• Sonuç bulunamadı

BURJUVAZİ ÇEKİŞMESİ VE SONUÇLAR

Türkiye’nin toplumsal değişimine bakıldığında değişimin yönü merkez ile çevre arasındaki ilişkide, çevrenin merkeze yaklaşması ve merkezin buna karşı gösterdiği refleksler şeklinde özetlenebilir. Şerif Mardin’in merkez olarak nitelendirdiği, geleneksel Osmanlı bürokrat sınıfından, cumhuriyete intikal eden kurucu kadronun temsil ettiği yapıdır. Çevre bu merkeze yaklaşma eğilimi gösterdiğinde, merkezin bir şekilde onu dışarıda tutma çabası içinde olması ve taşrayı temsil eden çevrenin hamlelerinin oluşturduğu hareketlilik toplumsal değişimin başlıca sebebi olmuştur. 27 Mayıs’tan sonra da benzer bir refleksin Türkiye’nin sosyal yapısında ortaya çıktığı söylenebilir.

Menderes iktidarı döneminde çevreyi temsil eden gruplar, merkezde etkin olmaya başlamışlardı ve bu bürokrasiyi (küçük burjuvaziyi) temsil eden grupları rahatsız etmişti. Menderes iktidarı daha önceki bölümde de bahsedildiği gibi tek parti iktidarının hakim olduğu bir devrede, bürokrasinin Kadro hareketinden etkilenen bir kanadının, sanayi burjuvazisinin aleyhine gelişecek bir ekonomik yapılanmayı

64 oluşturma gayretlerinin aksi sonucu olarak; burjuvaziden geniş toprak sahiplerine kadar geniş bir ittifakın neticesiyle ortaya çıkmış ve iktidara gelmişti. Bu çoklu ittifakı oluşturan her bir grubun, iktidarı kendi siyasal beklentilerinin odağında tutmak gibi bir amaçları olsa da DP, popülist politikalarıyla reel politiğin belirlediği şartlara bağlı olarak gelişimini sürdürmüş ve devamlılığını geniş köylü ve ticaret burjuvazisinin desteklenmesine bağlayan popülist politikalar izlemişti. “Geniş bir köylü tabanına dayanarak tarım burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına göre hareket eden ve o arada sanayiye karşı tarım ve ticarete öncelik veren çizgisiyle DP, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlayan sanayi burjuvazisini karşısına almıştı.”163

DP’nin kendini iktidara taşıyan ittifak içerisindeki toplumsal tabanı en geniş grup olan geniş köylü kesimlerine ve ticaret burjuvazisine yönelik popülist politikaları ittifakın bozulması anlamını taşıyordu. Böylesi bir dönemde ittifakın sanayi burjuvazisini temsil eden grubu merkezi temsil eden bürokrasiyle yeni bir sürecin başlatıcısı olmak için anlaşmış görünüyordu.

27 Mayıs’ın çevrenin merkeze doğru hareketliliğinin sekteye uğraması anlamında küçük burjuvazi ile sanayi burjuvazisinin yeni bir ittifakının sonucu olarak devreye giren bir askeri darbe olduğunu söyleyebiliriz.164 “Demokrasi ve refah vaatlerinin sözcülüğünü ve “Kemalist devrimlerin bekçiliğini” üstlenen tek parti döneminin CHP’si, toplumsal ve iktisadî konumları yerinden edilen, mevcut yönetim tarafından karşı kutba itilen askerler, memurlar, aydınlar, sanayiciler ve diğerlerinin etrafında birleşmeye başladığı parti konumuna gelmişti.

Kalkınma, demokrasi ve Kemalizm, DP’ye karşı muhalefetin çerçevesini

163 Gökhan Atılgan, Yön Devrim Hareketi, Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel

Aydınlar, İstanbul, Tüstav, 2002, s. 28

164 “DP’nin iktidara gelişini “sevinç ve umutla” karşılayan 1950’nin genç subayları (Aydemir, 2000: 168) öfkeliydi; General Fahri Belen’in söylediğine göre (aktaran Özdemir, 1989: 42) artık "maişet derdiyle, gece şoförlük ve buna benzer işler” yapmaya başlamışlar, muhalif tutumlarını hissettirmeye başladıklarında ise Başbakan Menderes’ten "kravatlı şövalyeler” cevabını almışlardı (Erkanlı, 1972: 8). Tek parti döneminde daima ayrıcalıklı bir konuma sahip olan memurlar tedirgindi; büyük bir gelir kaybına uğradıkları gibi çıkarılan kanunlarla her an konumlarım kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmişlerdi (Eroğul, 1998: 162-164; Şayian, 1983: 298- 308). Aydınlar, gazeteciler, üniversite hocaları iktidarın karşısındaki yerlerini almaya başlamışlardı; Başbakan kendisini eleştiren öğretim üyelerine “kara cübbeliler” diyor (Aydemir, 2000: 183), ülkede ki sorunların yaratıcısı ve tahrik edicisi olarak gösterilen gazeteciler aleyhine sayısız davalar açılıyordu.” a.e., s. 28-29

65 çizen başlıca temalardı.”165 Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte DP çatısı altında toplanan ittifakın geniş köylü kesimleri dışındaki grupları, yeniden CHP saflarında bir araya gelmiş görünmektedir. Sanayi burjuvazisinin bürokrasiyi temsil eden CHP ile yeni bir ittifak içerisinde olması uluslararası piyasalar açısından da bir zorunluluk olarak görülmektedir. Sanayi burjuvazisinin sermaye birikiminin uluslararası piyasalara intibakının sağlanabilmesi bu birikimi yönetme ve yönlendirme açısından devletin ekonomiyi planlama tabanına oturtması ile mümkün olacaktı. Ne var ki popülist politikalar ile varlığını devam ettirme yolunu seçen DP iktidarının planlama tabanına oturtulmuş bir ekonomik politika izlemesi pek mümkün görünmüyordu. “Bu bakımdan, darbe, gerek dış baskılara, gerekse şehir kamuoyunun çeşitli tabakaları arasında artan memnuniyetsizliğe cevap veriyordu ve bütün bunlar sanayi burjuvazisinin projesinin desteklenmesini gündeme getiriyordu.166” 27 Mayıs darbesi, uluslararası sermaye yapılarının öngördüğü ekonomi politiğin iç piyasalarda hakim olabilmesi için burjuvazinin bürokrasiyi bir araç olarak kullandığı bir geçiş süreci olmaktan öte gidemeyecektir çünkü bu kısa süreli birliktelik yeni kurulan DPT’deki devletçi bürokratların burjuvazi tarafından istifaya zorlanması ile neticelenecektir.167 Her ne kadar burjuvazi, merkezi temsil eden bürokrasinin çizdiği sınırların dışına çıkmaya başlamış olsa da bürokrasinin Tanzimat ve daha sonra Cumhuriyet’e intikal eden maarifçi, halkı eğitmeyi amaçlayan ve kendini imtiyazlı bir grup olarak gören zihniyeti, bu dönemde yeni bir yorumla ortaya çıkmıştır. 1960- 1980 arasındaki dönemde ideolojik hakimiyeti elinde tutan bürokratik yapının çizdiği “tekelci düzenleme paradigmasının sınırları” içinde varlığını devam ettirmek zorunda kalan burjuvazi ile bürokratik zihniyet arasındaki mücadele 1960-1980 arası dönemdeki siyasal gerilimleri ortaya çıkarmıştır.168

Bu yeni tekelci paradigmanın yönlendiricileri ilk başlarda Ulus, Forum, Akis gibi dergi ve gazetelerde ortaya çıkmaya başlamış, daha sonra Yön dergisini çıkaracak olan Doğan Avcıoğlu’nun etrafında kümelenmişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Kadro Hareketine benzerliği ile dikkati çeken Yön Dergisi’nde bir araya

165 a.e., s. 30 166 a.e., s. 179

167 Çağlar Keyder, a.g.e.,s,180 168 a.e., 182

66 gelen bu gruplar, Menderes döneminde yara aldığını düşündükleri bürokratik zihniyetin tekrardan inşası için “Zinde Kuvvetleri” göreve çağırıyor, Kemalizm'in yeniden yorumlanarak ordu içindeki cunta aracılığıyla tatbiki için zihinsel çaba gösteriyorlardı. “Devleti kurtarmak” ona yeniden şekil vermek, çevrenin tehditi altında olan merkezin hinterlandını tekrardan genişletmek için yeni bir paradigma ile ortaya çıkan sol Kemalizm, teorik alt yapısını Yön Dergi sayfalarında ortaya koyuyordu.169 “Alt yapı üst yapıyı belirler,” şeklindeki marksist toplumsal değişim analizinin teorik çerçevesiyle iktisadi sistemin dönüşümünün toplumsal yapıyı dönüştüreceğine inanan Doğan Avcıoğlu, geçmişte öne çıkarılan maarifçilikten farklı olarak iktisadiyatçılığa vurgu yapıyordu. Avcıoğlu’na göre milli istihsal seviyesindeki artış, toplumun eğitimli bir yapıya kavuşmasının önünü açacak, toplumu sınırlayan ve yerelde eşrafın statüsünün dayanağı olan geleneksel değerler ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilecekti. “Yöncülerin, kendilerinden önceki aydın hareketlerinin “cahil olduğumuz için geriyiz, cehalet engelini aşarsak ilerleriz” şeklindeki tezlerini baş aşağı çevirip “geri olduğumuz için cahiliz, geri iktisadî yapıyı değiştirirsek cehaletten kurtuluruz” şeklinde formüle etlikleri görülüyor, “Onlara göre “kütlelerin” aydınlanma isteği, ancak “Karınları tok, sırtları pek, evleri sıcak olduğunda, bugün işli yarın işsiz olma,” tehlikesiyle karşı karşıya olmadıklarında belirebilecekti. Bu koşullar sağlanmadığında ise “kütleler”, “Karınlarını doyurmanın, sırtlarını giydirmenin, evlerini ısıtmanın, belki de ısıtacak bir ev bulmanın yollarını arayacaklar ve bu yollarda “ilâhi güçlere” sığınacaklardı. Aradan uzunca bir süre

169 “Devleti Kurtarmak” Osmanlı zihniyetinden günümüze intikal eden bir bürokratik devamlılığın doğal bir refleksi olarak görülebilir. Bürokratik oligarşinin devamlılığını sağlayan hukuki alt yapının sarsılması Bürokratik elitizmin de sarsılması anlamına geleceği için, hukukun devamlılığını sağlamak, Bürokrasinin elinde tuttuğu sosyal statünün de devamlılığını sağlamak anlamına gelecektir. Bu sebepten; Osmanlı döneminde “Şeriat elden gidiyor söylemiyle çok partili hayata geçişle birlikte bürokrasinin çevrenin tehditi altına girdiği dönemlerde ortaya çıkan “ Laiklik elden gidiyor,” söylemi arasındaki pek de bir fark yoktur. Çağlar Keyder’in Türkiye’de Devlet ve Sınıfları incelediği eserindeki şu yorumları, bu bağlamda doğrudan aktarmak da yarar vardır; “Devleti kurtarmak”, devletin varlık nedenleri uğruna yurttaş̧ haklarını, malî güç uğruna iktisadi gücü ve önderleri arkasında kenetlenme uğruna katılım ve demokrasiyi feda eden bütün gerekçelerin bir özetiydi. Bürokrasinin böyle bir tercih yapması olağandı; burjuvazinin muhalefetiyle karşılaşmayan bu tercih bütün halkın başlıca kaygısı haline gelerek kurumsallaştı. Kemalist eğitim sistemi, kendilerini hiç bitmeyen bir “devleti kurtarma” görevinin doğal adayları sayan mezunlarıyla bu kaygıyı yeniden üretti. Eğitimdeki bu öncelik öylesine sağlandı ki, tahsilliler, 1960’ların sonlarına kadar imtiyazlarının doğal olduğundan hiç şüphelenmediler. 1950’deki ve sonrasındaki anti-otoriter dalga bile tahsilli seçkinlerin normlarını değiştiremedi: Cumhuriyetçi modeli savunup, bu modelin kapsamını devletin daha da fazla kontrol edeceği bir sanayileşmeyi de içine alacak şekilde genişletmeye çalıştılar. Bir yandan da, güçlenmekte olan işadamlarına sonradan görmüş̧ taşralı yaftasını astılar.”

67 geçtikten sonra yayımlanan Devrim Bildirisi, mevcut düzenle “cehaletten kurtulma davasının çözülemediğini” belirtecek; halkın, “çocukları Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına gönderdiğini ve bunun bizzat mevcut sistemden kaynaklandığını” söyleyecekti.170

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kendisinde halkı aydınlatma görevi olduğunu “vehmeden”171 Türk Ocakları gibi Yön- Devrim grubu da halkı sınırlayan geleneksel kurumların değişmesini amaçlıyordu fakat yöntem olarak Türk Ocakları’ndan farklı şekilde iktisadiyatçılığı benimsemişti. Avcıoğlu’na göre Kemalist devrim henüz tamamlanmamıştı ve hatta bir gerileme içine girmişti. Kemalist devrimin tamamlanması için sosyalist aydınlar, asker ve bürokratların işbirliği yapması gerekiyordu. Avcıoğlu’nun düşüncesi Kemalizm ile sol ideolojinin bir karması şeklindedir ve ülkenin sorunlarının devrimci bir darbe ile çözüleceğine inanmaktadır. Darbenin gerekli olduğunu düşündüğü için de şiddet içeren öğrenci hareketlerinden memnuniyet duymaktadır ve bu şiddet ortamının askerleri devrimci bir darbeye yönelteceği görüşündedir.172

Daha önce de belirtildiği gibi toplumdaki statüsünü kaybetme eğilimi gösteren küçük burjuvazi olarak adlandırılan gruplar, kendilerini Kemalist Devrim’in tamamlayıcısı olarak görüyorlar ve her ne kadar sosyalist teori ekseninde kendini ifade ediyormuş gibi görünseler de aslında İsmail Cem’in de ifade ettiği gibi yerleşik statükoyu devam ettirmeye yönelik bir tavır sergiliyorlardı. Özer Ozankaya’nın yaptığı bir araştırmada ortaya çıkan sonuçlar bu açıdan anlamlı görünmektedir. 1970’li yıllara gelinirken Türkiye İşçi Partisi’ne oy vereceğini söyleyen gençlerin üst sosyo-ekonomik sınıflardan( asker, bürokrat, memur) AP gibi partileri tercih edeceğini söyleyenlerin ise daha alt sosyo-ekonomik gruplardan olması, aslında gençlerin ailelerinden devraldıkları küçük burjuva bunalımlarının yansımaları olarak görünmektedir.

170 Gökhan Atılgan, a.g.e.,s.75 171 Çağlar Keyder, a.g.e., s.127

68

1.4.1. Militarize Olan Toplum ve Hikâyemiz

1960-1980 arası dönemde ortaya çıkan toplumsal hareketlilik ve beraberinde yaşanan gecekondu tecrübesi, bununla birlikte merkezde bulunan iki partinin inanılırlıklarını kaybetmesi ve seçmen tabanının kurtuluşu daha radikal fraksiyonlarda araması gibi durumlar toplumda sağ ve soldaki uçlarda politize olmuş bir gençlik tabanı oluşturmuştu. Bu yaşanan süreçlerle birlikte sınıf bilinci, örgütlülük, sendikal haklar gibi bir takım kavramlar gündeme gelmeye başlamıştı. Cumhuriyetin ilk döneminde Kadro hareketinin etkisinde kendini, “yerleşik statüyü” sarsmanın emrine veren Sadri Ertem öykücülüğü ve takipçileri; 1940-1960 arası dönemde kentli insanın bunalımını yansıtan küçük burjuva öykücüleri ve hemen yanlarında toplumcu gerçekçi çizgideki öykücüler, 1960-1980 arası militarize olmuş dönemde bu defa, farklı isimler ve kuşaklar da olsa ortaya çıkan sınıflı toplum yapısı ve sosyalist devrim arzularının ekseninde öykülerini yazmaya başlayacaklardır. Burada ortaya çıkan devrim arzularının, yerleşik bürokrasinin, sanayi ve ticaret burjuvazisinin yükselişi karşısında, onları tekrardan kontrol altında tutmak istemesiyle ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Zira bu dönemde, kendini devrimci olarak tanımlayanların bir çoğu İsmail Cem’in de ifade ettiği gibi aslında birer küçük burjuvadır. Ve aslında Sadri Ertem hikâyeciliğinden 70-80 arası sosyalist gerçekçi hikâyeye gelene kadar, yazarların burjuva ideolojisi güdümünde olmalarında değişen bir şey yoktur. Hasan Bülent Kahraman da bu durumu şöyle özetler:

“ Türkiye’de yazar, belirli bir dönemde yetişenlerin dışında kent soyludur. O sınıfın kültürel değerleriyle yoğrulmuştur. Ne ki bu özelliği taşıyan yazarların büyük çoğunluğu, emeklerini kentsoyluluğun aşılacağı bir dünyanın gerçekleşmesi üzerinde yoğunlaştırmışlar, bu nedenle de alttan alta kendileriyle çelişkiye düşmüşlerdir.”173

1960-1980 arası dönem aslında bir bakıma burjuvazi ile bürokrasi arasındaki çekişmenin son raundudur ve yerleşik statünün hakimiyetini korumak adına ya da bir başka ifadeyle ilk dönemde Rakım Efendi ile simgeleştirdiğimiz bürokratik korumacılığın hakimiyetini devam ettirmek adına son hamlelelerini yaptığı bir

173 Hasan Bülent Kahraman, 1980 yılında Hikâye ve Roman, Varlık Yıllığı, Ankara, Varlık Yayınları, 1981, s.109

69 dönem olarak karşımıza çıkmıştır. Bu dönemin yazarları ilerleyen dönemlerde öncesinde 1971 muhtırası ve ardından 24 Ocak Kararları ile kandırılmışlık sendromuna girecek ve içe kapanışı yaşayacaklardır. Dönemin yazarlarının bir diğer öne çıkan özelliği hemen hepsinin üniversite mezunu olması ve devlet dairelerinde memur olarak görev alıyor olmalarıdır. Bu isimler içerisinden Adalet Ağaoğlu, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümü mezunudur, 1951- 1970 yılları arasında Trt’de görev almıştır. Tomris Uyar, Amerikan Kız Koleji ve ardından İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesini okumuştur. Erdal Öz, Ankara Hukuk Fakültesini bitirmiştir ve Türk Dil Kurumu’nda görev almıştır. Adnan Özyalçıner İstanbul Üniversitesi Türkoloji bölümü mezunudur. Bu yazarlar içinden Füruzan sadece ailesinin ekonomik sıkıntıları sebebiyle ortaokula gidememiştir fakat o da 1958 yılında 26 yaşındayken Turhan Selçuk ile evlenmiştir. Yazarların Adalet Ağaoğlu dışında (Ankara) bir diğer ortak özelliği ise hemen hepsinin İstanbul doğumlu olmalarıdır. Hemen hepsi kentli olan bu yazarların, devrimci, işçi, sendikal hak gibi konulara eğilmeleri güdümlü bir edebiyatın verimlerini ortaya koymalarına sebep olmuştur.

Necip Tosun’un ifadesiyle; “dönemin politize kimliği dergi adlarına kadar yansımış “Halkın Dostları, Sanat Emeği, Militan gibi dergiler dönemin ses getiren dergileri olmuştur. “Adalet Ağaoğlu’nun Yüksek Gerilim’i (1974) yazma gerekçesini ifade etmek için söylediği şu cümleler dönemin atmosferini yansıtması açısından ilginçtir: “O günlerde sosyalist gerçekçilik çok tartışılıyordu ama ortalıkta örneği yoktu. Yani herkesin sosyalist gerçekçi olması lazım vb. kuramsal olarak tartışılıyor... Lukacs, Marx, Engels konuşuluyor. Ama uygulama yok. ‘Konuşmaktansa uygulama daha iyi galiba’ dedim. Bu itkiyle öyküler yazdım. Toplumsal gerçekçilikle hesaplaştım bu arada. Örneklemek üzere, Yüksek Gerilim’i yazdım.” Dönemin öykücülerinin tümünde benzer yaklaşımları görmek mümkündür. 15-16 Haziran olayları, 12 Mart 1971 darbesi, grevler, devlet baskısı, öğrenci olayları öykülerde en çok işlenen temalar olur. Dönemin öykü dili, sivri, acılı ve öfkelidir.”174

Metin İlkin, Nahit Eruz, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Necati Güngör, Adalet Ağaoğlu, Selim İleri, Tomris Uyar, Füruzan, gibi isimler bu dönemde yazdıkları öykülerde bahsettiğimiz konuları gündemlerine almışlardır. Bunları göz önünde

70 tutarak 1960’lardan 1980’lere uzanan dönemin hikayesine baktığımızda ilk göze çarpan isim olarak karşımıza Adnan Özyalçıner çıkar. Adnan Özyalçıner adından da anlaşılacağı üzere Grev Bildirisi isimli hikâyesiyle örgütlülüğü ön plana alarak sesini kısan değil sesini yükselten sınıf bilincine sahip işçileri 1966 Paşabahçe Şişe Cam fabrikası grevi çerçevesinde ele alır. Asım Bezirci’den aktaracak olursak; Adnan Özyalçıner’in bu dönem öykülerinde, sınıfsal ayrımlar, üretim ilişkilerinden çok tüketim ilişkileri üzerinden ele alınır. Tüketim nesnelerini talep edenler üzerinden sınıfsal ayrıma giden Adnan Özyalçıner: “ Şehir soylularındır paralılarındır, dışıysa çingenelerin göçmenlerindir.” derken sınıfsal ayrımı vurgulayacaktır. Özyalçıner, Grev Bildirisi hikâyesinde Asım Baba isimli bir işçi üzerinden savaşçı işçi modellemesi yapar ve bu defa üretim ilişkileri üzerinden sınıfsal ayrımları gündemine getirir. Özyalçıner’in Yağma isimli öykü kitabında Mehmet Seyda ile konuşmasında “Yağma Nerede?” sorusuna verdiği cevap da ideolojik bilinç düzeyini ortaya koyması açısından önemlidir175: “ Yağma eşitsizlikte var. Yağma çok katlı yapıların yanındaki sayısız gecekondu semtlerinde var. Yağma fırsat eşitli olmayan eğitimde var. Yağma pazarda var. Parası olana var.”

Özyalçıner’in Gözleri Bağlı Adam isimli bir diğer kitabındaki Buluşma isimli öykü ise fabrikada sendika temsilcisi olan Hasan’ın, sendika temsilcisi olmaklığından içine düştüğü kumpas anlatılır ki yine dönemin hakim öykü anlayışına örnek olması açısından önemlidir.176

Erdal Öz bu dönemde devrimci ideallerle öyküler yazan bir diğer isim olarak karşımıza çıkar. 71 muhtırası sonrasında tutuklanan ve cezaevine giren Erdal Öz, Kanayan isimli öykü kitabındaki öykülerini bu dönemin etkileriyle ortaya koyar. Kitapta yer alan, Kurt, Güvercin ile Sığırcıklar öyküleri işkence olgusunu gözler önüne sererken, Ernesto ve Kanayan isimli hikâyelerde devrimci bir kimlik inşa edilmeye çalışılmıştır. Kurt isimli hikâyede işçileri bilinçlendirmeye çalışan bir sendikacının başına gelenler anlatılır, faaliyetleri yüzünden ağır işkenceye tabi

175 Adnan Özyalçıner, Yağma, İstanbul, Yücel Yayınevi, 1972 s. 22

71 tutulur.177 Necati Güngör’ün Yolun Başı isimli kitabındaki hikâyelerde de sınıf bilinci, köylü-ağa, bürokrasi ilişkileri gibi konular işlenmiştir.

Dönemin bir diğer öykücüsü Adalet Ağaoğlu, ilk öykü kitabı Yüksek Gerilim’de (1974) inandığı sosyalist dünya görüşünü edebiyatta temsil etmek ister. Onun öyküleri için Necip Tosun; tümüyle “toplumcu”, “devrimci” öykü anlayışını yansıttığını, ağır bir mesaj kaygısı taşıdığını söyleyecektir. Hulki Aktunç ilk kitabı Gidenler Dönmeyenler’de (1976), sosyal meseleleri, yoksulları, işsizleri ve işçileri gündeme getirir. İkinci kitap Kurtarılmış Haziran (1977), tematik bir bütünlük sergiler. Öykülerde “15-16 Haziran İşçi Olayları” ve bu olaylara çeşitli kesimlerin, tiplerin konumları anlatılır. Yine Necip Tosun’un tespitlerini göz önüne alacak olursak Selim İleri ilk kitabı Cumartesi Yalnızlığı’nda (1968) cinsellikle ideoloji arasında gidip gelecek ve tavrını toplumculuktan yana koyacaktır. Tosun, Selim İleri’nin bu dönem öykülerinin, grev, devrimci, sömürü, komünizm, Rusya, mücadele, diyalektik gibi dönemin angaje yazarlarının kullandığı kodlara yaslı olduğunu söylemiştir. İkinci kitap Pastırma Yazı’nda ise (1971), keskin bir ideologluğun dikkat çektiğini ifade etmiştir”178 Selim İleri Pastırma Yazı’nda Kemalist ideoloji ile burjuvanın ittifakına eğilmiştir. Selim İleri’nin öyküsü kendinden sonra gelecek ve 1980 sonrasının eksenini oluşturacak, ideolojik cinsellik söylemi, ideolojilerin çözülmesi, seyirlik toplum, bireyselleşmiş tüketim gibi eğilimlerin numunelerini taşıması açısından önemlidir. Hicran Yarası, Müsamere ve Duyarlık gibi öykülerde dönemin hâkim Kemalist paradigmasının halka bakışını irdeleyen Selim İleri, bu bakışı bir çocuğun dilinden Müsamere öyküsünde şu şekilde anlatmıştır:

“ Ben kumbarama sabahleyin babamın verdiği beş liranın yarısını atıyorum. Annem açtırıp saydırmış bankada, üstüne de kendisi ekleyecek, siyah takım yaptırıp parlak rugan ayakkabılar alıcaz. Tutumlu ol diyor annem. Paranı öyle Şükrü’ye Yaşar’a göstermeyesin diyor…/Bunların gözü hiç doymaz diyor annem, sakın acıma, yemeğini onlara vermeye kalkma…/…/Senin baban neci diyor öğretmenimiz her yeni gelene, işçi diyorlar. Cibilliyetsizliklerindendir diyor annem…/Nasıl diye sormuş Yaşar trenlerimi. Bizim de olur belki demiş. Annem nerden

177 Asım Bezirci, a.g.e., s.188

72

olacak onun diyor. İyi ki göstermedim. Bozar, kırardı köylü! Ayağım denli elleri var. Beşiktaş pazarında hamallık yapıyormuş. Arkadaşları biliyorlar. Öğretmenimiz bu gidişle sınıfta kalacaksın sen dedi. Babam sınavlardan önce akşam yemeğine çağır şunun öğretmenini dedi. Annem ayın sonunda müsamereye gelince çağıracak. Ben müsamerede başrol oynuyorum, perilerle şeytanların dansında da varım. Bir Atatürk şiiri okuycam. Öğretmenimiz müsamere altın uçlu dolmakalemi bana verecek, anneme söylemiş. Oysa aritmetiği pekiyi olana verecekti.” 179

Öykünün bu bölümünde görüleceği üzere hâkim paradigma ile halk arasında kesin ayrılıklar söz konusudur ve küçük burjuvanın yaşam alanına sızmaya başlayan