyordu.” 344

Muzaffer Buyrukçu’nun öyküsünde işlediği bu konu, 1960-1980 arasındaki devrim ümidiyle dünya genelinde ortaya çıkan ayaklanmalardan bozguna uğrayan sosyalist arzuların, nihilist bir hazcılığa yönelmesine ve Lyotord’un bu gerçek üzere

343 Murat Özgen, “1980 Sonrası Türk Medyasında Gelişmeler ve Magazinleşme Olgusu”, http://www.siyasaliletisim.org/drbahadr-kaleaas/prof-dr-murat-oezgen/221-1980-sonras-tuerk- medyasnda-gelimeler-ve-magazinleme-olgusu.html

154 kapitalizmle sosyalizm aynı şeydir, kapitalizmi yıkacak tek güç dünya gençliği arasındaki arzu akışı olabilirdi teziyle de uyum göstermektedir345.

Gazetelerde üçüncü sayfa güzellerinin ilk sayfalara taşındığı 80 sonrası dönemde, cinselliğin söylem alanından konuşmak aynı zamanda bir muhalefet biçimine dönüşüyordu. Foucault’un cinselliğin muhalif bir söylem alanına dönüşmesine dair tespitini burada bir daha alıntılamakta fayda var: 346 “ Eğer cinsellik bastırılıyor yani yasak yok sayılma ve suskunluğa itiliyorsa salt onun ve bastırılmasının sözünü etmek bile kararlı bir karşı çıkış havası taşır. Bu dili konuşan kişi belli bir noktaya kadar iktidar dışında kalır, yasayı sarsar, mütevazi bir biçimde de olsa gelecekteki özgürlüğün koşullarını hazırlar. Foucault cinsellikten bahsedenlerin; “kurulu düzene meydan okumanın ve gelişini çabuklaştırmaya katkıda bulunduğu bir geleceğin bilinciyle konuştuğunu öne sürer. Gelecekte onları bekleyen şeyin ise adeta bir cennet vaadi gibi devrim ve haz olduğunu söyler.”

1980 sonrasında aşk ve duygu yoksunu cinselliklerle karşılaşabiliriz. Büyük rüyaların sona ermesi 1980 sonrasında koşutsuz şekilde dünya sistemine eklemlenme öykücülerin bireysel çırpınışlarında cinselliği kimi zaman tutamak olarak almalarına yol açmıştır.347 diyen Ercan Yıldırım’ın bu tespitini kanıtlar şekilde Tarık Dursun K’nın 1982 yılında yayınlanan İmbatla Dol Kalbim kitabındaki Kum Saati348 isimli öyküsüne baktığımız zaman, kurgusal bir akışı olmayan, bir bağ evinde birlikte olan bir kadınla erkeğin konuşmalarını okuruz. Öykü sadece cinsel yakınlaşma teması üzerine şekillendirilmiştir. Bu yönüyle de cinselliğin söze dökülmüş olmasından daha ötede bir şey anlatmaz.“ Bağ evinin penceresinden sıza konmuş bir alacalık, tek kişilik karyolanın demirlerine tutunmuştu…/…/ İkisi de çıplaktılar. Hiçbir utanma duymuyorlardı birbirlerinden. Yatağa oturdu. Konyak şişesindeki son yudumu da içti.349” Aynı yazarın 1984 tarihli Ona Sevdiğimi Söyle isimli bir başka kitabındaki Eşik isimli öyküsünde de benzer görüntülerle karşılaşırız.

345 a.e., s. 44

346 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2007, s. 14 347 Ercan Yıldırım, Modern Türk’ün Hikâyesi, İstanbul, Elips Kitap, 2011, s. 101 348 Tarık Dursun K. İmbatla Dol Kalbim, İstanbul, Adam Yayıncılık, 1982, s. 52 349 a.e., s. 53

155

“ Bağ evinin kapısını açtığında, korkunu hemencecik sezmişti. Önden sen giresin diye yana çekildi, durdu. Yüzüne bakamıyordun, korkuyordun, korkuyordu…/…/ Filmlerde romanlarda böyle değil miydi? Kızla oğlan kaçamak, herkesten gizli uzak bir bağ evinde buluşmuyorlar mıydı?” 350

Yazar, iki yıl arayla ortaya koyduğu iki farklı eserdeki bu benzer temalara sahip öykülerle, bir yönüyle toplumun bastırılmış, gizli kapılar ardında kalmış cinselliğini aydınlatmayı görev edinmiş gibi durmaktadır. Tarık Dursun K’nın 22 Ekim 2011 tarihli Beni Götüren Leylek isimli köşe yazısı cinselliğe dair görüşlerini net olarak yansıtmaktadır. “Cinsellik konu olarak da batı bizdeki tutucu davranışı yıllar yıllar önce aştı. Hoş adına medya dediğimiz olgu aracılığıyla ( günlük, haftalık, aylık yayınlar kitaplar, dergiler ve özel tv kanalları, dvd ve cdler, sex shoplar ve açık saçık filmler ile…) bizde de aşıldı aşılmasına fakat bunu kabule etmemekte direndiğimiz ve bir tür tabu olarak görmeyi sürdürdüğümüz de ayrı bir gerçektir.” diyen yazarın, politik bir bilinçle cinselliği işlediği ve bir tabu olarak gördüğü cinselliğe dair konuları seksenlerin başında da da söze döktüğü görülmektedir.

Tarık Dursun K’nın Ayrılık Yazı351 isimli bir diğer öyküsünde cinsellik daha net bir şekilde teşhir edilir. Öykü tıpkı diğerleri gibi belli bir temaya sahip değildir, meselesi olmayan öykünün en belirgin ögesi yine iki farklı cinsin birlikteliği ve cinsel birleşme öncesi ve sonrasına dair konuşmalarıdır. Öykünün cinselliğe dair davetkâr tavrı burada anlatı biçiminde de ortaya çıkar. Yazar öyküsünde ikinci kişili anlatıcı ve bakış açısı kullanarak öykünün kurgusal kahramanına hitap ederken aynı zamanda okuru da kendisine muhatap kılmaktadır. Okuyucu, bu tarz metinleri okuduğunda bazı ortak duygular aracılığıyla kahramanla kendini özdeşleştirir ve bir anda kendisini de öykünün kahramanı haline getirir ve bu davetkar biçimle okuyucu karaktere değil de kendisine hitap edildiğini varsayabilir. Bu açıdan bakıldığında cinselliğin davetkârlığının üzerine anlatı biçiminin ikincil tekil şahısla kurgulanmış olmasının davetkârlığı eklendiğinde okurun da cinselliğin davetine açık hale getirilmek istendiği sonucuna ulaşabilir. Öyküden yazarın cinselliğe davet eden

350 Tarık Dursun K. Ona Sevdiğimi Söyle, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1985, s. 7 351 a.e., s. 7-14

156 çeşitli cümleleri şu şekildedir:352 “Sokaktan gelen ayak seslerini duydun…/…/Kıpırdamadan olduğun yerde gözlerini açtın, tavanı gördün…/…/ Ellerinden tutup ayırdın, göğüslerinin içe dönük başlarından öptün... Az sonra son kez öpüp evden çıkacaktın…”

Yazar, cinsellik konusunu sadece iki aşık arasındaki ilişki üzerinden ele almaz, görünen odur ki cinselliğin her türlüsü söze dökülmeli ve bu tabu olarak görünen alan yıkılarak toplum bu konuda bilgi sahibi olmalıdır. Yazarın yukarıda alıntıladığımız görüşleri de bu yöndedir. Nerde Eski Mehtabın Hüznü353 isimli öyküsünde pavyonlarda şarkı söyleyerek hayatını kazanan bir çingenenin hayatına eğilir. Alt kültürün mercek altına alındığı bu öyküde Tepecik’ten çıkarak hayatın önüne çıkardığı basamakları tırmanan bir kadının hikayesi anlatılır. Kadının bu hikâyede gerek kendi ailesinde babası ile annesinin cinsel hayatlarını anlatması, gerekse kendisinin cinsel hayatına dair görüntüleri açıkça paylaşması önemlidir.354 Eeee babam da filinta gibi bir herifti doğrusu, kapı gibi adamdı, çok da azgındı. Anamı altına almadığı, inim inim inletmediği bir geceyi söyle şu dişimi, hem de altın olan dişimi kırayım, öyle işte.”

Aile içi cinselliğin söze dökülmesinden ve anne babanın cinsel hayatına dair görüntülerin hikâyenin anlatıcı kişisi tarafından açıkça konuşulmasından anlıyoruz ki yazar yine 2011 yılında ortaya koyduğu yazısındaki politik bilincinin zihinsel kodlarıyla metinlerini oluşturmuştur. Mezkur yazının başlığında yazar355; “Beni Götüren Leylek” diyor ve çocukların kendilerinin var oluşlarına dair sorgulamalarına halk muhayyilesinin verdiği cevap olan “Seni leylekler getirdi.” söylemini eleştirerek, tavrını cinselliğin açıkça konuşulmasından yana koyuyordu.

Tarık Dursun K’nın davetine ondan 10 yıl sonra Halime Toros Sahurda Gelen Erkekler üzerinde karşı çıkacak, gelenek-modernizm ilişkisi üzerine şekillendirdiği öyküsünde Düzeyde isimli kahramanı üzerinden kadın modernleşmesini müşahhaslaştırarak, hayatın kadın ve cinsellik üzerinden kurcalanmasının

352 a.e., s. 7-12

353 a.e., s. 20-28 354 a.e., s. 21

157 mutsuzluğu beraberinde getireceğini söyleyecekti356:“ Bu kız hiç olmadı, hayat bu kadar kurcalanırsa mutlu olunamazdı tabi. Kızın gidişatının gidişat olmadığını biliyordu. Yalnız elden ne gelir?”

Bu cevabın arka fonunda Tarık Dursun K. Ve sonra değineceğimiz Muzaffer Buyrukçu, Buket Uzuner gibi öykücülerin cinselliğin söze dökülmesi ve rahatça konuşulması yönünde tavırlarının zıttı bir tavrı görürüz. Düzeyde üzerinden ele aldığı kadın kimliği, kendini dayatılan modern formlar sebebiyle ait olmadığı, kültürel kodlarına uyum göstermeyen bir dünyadan seslenmek zorunda kalmaktadır. Halime Toros, Düzeyde ile kızının konuşmalarının geçtiği bölümde bu meseleyi şu şekilde işler:

“ Şimdi Düzeyde yalnızlığında yaşıyor. Mustafa Bey emekli olup evin en güzel köşesinde yerleşti. Kız evlenip uzaklaştı. Ömer eve yılda bir uğruyor. Cuma günü sohbetlerinin bütün kadınları torunlara karıştılar, felç oldular, yataklarından çıkamaz oldular, öldüler, dünya hali oldular. Ne olduysa oldu, Cuma günleri bitti. Aişeler, Fatmalar sanki onlarla birlikte yaşlandı. Ömer’in öfkesi soldu. Ali’nin kılıcı paslandı. Geçmiş, geçmiş oldu. Eski Cumaların hüznüne kapılıp yollara düştüğü bir gün, ayağı yanlış zamanlara kaydı. Bir kalabalığın ortasındaydı. “ Bağır, herkes duysun diye sesleniliyordu ona. Yakasına rozet iliştirmeye kalkışıyorlardı. Düzeyde güzelim Cuma gününden 8 Mart’a düşmüştü. Burada öfke vardı…Dua yoktu.” 357

İslam’ın ilk dönemlerinde kadının Cuma namazı ile kamusal alan tecrübesi yaşadığı fikri üzerinden şekillenen modernist tartışmaların ortasında, günün kadınının, kamusal alan tecrübesini sokaklarda yaşamasının onu getireceği nokta da Toros’un öyküde ironi ile aldığı bir durumdur. Toros, bu yeni duruma karşı; Eski Cumaların hüznüne kapılıp yollara düştüğü bir gün, ayağı yanlış zamanlara kaydı. Bir kalabalığın ortasındaydı” diyecektir. Bunun sebebi ise yine öyküden örnek verecek olursak; “Cuma günleri bitti. Aişeler, Fatmalar sanki onlarla birlikte yaşlandı. Ömer’in öfkesi soldu. Ali’nin kılıcı paslandı. Geçmiş, geçmiş oldu.” diyecektir.

356 Halime Toros, Sahurla Gelen Erkekler, İstanbul, Vadi Yayınları, 1994, s. 57 357 a.e., s. 56-57

158 Öykünün devam eden bölümünde Halime Toros, mahremiyet konusunu tartışmaya açacak, yine burada da mahrem alanın yırtılması, özel olan her şeyin politik hale gelerek kamu önünde konuşulmasının aksine, özel olan da bile mahremiyetin savunulduğu düşünme biçiminden yana tavrını koyacaktır. Kızıyla aralarında geçen cinsellik üzerindeki konuşmadan bunu anlarız. Kızı burada kadın üzerinden modernist kimlik inşası fikrini taşıyanları temsil etmektedir:

“ ‘Anne sen hiç orgazm oldun mu? Gelinlik kızlar gibi utanma lütfen. Babam seni mutlu etti mi? Kadınlığını hissettirdi mi? Yoksa o da diğerleri gibi…’ Düzeyde’nin hatrına eski günler geldi. Kocasıyla yatağa girdiklerinde başındaki tülbenti sıkıca kundak yapardı hicabından. O kundak hiç çözülmezdi. Üstlerine aldıkları örtüyü Düzeyde, bir gün olsun itmemişti kenara. Utanarak, sıkılarak, bir an önce bitmesini dileyerek. ‘ Anne saçmalama! Cinsellik ayıp değil. Hele suç hiç değil! Nerden çıkarıyorsun bunları? Hangi kitaptan okudun? Kimden duydun? Senin yüzünden cinselliği suç gibi algıladık. Nasıl doğduğumuza şaşırdık. Sen ve babamdan asla böyle bir şey beklenmezdi. Adamın bir kere bile dokunduğunu görmedik ki sana. Peki nasıl olmuşta doğmuştuk? Sinirlenince hani derdin ya, ‘ Çingeneler getirdi sizi’ diye. Böyle ana- babanın…Çocukları olamazdı. Bu yüzden bazen inanırdık çingene çocuğu olduğumuza.” 358

Düzeyde burada kızının adeta tacizine maruz kalıyor daha genel anlamda kızında temsil edilen dünya görüşü Düzeyde’nin mahrem alanına tecavüz ediyordu. Buna karşı Düzeyde, içine kapanmayı, köşesine çekilmeyi, direnmeyi seçecekti. Halime Toros’un öykü kişisi Düzeyde’nin karşı çıktığı ve kızında örneğini ortaya çıkan cinselliğin bir tabu olduğu ve yıkılması gerektiğine dair anlayışın bir diğer örneğini Buket Uzuner’in Bir Kadın Yazar’ın Satış Rekorları Kıracak Kitabı359 isimli öyküsünde görürüz. Öykü tam olarak “Özel Olanın Politikleşmesini” bir tez olarak işler. Yazarın öyküde ortaya koyduğu teze baktığımızda aslında politik olmayan hiçbir şey yoktur ve aslında aile içi problemler siyasal, sosyal ve ekonomik problemlerden bağımsız değildir. Bu yönüyle özel olanın politik olandan ayırt edilmemesi gerekir.

358 a.e., s.57

159 Yazar öyküsünde kendisini bireycilikle suçlar, herkes gibi savaşlardan, politikadan bahsetmesi gerektiğini söyler ama bilinçaltında evde çocuğuyla ilişkilerine dair görüntüler anlatıyı bastırır ve öne çıkar. Yazarın, ben politik olanı anlatmalıyım demesine rağmen kendi özelini anlatıyor olması aslında ironik bir şekilde asıl politik olan özel olandır anlamını içermektedir. Zira yazar, aşağıya alıntılayacağım bu bölümde “Oysa ben savaş romanları yazacağım artık. Ben öyle bir roman yazacağım ki satış rekorları kıracak. İkinci Dünya Savaşı, Auschtwitz çok fazla işlendi. Ben canlı savaşı günümüzdeki savaşı anlatmalıyım.360” ifadesini kullandıktan sonra kendi hayatında olanları anlatmaya başlamasıyla günün savaşının aslında aile içi problemler, bastırılmış cinsellik ve benzeri durumlar olduğunu ortaya koyar.

“ Eski editörümle konuştuktan sonra artık özel yaşantım da çok bencil ve bireyci geliyor bana. Ben burada kızımla, günlük yaşamın en küçük ayrıntıları için bile hesaplaşmak zorunda kalıyorum. Oysa iyi bir yazar güncelliklerden sıyrılabilmeli, küçük hesapları bırakıp adam gibi şeyler yazmalı: Yani savaşları, ekonomiyi, politikayı, sosyolojiyi, kuramları, evet evet ben de bunları yapmalıyım.” 361

Yazar aklından bunları geçiriyor olmakla birlikte söylediklerini yapması mümkün olmayacaktır. Anlatıcı kişinin, yani yazarın politik alanı kendi dünyası olmuştur ve özel olanın politik olana dair sınırlardan içeri girmesi gerekmektedir. Bu yüzden de yazar bu ifadeleri kullandıktan hemen sonra öyküsüne adeta bir tezi ispatlamak ister gibi şu şekilde devam eder:

“ Anne sütün kaynadı bal koyayım mı içine? Çayları da sen getirsene. Kızım on yaşında, her anneye, yavrusu akıllıdır güzeldir o nedenle benimki de öyle.

Eee nedir bu surat anne.

Kraliçeler gibi uyandırıp kahvaltıya tahtırevanla getirdik, hala yüzün bir karış asık.

360 a.e., s.57

160

Şekeri uzatır mısın? Dinle bak ne diyeceğim, hani bana geçen hafta anlattığın o öykü tasarısı var ya onu Cem’e anlattım dün okulda. Yalnız yaşayan bir insanın, çocuk yetiştirirken karşılaştığı zorluklar ve çocukların değişen dünyası. Öyle dememiş miydin anne.

Tıpatıp böyle demiştim. Cem de çok sevdi dedi ki annen mutlaka bunu yazmalı. Yazmalı ki herkes benim annemin babam olmadan beni tek başına büyütmesinin ne zor olduğunu anlasın. Beni dinliyor musun anne? Kızım akıllı ama galiba çok konuşuyor.

İşimden öğle yemeği için çıktığımda işlek bir bulvarın kalabalığına katılıp yürümeye koyuldum. Eylül sonunun yaz yorgunluğunda kent. Çocuğuyla yalnız yaşayan bir anneyi anlatmak sayıları büyük kentlerde artsa da yine de özeli anlatmaktır. Oysa ben savaş romanları yazacağım artık. Ben öyle bir roman yazacağım ki satış rekorları kıracak. İkinci Dünya Savaşı, Auschtwitz çok fazla işlendi. Ben canlı savaşı günümüzdeki savaşı anlatmalıyım.362”

Yazar aklından bunları geçirirken arkadaşının uyarısıyla irkilir ve birden zihnini toplar. Arkadaşıyla aralarında şu konuşma geçecektir:

“Bana bak, bir gün gel de çay içelim, anlatacaklarım var. Öyle şeyler ki, ancak bir kadın yazar bunların önemini vurgular yazdıklarında. Ayol. Yirmi yaşındaki üniversiteli çocuklar, daha hâlâ çocuk oluşumunun, menstrüasyonun mekanizmasını, biyolojisini hiç bilmiyorlar. Cinsel eğitim sıfır. Ben onlara, Gide, Camus, Aragou, Sartre öğretmenin daha mı pratik, daha mı yararlı olacağını bilemiyorum. Gel de, üniversite düzeyinde edebiyat, felsefe öğrenmeye gelen çocukların yasak ve ayıplarla cahil bırakılmışlıklarının dramını gör, kurak ürkekliğini, kuşkulu yalnızlığını gözle, yaşa ve yaz. Yaz bunları azizim, yazmalısın…”363

Muzaffer Buyrukçu cinselliğin söze dökülmesi konusunda neredeyse bütün kitaplarında bir örnek olarak öne çıkar. Buyrukçu cinselliğin her türlü görüntüsünü gözler önüne sererken cinsellik üzerinden toplumun gelişmişlik düzeyini ortaya koyduğuna inanır. Onun düşüncelerine göre cinsellik konusunda insanların zihinlerinde olanlar, toplum yaşamındaki davranışlarının şeklini belirler. Yazarın cinsellik üzerinden toplum yapısını incelemeye koyulduğunu söyleyebiliriz fakat yazarın cinselliği yoğun bir tema olarak kullanmasının 12 Eylül askeri darbesinden sonrasına rastlaması, darbenin öykünün tematik yapısı üzerindeki etkisi olarak

362 Buket Uzuner, Benim Adım Mayıs a.g.e., s. 57 363 a.e., s.59

161 okumaya bizi götürmektedir. Buyrukçu bu tespitimize rağmen kendi öyküsünde işlediği cinsellik teması üzerine şunları söyler:

“Yapıtlarımın içeriklerinde bulunanlardan biridir cinsellik." "...Bu ilişki, bütün ilişkilerin başlangıcı, anası babası, atası, kaynağıdır. Birey, öteki ilişkilerinden çok ayrı bir karakteri olan bu ilişkinin, yaşamların sürdürülmesinde, anlamlandırılmasında oynadığı rolün bilincine varır varmaz, ondan sonsuza kadar yararlanma yolları arar, bulur. ...Artık hep onunla birliktedir. (...) Böylesi evrensel bir temaya yazarların yaklaşması, ele alması, işlemesi, edebiyatla yoğurması kaçınılmazdır, çünkü cinsellik aynı zamanda insanın ve ülkesinin toplumsal, kültürel, siyasal yapısını, uygarlık düzeyini, gündelik yaşamdaki ağırlığını yansıtan çok büyük bir sorundur.364"

Buyrukçu’nun cinselliğe böylesi bir önem atfetmesi herhalde boşuna değildir. Öyle ki bir teklif olarak düşünürsek siyasal, sosyal ve kültürel analizlerin temeline

cinselliğin analizinin yerleştirilmesini önermektedir. O halde Buyrukçu’nun bu

önerisini pekâlâ Zizek’in The Sexual Is Polıtıcal365 ( Cinsel olan politiktir.) ifadesiyle birlikte ele alabiliriz. Kapitalizm, sömürü düzeni devam ettirilmek şartıyla artı değerin kimlere dağıtılacağı hususunda sürekli mücadeleye açıktır. Tam da bu yüzden artı değerden faydalanmak isteyen işçilerin birbirleriyle mücadele etmeleri gerekir. Emekçiler mücadelelerini artı değerden pay kapmakla sınırladıkları sürece libidinal ekonomiden sıyrılamazlar. Bu yüzden de sömürü devam eder. Sömürünün temelinde arzuları buluyoruz.366 İşçi sınıfından devrim umutlarının kesilmesi, postmarksistleri işçi sınıfını sömürünün bir parçası haline getiren arzuyu incelemeye itmiştir. Arzuları, cinselliği, anlamak bu yüzden toplumu anlamak anlamına gelecektir.

Buyrukçu’nun cinselliğin en sapkın görüntülerini gündemine aldığı “Olayların İçine Doğru” öyküsü Yaşar ve Ünal isimli iki arkadaşın denizde yüzerken karşılaştıkları bir ceset ve Yaşar’ın zihninden geçenler üzerine şekillenmiştir. Yazar

364 Cumhuriyet Kitap, Sadık Aslankara, 7 Eylül 2006

365 http://thephilosophicalsalon.com/the-sexual-is-political/ Erişim Tarihi: 02.04.2017

366PSYCHOANALYSIS AND MARXISM:FROM CAPITALIST-ALLTO COMMUNIST NON-

ALLCeren Özselçukand Yahya M. Madra Psychoanalysis, Culture & Society (2005)10, 79–97. doi:10.1057/palgrave.pcs.2100028, Çev: Ceren Özselçuk ve Yahya Madra, Psikanaliz ve Marksizm: