• Sonuç bulunamadı

2 12 EYLÜL’ÜN HİKÂYESİ VE SÖZÜN BASTIRILMAS

İKİNCİ BÖLÜM

2. 12 EYLÜL’ÜN HİKÂYESİ VE SÖZÜN BASTIRILMASI

12 Eylül her şeyden önce toplumun ciddi bir şekilde depolitize edilmesi anlamına geliyordu. Toplum politik kimliklerden arındırıldıktan sonra yeni bir kimlik inşa edilecekti. Sancılı geçiş sürecinde ilk hedeflenen, toplumun opere edilerek belleğin geçmişe dair izlerden arındırılmasıydı. Kenan Evren de zaten darbeyi cerrahi bir operasyona benzetmişti. “ Evren 12 Eylül müdahalesini birçok kez hastalığa bulunmuş bir çare olarak sundu; “parlamenter sistem felce uğramıştı”, “demokrasinin işleyişi sağlıklı değildi”, “temiz vatan evlatları sapık ideolojilerin” etkisinde adeta büyülenmiş gibiydi.

Evren’in “ acılı reçete” olarak sunduğu programla öncelikle bu “sapıkça” düşüncelere yol açan büyünün bozulması gerekiyordu. Bu reçete sayesinde toplum, adeta büyülenmişçesine kurguladığı “şizofrenik” paranoyalardan kurtulacak ve sağlığına kavuşacaktı. Siyasi mâhkumların rehabilite edilip topluma kazandırılması için yapılan bir sempozyuma katılan psikiyatrist Ayhan Songar ve psikofarmakolog Turan İtil, mahkumların ıslahı için “ inanç değiştirme” ve “karıştır barıştır” gibi yöntemleri önermişlerdi ki Turan İtil daha sonra Nokta Dergisi’ne verdiği bir röportajda mahkumları şizoid olarak nitelemişti.219

Büyünün bozulması için ciddi bir baskı uygulandı. Kenan Evren ile özdeşleşen “ Bir sağdan, bir soldan astık. Asmasayıp da cezaevinde mi besleseydik” ifadeleri baskının boyutlarını göstermesi açısından manidardır. Böylesi bir dönemde öncelikle sesler kısıldı. Geçmişin ideolojik haykırışlarının hepsi suskunluğa büründü. Mehmet Özger’in ifadesiyle bu dönemde bir ideolojiye sahip olan kişiler, “Tanrısını yitirmiş mistikler” gibi ortada kalakalmıştı. Çünkü kelimelerini yitirmişlerdi. Kelimelerden kurdukları devletler, ütopyalar, gözlerinin önünde iskambil kağıdından yapılan kuleler gibi yıkılmıştı.220 Deyim yerindeyse büyü bir kez daha bozulmuştu.

219 Nurdan Gürbilek, a.g.e., s. 70

95 Belli bir dönemlik suskunluktan sonra daha önce de bahsettiğimiz gibi ideoloji daha farklı bir kimlikle belirdi. Bu yeni görünüm, bir bakıma yenilginin ideolojisini üretti de denebilir. Siyasal anarşizm bu defa kendini cinsel anarşizm veya feminizm gibi araçlar vasıtasıyla göstermeye başladı. Cinsel kimliklerin reddi ve LGBT’lik ayrı bir söz söyleme aracı haline geldi. Bu bastırılmış olan ideolojinin kendini daha korunaklı bir cepheden ifade etmeye çalışmasıydı. Cinsellik üzerinden yürütülen anarşizm görünürde ideolojik bir kimliğe sahip olmadığı için 12 Eylül sonrası dönemle daha uyumlu görünüyordu. “Savaşma seviş.” diyenler aslında ideolojik mücadelelerine farklı bir hüviyet kazandırmışlardı. Karşı çıktıkları şey, doğrudan bir ekonomik sistem yahut devlet organizasyonu değil görünürde erkek egemenliği yahut cinsel tabulardı. Işıl Özgentürk’ün Çetin221 isimli öyküsünde erekte olmuş cinsel organların belli bir düzenlilikle kentin meydanlarında yürümesi şeklindeki tanımı, erkek egemen topluma karşıtlığı içeriyor olmakla birlikte 12 Eylül askeri darbesine de karşı çıkışı, erkek egemenliğine karşı çıkış formuna büründürüyordu. Benzer şekilde LGBT hakları gibi bir argümanla yola çıkanların aslında başkaldırıları bir yönüyle 12 Eylül rejiminden başka bir şeye değildi. Buket Uzuner’in Şairler Şehri isimli kitabında geçen şu satırları buraya alıntılamak merâmın daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek olabilir:

“…solcu olarak damgalanmıştı ama soyadının saygın ünü ve güçlü akrabaları nedeniyle pek fazla rahatsız edilmiyordu. Yine de baskılardan ötürü gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. Ailesi yardım etmese, babası desteklemese perişan olacaklardı. ( Şöyle diyordu): Solculuğun da komünistliğin de içine edeyim. Ben yalnızca baskıya sansüre karşıyım. Dinsizin, eşcinselin, siyahın, kadının, güçsüzün, özürlünün ezilmesine karşıyım. Bana ne, adına solculuk demişlerse bunun. Adını ne koydukları umrumda değil.”222

12 Eylül’ün 1970’lerden sonra başlayan seks furyasına yasak getirmesi, eşcinselliği yasaklaması gibi uygulamaları göz önüne aldığımızda Türkiye’de bu yasakları delmek 12 Eylül’e de karşı çıkmak gibi bir anlam da kazanmıştı. Foucault’a

221 Işıl Özgentürk, Hançer, İstanbul, 2. Basım, 1982, s. 15

96 göre223 “ Eğer cinsellik bastırılıyor yani yasak yok sayılma ve suskunluğa itiliyorsa salt onun ve bastırılmasının sözünü etmek bile kararlı bir karşı çıkış havası taşır. Bu dili konuşan kişi belli bir noktaya kadar iktidar dışında kalır, yasayı sarsar, mütevazi bir biçimde de olsa gelecekteki özgürlüğün koşullarını hazırlar. Foucault cinsellikten bahsedenlerin; “kurulu düzene meydan okumanın ve gelişini çabuklaştırmaya katkıda bulunduğu bir geleceğin bilinciyle konuştuğunu öne sürer. Gelecekte onları bekleyen şeyin ise adeta bir cennet vaadi gibi devrim ve haz olduğunu söyler.

Bu yönüyle Foucault’un yordamalarına uygun bir beklentiyle otoriterlikle özdeşleştirilen bir yönetime karşı çıkışın metodu olarak yükselen bir cinsellik söyleminden de bahsedebiliriz. Oysa Türkiye’de cinselliğin 1970-1980 arasında zirve yaptığı belgelerle kayıtlıdır. Fakat 12 Eylül otoritesi ilk dönemde bunlara yasak getirince cinsellik, cinsel bir form olmaktan öte ideolojik bir tabu olarak anılmaya başlamıştır. Burada bu yüzden yükselen bir cinsellik yerine ideolojikleşen bir cinsellikten bahsetmek yerinde olacaktır.

Cinsellikten başka feminizm de 12 Eylül’ün politikalarına bir başkaldırı aracına dönüştü. Kadın haklarını savunmanın ötesinde kadının toplumsal statüsünden yola çıkarak, erkek egemen kurulan otoriter yönetim ince dokunuşlarla yıpratılmaya çalışılıyordu. Daha toptancı bir ifadeyle özetleyecek olursak her türden yasağa karşı çıkmak aslında 12 Eylül’ün getirdiklerine karşı çıkmak olarak yorumlanıyor, bu yüzden de yeni ifade biçimlerinin neredeyse tamamı politik bir kimlik kazanmış oluyordu. Bu durum da 12 Eylül’ün depolitize ettiği ideolojilerden arındırılmış toplumun yeni bir politik kimlik kazanması anlamını taşıyordu. Bu defaki politik kimlikler, 80 öncesinde olduğu gibi “ Emek-Hak-Özgürlük-Devrim” gibi sloganlar yerine “ Savaşma Seviş.” “ Daha fazla tüket.” gibi sloganları benimsemiş oluyordu. Neoliberal politikaların etkisiyle toplum sathına giren her türden toplumsal ve kültürel kalıp 12 Eylül’e bir karşı çıkış olarak kabullenilip benimsenirken 12 Eylül Askeri darbesi 1970’lerin Türkiye’sinden 1980’lerin Türkiye’sine uzanan son halka olarak geri planda bırakılıyordu. Bu yönüyle de liberal her türden politikanın da bir yönüyle 12 Eylül 1980’e gelene kadar ki kutuplaşmış toplumsal yapıya ve 12 Eylül’e bir başkaldırı hüviyeti taşıdığını söyleyebiliriz. Nokta Dergisi bu dönemde politik

97 mesajlarını cinsel temalar üzerinden verirken, derginin genel yayın yönetmeni Tuğrul Eryılmaz dergiyi sol liberal bir çizgide tanımlıyordu.224 Solun ve liberalizmin birlikte anılması kanaatimizce aslında derginin liberal politikaları 12 Eylül’ün sol üzerindeki baskılarını kırmaya uyarlamasıyla ilgiliydi. Daha net bir ifadeyle; sol anarşizm bu defa liberalizmin imkanlarını başkaldırı diline uyarlamıştı. Cemil Çiçek’in “ Flört Fuhuştur” şeklinde bir ifade kullandığını iddia edecekler; bu yönüyle de flörtü, nikahsız birliktelikleri savunan geniş çaplı eylemler düzenleyeceklerdi. Bu dönemde başkaldırı artık 12 Eylül askeri rejimine olmaktan çok, muhafazakarlığın yükselişine karşı olmaya başlamıştı.

Harcayan insan, ferdiyetçiliği ön plana çıkmış insan, cinsel özgürlüğü savunan insan; 12 Eylül’ü bir nirengi noktası kabul edersek 12 Eylül’e ve ondan öncesine başkaldırmış oluyordu. Bu başkaldırı aslında bir yönüyle sembolik olarak babalarını “boş idealler” uğruna ayrıştıran ve sonra da 12 Eylül ile üzerlerinden geçen zihniyete, evlatların başkaldırısıydı. Onlar “babaları gibi olmayacak, ideolojik parçalanmışlıkların eşiğinden konuşmayacaklar, geçmişin kalıplarını kıracaklar” ve Yuppie olarak tanımlanan modeli kendilerine örnek alacaklardı.

Netice itibariyle 12 Eylül için 70-80 arası kaosun içinde kalan her türden ideolojiyi baskılayan ve yasakladığı göstergeleri ve toplumsal etkinlikleri de ideolojikleştiren bir askeri darbe diyebiliriz. Bunun en tipik örneği mavi rengin gösterge değerinin ideolojikleşmesiydi. Mavi, 12 Eylül anayasasının oylanacağı referandumda hayır oyunun rengiydi. Bu yüzden mavi renk olan birçok nesne 12 Eylül karşıtlığı için bir araç olarak kullanıldı ve netice itibariyle 12 Eylül’ün yasakları mavi rengin üzerinde de görülmeye başlandı. Gazeteci Abdulkadir Selvi’nin Yenişafak Gazetesi’ndeki köşesinde anlattıklarını, durumu daha açık bir şekilde anlatması açısından aktarmak yerinde olacaktır:

“Evet oylarının rengi beyaz, hayır oylarının rengi ise maviydi.12 Eylül'ün referandum yasaklarını delmek demek, ucundan kıyısından maviyi çağrıştırır bir şey yapmak demekti. Bu zekice üretilmiş bir espri, çizilmiş bir karikatür ya da bir fıkra ya da şiir olabilirdi.2 Kasım 1982 günüydü. Kenan Evren İzmir'de referandum kampanyasında konuşuyordu.

224 Zafer Çeler, a.g.m., 285

98

“Atatürk'ün de gözleri maviydi diyerek mavi oy propagandası yapan edepsizler de var” dedi. 225

Tüm bunlar göz önüne alındığında öykücülüğümüzde 12 Eylül, Ömer Lekesiz’in söylediği gibi “Yok Ama Var”226 denecek durumdaydı. Vardı çünkü bu dönemden sonraki öykülerin hemen hemen tamamında bahsettiğimiz etkileri gözlemlemek mümkündü. Yoktu çünkü 12 Eylül’ün kendisi yahut onunla hesaplaşma denilebilecek nitelikte öykülerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Eagleton’un post-modernizmi, her türden ideolojinin yenilgiye uğraması sonucu ortaya çıkan bir durum olarak ele almasına birebir uyumlu bir durumdu bu. 12 Eylül’ün etkileri olan içe kapanma, suskunluk, tatil beldelerine ve alkole kaçış, apolitik gençlik ve bilhassa cinsellik gibi konular öykülerde gözlemlenebiliyordu.

1980 yılında gerek roman gerekse öykü düzeyinde ( ama daha çok öyküde) yoğun bir imgeleştirme çabası belirmişti. Bunun nedeni; kentsoyluluk ve yerleşik kültürel değerler çözülmekteydi. Temelde kentsoylu olan yazar, bir başka sınıfın ve dünya görüşünün yükselen değerlerinin, kendi değerlerini dönüştüreceği tehlikesini sezmişti ve bu değişimden tedirginlik duymaktaydı. Bu dönüşümden duyduğu ürküntüyü bir kaçış bir sığınmayla ortadan kaldırmaya çalıştı. Hasan Bülent Kahraman’ın ifadesiyle “Masala dönüştürülen öykü, mesele dönüştürülen şiir, metne indirgenen deneme ve eleştiri anlayışı, bu dönemde belirdi.” Böylesi bir tepki doğaldı çünkü küçük burjuva yazarı, kültürel değerlerinin sarsıldığını zorlandığını görüyordu. O güne değin geliştirdiği bilinç kendi içinde kalmaya tutsak kılınıyor, dışarıya yansıdığı boyutuyla değiştirilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Böyle bir toplumun içinde kalan küçük burjuva yazarı giderek içine kapanıyor, bunun sonucu olarak da kaçıp sığındığı ülküsel düşsel bir dünyayı oluşturmaya çalışıyordu.227

225 Yeni Şafak Gazetesi, 12 Eylül 2010 tarihli sayısı, Abdulkadir Selvi’nin köşe yazısından. 226 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, İstanbul, Selis Kitaplar, 2006 s,102

227

Hasan Bülent Kahraman, 1980 yılında Hikâye ve Roman, Varlık Yıllığı, Ankara, Varlık Yayınları, 1982, s. 53

99 1980-1990 arası yayımlanan öykü kitaplarını dikkate aldığımızda 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı travmanın ele alındığı kitap sayısı oldukça sınırlıdır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Osman Şahin, Ayşe Kulin, Ferit Edgü, Işıl Özgentürk, Mehmet Başaran, İnci Aral, Demirtaş Ceyhun, Feyza Hepçilingirler, Erendiz Atasü, Cemil Kavukçu, Nedim Gürsel, Özcan Karabulut, Ahmet Yıldız ve Feride Çiçekoğlu; 12 Eylül’ü gizli ya da açık anıştıracak öyküler yazmışlardır. Bunun dışında yayınlanan kitapların neredeyse hiçbirinde doğrudan 12 Eylül’e dair bir öyküye rastlayamayız. İsimlerini saydığımız yazarların bahse konu olacak öyküleri seçilirken de tarafımızca toplumsal değişmeye veri teşkil edebilecek olanlar dikkate alınmıştır.

Elbette darbelerin toplumsal değişim üzerinde büyük etkisi vardır ve illa ki yazılamayan her öykü 12 Eylül’ün oluşturduğu ortamın sonucudur. Yazılamayan veya yazılmayan 12 Eylül’ü tematik olarak tasnif etmek yerine baskın olarak ortaya çıkan temaları göz önüne alacak olursak karşımıza öncelikle yükselen bir cinsellik teması çıkar. Beraberinde tüketim, moda, yeni oluşan kentli kültürü yeni yönelimler olarak belirmiştir. Öyle ki 90’lı yılların ortalarına gelindiğinde Şebnem İşigüzel, Muzaffer Buyrukçu gibi yazarların cinsellik üzerinden, edebi değerden öte bir meydan okumaya giriştiklerini söylenebilir.

1980 sonrasında kendini kurmaya başlayan İslamcı yazarların öykülerine gelince; en baskın tema gelenekten kopuş ve modernizmin yaşattığı travmalardır. İlerleyen bölümlerde uzun uzun ele alacağımız için şimdilik toptancı bir yaklaşımla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki neredeyse bütün yazarların değişmez konusu bu olmuştur. 1980 sonrası; bu görünümleriyle toplumda “Batıcı” “ Sol” “Çağdaş” gibi kalıplarla tanımlanan yazarlar için modern olanın çöküşü ve postmoderne evrilme; “gelenekçi” “islamcı” gibi tanımlamalara sahip yazarlar için modern olana geçişin sancılarını içeren bir dönem olarak ele alınabilir. Bunların yanı sıra ifade edilmesi gereken bir diğer husus şudur ki 12 Eylül doğrudan etkileri bakımından “ Sol” görüşlü olarak tanımlanan yazarların eserleri üzerinden okumak daha pratik sonuçlar vermektedir. Elbette bu dönemde 12 Eylül’ün dolaylı etkilerinden olan yükselen cinsellik, cinsel tercihler ve benzeri konuları “ İslamcı” yahut “ Gelenekçi” olarak sayılabilecek yazarların eserlerinden okumak mümkün olmayacaktır. Elbette bu

100 hüküm belirten ifadenin dışına çıkan örnekler söz konusudur ancak istisnai durumları en azından konumuzun genelleyiciliği bağlamında dışarıda bırakmak durumundayız. Bunları göz önünde tutarak 12 Eylül ve öykü ilişkisine tematik yansımalar bağlamında değinebiliriz.

2.1 12 EYLÜL SONRASI İDEALLERİN YENİLGİSİ VE