• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: KÜRESELLEŞME VE DIŞ POLĐTĐKA

1.4. Uluslararası Đlişkiler Paradigmalarının Dış Politika Yaklaşımları

1.4.2. Pluralist Paradigma Ve Dış Politika

Pluralistlere göre, devlet dışı aktörlerin de dâhil olduğu uluslararası arenada realistlerin öngördüğü gibi önemli önemsiz politika ayrımı da yoktur ve askeri bir dış politika aracı olarak önemini yitirmiştir. Küreselleşme olgularının bir araya geldiği yeni yapıya, Keohane ve Nye karmaşık karşılıklı bağımlılık (complex interdependence) adını vermektedirler. Onlara göre, karmaşık karşılıklı bağımlılığın hâkim olduğu bir sistemde dış politikanın hedefi de değişecektir ve realistlerin öngördüğü gibi aktörler böylesi bir

sistemde göreli kazanç (relative gains) politikasını sürdürmekte zorlanacaktır. (Keohane ve J. Nye, 1977: 240-242).

Pluralist paradigma içerisinde bulunan neo-liberalizm teorisine göre, devletlerin dış politikadaki öncelikleri, Realizm’den farklı olarak, diğer devletlerin stratejilerinden bağımsız bir şekilde kendi iç toplumsal çevrelerinden gelen talepler çerçevesinde şekillendiği öne sürülür. Onlara göre realistlerin iddia ettiği gibi, devletlerin sabit ve bütüncül amaçları ve tercihleri yoktur. Bunun aksine devletler, kendi iç toplumlarındaki güçlü çıkar toplumlardaki güçlü çıkar grupları tarafından tanımlanan politikaları takip etmektedirler. Bu politikaların şekli ve yoğunluğu, söz konusu iç toplumlardaki çıkar grupları arasında oluşturulan koalisyonlara ve çevresel şartlara bağlıdır (Đnat ve Balcı, 2007: 238-249). Realistler uluslar arası ilişkilere sıfır toplamlı bir oyun olarak bakarken, Pluralistler pozitif toplamlı olarak bakmışlar ve dış politikaların üretilme süreçlerinde devletin içinde de bazı uzlaşmazlıkların ve pazarlıkların söz konusu olabileceğini öne sürmüşlerdir.

Pluralist paradigmanın beslendiği liberalist felsefe 3 temel görüşte kendini göstermektedir.

Birincisi: Uluslararası ilişkiler aktörleri arasında doğal bir çıkar uyuşması olduğunu, devletlerin ekonomik ve siyasi açıdan özgürlüğü esas alan Liberal sisteme sahip olmalarının doğal sonucu olarak dünya barışının sağlanacağını ileri süren Liberal Internasyonalizm.

Đkincisi: Barışın doğal bir durum olmadığını, aksine uluslararası hukuk ve kurumlar yoluyla inşa edilmesi gerektiğini savunan Đdealizm.

Üçüncüsü: Uluslararası sorunların çözümü için ulus aşırı işbirliğini gerekli gören, uluslararası sistemin aktörleri arasındaki karşılıklı bağımlılığın bu iş birliğini hem kolaylaştıran hem de zorlayan bir gelişme olarak ortaya çıktığına işaret eden ve uluslararası örgütlerin barışın inşasında önemli bir rol üstlenmeler gerektiğinin altını çizen Liberal Kurumsalcılıktır. (Đnat ve Balcı, 2007: 251-252).

Dunne’nin belirttiği gibi 1970’lerden sonra bu liberalist üç ana yaklaşım kendilerine yöneltilen eleştiriler karşısında kısmen dönüşüm geçirmiş ve bünyelerine kendilerinden kısmen farklı yaklaşım ve teorileri ekleyerek çeşitlenmiştir (Bkz: Şekil 1).

Bugün neo-liberalist (yapısalcı) ve kurumsalcı yaklaşımlar pluralist paradigma içerisinde iki ana görüş çerçevesini temsil etmektedir. Şimdi bu görüşleri genel olarak tanımlayıp, dış politika karşısındaki duruşlarına bakalım. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, Neo-liberalizm ile kurumsalcı yaklaşımın ortak noktaları oldukça fazladır. Bunlardan en belirgin olanı, her iki yaklaşımında küreselleşmeyle birlikte devletle ve/veya toplumlar arasında başta ekonomik olmak üzere artan ilişkilerin güçlü bir karşılıklı (ya da karmaşık) bağımlılığına yol açtığını, bununda işbirliğini zorunlu kıldığını ve teşvik ettiğini kabul etmeleridir (Đnat ve Balcı, 2007: 252-254).

Kurumsalcı bakış açısı, artan uluslararası iktisadi bağımlılığın devletleri, çatışmadan ziyade giderek artan işbirliğine yol açan rasyonel öz-çıkar (self interest) politikalarını sürdürmeye ve geliştirmeye zorladığını iddia etmektedir. Kurumsalcılar, II. Dünya savaşı sonrası oluşturulan istikrarlı dünya düzeninin, ABD hegemonyası ve ABD ve SSCB arasındaki güç dengesinden ziyade, Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşların yanı sıra, uluslararası anlaşmalar, bölgesel entegrasyonlar gibi işbirliği kapasitesindeki gelişmelere bağlı olduğunu öne sürmektedirler (Hoogvelt, 1997: 8).

Neo-liberalistler, neo-realizmin devletlerin bütüncül (unitary) aktörler olduğu yönündeki tezine karşı çıkarak ve bireyler, çıkar gurupları ve karmaşık bir bürokrasi ağından oluşan devletlerin bütüncül davranmalarının mümkün olmadığını ileri sürerler. Neo-liberal teoriye göre ise devletler tek başına bir aktör bile olmazlar, ancak alt

toplumsal gurupların çıkar ve önceliklerini yansıtan birer araç konumundadırlar. Yine aynı şekilde uluslar arası örgütler de devletin davranışlarını etkileme kapasitesine sahiptirler. Neo-liberalizmin ileri sürdüğü perspektiften bakıldığında, devletin uluslar arası politikada bağımsız aktörler olarak yer almadıklarını, sadece alt toplumsal grupların çıkarlarını dış dünyaya yansıtan birer aygıt oldukları görülmektedir. Bu çerçevede, devlet aygıtının çıkarları ve hareket alanı büyük ölçüde toplumsal aktörler ve onların tercihleri tarafından belirlenmekte, toplumsal aktörlerin öncelikli amacı ise “devletin çıkarı’’ değil kendi çıkarları olmaktadır ( Đnat ve Balcı, 2007: 260-262). Neo-liberalistlere göre, bütüncül aktör olamayan devletin rasyonel davranması da mümkün değildir. Karar vericilerin kişisel özgürlüklerini, toplumsal çıkar gruplarının tercihlerini bürokrasi mekanizmasının uluslararası örgütlerin etkilerini içeren kararların rasyonel olamama ihtimali yüksek olacaktır. Neo-liberal yaklaşımda dış politika, toplumsal aktörlerin tercih ve önceliklerinin dışarıya yansıtılması olarak tanımladığına göre, bir devletin dış politikası analiz edilirken atılması gereken ilk adım, o devletin ülkesi içerisindeki toplumsal aktörlerin kimler olduğunun tespit edilmesidir. Đkinci adımda, bu toplumsal aktörlerin dış politikaya etki edecek tercihlerinin neler olduğunun ortaya çıkarılması gerekmektedir. Üçüncü adım ise, tercih ve eğilimleri artık bilinen aktörlerden hangilerinin çıkarlarının devletin dış politikasına yansıtma konusunda daha etkin ve başarılı olduğunun açıklığa kavuşturulması şeklinde ortaya çıkmaktadır ( Đnat ve Balcı, 2007: 250-286).

Dış politika ile yönetim sistemleri arasındaki bu ilişkide asıl önemli olan yönetim biçimlerinden çok halkın kararlara katılım derecesidir. Buna göre, katılım düzeyinin yüksek olması adaletli paylaşım da toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşıya dayalı bir ilişki doğuracaktır. Demokratik sistemlerde karar verme sürecinin otokratik sistemlere göre daha karmaşık ve uzun süreli olduğunu belirten Neo-liberal teorisyenler, yöneticilerin bu sisteme sahip ülkeleri savaş ve çatışmaya sürükleyebilecek kararları alınmasının zor olduğunu ve bunun da bu tür eğilimlere sahip olan politikacılar karşısında caydırıcı bir işlev üstlendiğini ileri sürmektedir. Neo-liberal teoriye göre demokratik ülkelerin daha barışçı dış politika izlemlerinin ikinci önemli gerekçesi demokrasilerde asıl karar verici olan halkın, ekonomik çıkarlarına zarar verecek ve

beklide içinden ölümüne ya da yaralanmasına sebep olacak olan savaş ve çatışmayı arzu etmeyeceği ve engellemek isteyeceğidir (Đnat ve Balcı, 2007: 250-286).