• Sonuç bulunamadı

Pierre Bourdieu: Sosyal Sermaye, Kültürel Sermaye ve Ekonomik

Belgede ONUR SÖZÜ (sayfa 49-60)

3. ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİDE TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK

3.1. Pierre Bourdieu: Sosyal Sermaye, Kültürel Sermaye ve Ekonomik

Çağdaş sosyologlar arasında önemli bir yere sahip olan Bourdieu, “yalnızca Marxçı değil, ağırlıkla komünist ve Stalinci olan bir akademik kültürün öğrencisi olarak bu son ikisini red etmiş” (A.Wallace ve Wolf, 2004:129); bununla birlikte, çalışmalarında Marxist literatüre özgü kavramları kullanmaktan da çekinmemiştir.

Bu durumun, O’nun Marxist bir sosyolog olduğu yanılgısının baş nedenini oluşturduğu söylenebilir.

Bourdieu toplumların, sınıflar ve sınıf çıkarı ve ideolojiler bağlamında çözümlenebileceğine dair Marxsist görüşe karşı çıkarak, sınıf kavramı yerine,

“uzam” kavramını kullanmıştır:

“…bugün,…gün geçmez ki, insanların homojenlik görmeyi bekledikleri bir yerde çeşitlilik, uzlaşma görmeyi bekledikleri yerde çatışma, hareketlilik görmeyi bekledikleri yerde yeniden üretim ve korumacılık gösteren yeni bir araştırma ortaya çıkmasın. Dolayısıyla farklılık (yani benim toplumsal uzam’dan söz ederken ifade ettiğim şey) vardır ve ayak direr. İyi ama, bu nedenle sınıfların varlığını kabullenmek veya olumlamak mı gerekir? Hayır. Toplumsal sınıflar (her ne kadar Marx’ın kuramıyla yönlendirilen siyasal çalışma, kimi durumlarda onları, en azından harekete geçirme mercileri ve vekiller aracılığıyla var etmeye katkıda bulunabilmişse de) yoktur. Var olan, bir toplumsal uzamdır; içinde her halükârda, sınıfların sanal durumda, net olmayan çizgiler halinde, verili olarak değil de yapılması söz konusu olan bir şey halinde var oldukları bir farklılıklar uzamıdır”

(2006a:26).

Böylece Bourdieu’ya göre uzam, insanların manevra yaptıkları, stratejiler geliştirdikleri ve arzu edilen kaynaklar için mücadele ettikleri bir toplumsal alana karşılık gelmektedir. Alan, “güç ilişkileri ile yapılandırılmış bir toplumsal mevkiler (social positions) sistemi” (Wallace ve Wolf, 2004:130) olarak tanımlanmaktadır. Bu noktada Bourdieu’nun, Weber’in “statü grupları” kavramına yaklaştığı ve O’ndan etkilendiği açıktır.

Akademik alan, dini alan, ekonomik alan, kültürel alan ve güç (iktidar) alanı gibi farklı alanlar, birbirinden özerktir. Pratik Nedenler’de Bourdieu, her toplumun

kendine özgü, özerk yasaları olan alanları ortaya çıkardığını belirtmektedir (2006a:146-147). Ekonomik alanın yasasına göre iş, iştir; sanat alanının yasasına göre sanatın amacı sanattır, sanatın sanattan başka amacı yoktur. Dolayısıyla, insanları bilimsel alanda yarıştıran şey ile ekonomik alanda yarıştıran şey aynı değildir. Rönesans’tan XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar olan süreçte sanat alanı özerkleşmiş ve evrenin çıkarlara bağlı amaçlarıyla sanat alanının özgül çıkarları ayrışmıştır.

Bourdieu alanların özerkliğini, “sembolik iktidar” kavramıyla ilişkilendirir.

Kültürel alanlar, ekonomik ve siyasi iktidarın etkisinden kurtuldukça, sembolik iktidarları artar. Meselâ, eğitim alanı, kimin eğitim alıp kimin alamayacağını belirlemesi, sosyalleşme örüntüleriyle faillerin kariyerleri üzerindeki kontrolü ve ürettiği ideoloji aracılığıyla özerk bir alan haline gelmiştir (Kaya, 2007:405).

Açıktır ki, alanların, ekonomik ve siyasi alanların etkisinden kurtulması, yani özerkliği, görecelidir. Bunun diğer bir anlamı, alanların ekonomik ve siyasi alana görece bağımlı olmalarıdır (Bourdieu, 2006b:228). Bourdieu bu durumu, özellikle kültürel alanın özerklik derecesiyle ilgili tartışmasında açıklamaya çalışmaktadır (2006b:336-337). O’na göre, kültürel alan “sanat için sanat” anlayışını ifade eden özerk ilke ile, ekonomik ve siyasal bakımlardan egemen olanlara yönelik

“kentsoylu sanat” anlayışını ifade eden özerk olmayan (yaderkli) ilkenin çatışması altındadır. Bu iki uç arasında yer alan kültürel alanın özerklik derecesi, bu alan içinde dış aşamalanma ilkesinin (ticari başarı veya toplumsal ün düzeyi) iç aşamalanma ilkesine (özgül benimsenme düzeyi) bağımlı olduğu düzeyde ortaya çıkar. Zira, iç aşamalanma ilkesi pazarın zorlamalarına aldırmayan, ekonomik çıkar gütmeyen bağımsız sanatçıları (“katıksız sanat”) veya bağımsız araştırmacıları (“katıksız araştırma”), bir patron veya müşterinin belirlediği kişisel siparişe, ya da, pazarın ortak beklentisine göre üreten bağımlı sanatçılara (“ticari sanat”) veya bağımlı araştırmacılara (“uygulamalı araştırma”) karşı gözetir.

Alanların özerkleşme süreçlerinde ekonomik ve siyasi çıkardan arınmış olmaları, onların hiçbir çıkar gütmediği anlamına gelmemektedir. Aksine, her alan kendini üretirken kendi çıkar türünü oluşturmaktadır. Yani, ne kadar alan varsa, o

kadar çıkar vardır. Meselâ özerk sanat alanı, kâr olarak bilinen ekonomik çıkarı reddederken, çıkar gütmemenin sağladığı bir çıkar türü (salt sanat eserinin değeri) oluşturmaktadır. Bourdieu bu noktada devreye “simgesel kâr”, “simgesel sermaye”

gibi simgesel olan kavramları sokmaktadır. Simgesel sermaye, bilişsel temellidir;

yani, bilgiye ve başkaları tarafından kabul görmeye dayalı bir sermayedir (2006a:148-149). Meselâ, XIV.Louis’in buyruklar vermesini ve buyruklara uyulmasını sağlayan simgesel sermaye, ancak saray yaşamını oluşturan tüm küçük farklılıkları, tüm incelikli belirtileri (sıfat ve rütbedeki, pratiklerde ve giysilerdeki belirtiler) tanıyan ve bunlara değer veren insanların algısı olduğu ölçüde vardır. Salt bir özneye, evrensel ve aşkın bir bilince verilmemiş olan bu algılar, bir oyun duygusu olarak “habitus”un olgusudurlar (Bourdieu, 2006a:143). Habitus, en güçlü anlamıyla pratik hakimiyet, sanat gibi, özellikle ars inveniendi6gibi yatkınlıklar sisteminde kayıtlı -yaratıcı değil, ama- üretici kapasite anlamına gelmektedir (Bourdieu ve Wacquant, 2007:111). Buradaki yatkınlık kelimesi Bourdieu için kilit önem taşır;

çünkü, habitus fikriyle aktarmak istediği iki aslî unsura işaret eder: yapı ve eğilim.

Habitus, dışsal yapıların içselleştirildiği ilk sosyalleşme tecrübelerinin ürünüdür.

Bunun sonucunda, sosyalleşme yoluyla, tabakalaşmış bir toplumdaki belirli bir grup için neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu gösteren parametreler ve sınırlarla ilgili içselleştirilmiş yatkınlıklar gelişir. Yani, habitus bir yandan eylemin sınırlarını çizerken, diğer yandan da, ilk sosyalleşmenin yapılandırıcı özelliklerine tekabül eden algıları, hayalleri ve pratikleri doğurur (Swartz, 2011:147). Buradan, habitus’un iki önemli anlamına ulaşmak mümkündür (Calhoun, 2007:104-105): bir anlamda habitus, bireyin karakteristik eylem eğilimleri setidir. Bu eğilimleri toplumsal düzen içindeki konumlara uygun kılan bir sosyal süreç vardır ki, bu süreçte kişi statülerine uygun rolleri oynamayı öğrenir. Ancak, habitus bundan daha fazlası olarak kurumlar ve bedenler arasındaki buluşma noktasıdır. Yani habitus, biyolojik bir varlık olarak her bireyi sosyo-kültürel düzene bağlayan temel formdur. Meselâ, Hıristiyan Kilisesi üyelerinin yaşattığı iki bin yıllık bir kurumdur. Üyeler kiliseyi bir canlı gibi yaşarlar, ancak aynı zamanda onu kendi ritüelleri, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri ve inançları

6 ars inveniendi: Lat. Yeni olayları ve bilgileri bulma yöntemi ve öğretisi.

içinde yeniden yaratarak yaşatırlar. Kilise içinde büyümek üyeleri inanca hazırlamaya yardımcı olur (aşılama), ancak üyelerin bunu aktif olarak talep etmeleri gerekir (içselleştirme). İşte, kurum ve beden arasındaki bu bağlantı noktası üyelerin kendi eylemlerini üretme biçimidir (habitus).

Habitusun alan ile ilişkisi, daha çok bir koşullama ilişkisidir: Alan, habitusu yapılandırır. Habitus, bir alanın ya da kesişen bir dizi alanın içkin zorunluluğunun somutlaşmasının ürünüdür. Aynı zamanda bu, bir bilgi ya da bilişsel inşa ilişkisidir.

Zira habitus, enerji yatırmaya değecek, anlam ve değer taşıyan, anlamlı dünya olarak alanın kurulmasına katkıda bulunur (Bourdieu ve Wacquant, 2007:118). Böylece alan ile habitus ilişkisi, toplumsal düzenin yeniden üretilmesinde karşılıklı etkileşim halinde kendini gösterir. Bourdieu (2007:132), bu ilişkiyi (yapı → habitus → yapı) şeklinde ifade eder.

Böylece alan, sermaye ve habitus kavramlarının birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunan Bourdieu’ye göre, çeşitli toplumsal alanların her birindeki güç, farklı sermaye biçimlerine (kültürel sermaye, ekonomik sermaye ve sosyal sermaye) bağlıdır. Toplumsal dünyanın yapısı ve işleyişi üzerinde her bir sermaye türü etkindir.

Bu noktada, Marx’ın üst yapıyı belirleyen alt yapı kurumu olarak her şeyin temeline ekonomi faktörünü yerleştirdiğini dikkate alırsak, Bourdieu’nün görüşleriyle Marx’ınkilerin bir kez daha farklılaştığını söyleyebiliriz. Nitekim O, bu konudaki görüşünü “aslında ekonomi kuramının tanıdığı tek biçimiyle değil, bütün biçimleriyle sermayeyi tekrar dahil etmedikçe, toplumsal dünyanın yapısını ve işleyişini açıklamak imkânsızdır” demek suretiyle (2010:47), açık bir şekilde dile getirmiş ve “sermayenin bütün biçimleri”nin üç temel görünüşle ortaya çıkabileceğini belirtmiştir: Anında ve doğrudan paraya çevrilebilir ve mülkiyet hakları biçiminde kurumsallaştırılabilir olan ekonomik sermaye; belirli şartlar içinde ekonomik sermayeye çevrilebilir olan ve eğitim vasıfları biçimlerinde kurumsallaştırılabilir olan kültürel sermaye; toplumsal bağlantılardan oluşan, belirli şartlar içinde ekonomik sermayeye çevrilebilir ve bir soyluluk unvanı gibi biçimlerde kurumsallaştırılabilir olan sosyal sermaye (2010:49).

Bourdieu’ye göre, bütün toplumsal düzenlemelerin temelinde iktidar mücadelesi yatar. Bu mücadele hem simgesel, hem de maddî kaynaklar üzerinde yürütülür. Dahası, eğitim vasıfları gibi kültürel imkânlar bir tür sermaye işlevi görür.

Böylece kültürel sermaye, tıpkı ekonomik sermaye gibi, modern toplumlarda farklılaşmanın yeni ve ayrı bir kaynağını oluşturur. Hatta, modern sanayileşmiş toplumlarda iktidar mücadelesini ekonomik sermaye ile kültürel sermaye arasındaki karşıtlık ilişkisi şekillendirir. Bourdieu’nun şiazmatik yapı7 olarak ifade ettiği bu ilişkiye göre, iktidar alanı ekonomik sermayenin (servet, gelir, mülk) dağılımıyla kültürel sermayenin (bilgi, kültür ve eğitim vasıfları) dağılımına göre oluşur.

(Swartz, 2011:192).

Bu analize göre bireyler, aileler, gruplar ve örgütler toplumsal düzendeki konumlarını korumak veya sürdürmek için giriştikleri mücadelede ekonomik ve/veya kültürel imkânlardan orantısız biçimde yararlanırlar. Bireylerin ve grupların ayırt edici hayat tarzları, siyasî tercihleri ve hemen hemen bütün hayat pratikleri bu iki sermayenin dağılımına göre anlaşılabilir.

Var oluş şartlarının temel kümelerini birbirinden ayıran temel farklılıklar ekonomik sermaye, kültürel sermaye ve sosyal sermaye olarak anlaşılan sermayenin toplam hacminden kaynaklanır (Bourdieu, 1984:114). Bunların en önemlileri ekonomik ve kültürel sermayedir. Bourdieu, maddî hayat şartları bakımından türdeş sayılabilecek birey gruplarını inşa etmek için üç boyutlu bir toplumsal mekân inşa eder. Bu mekânın üç temel boyutu toplam sermaye hacmi, sermayenin bileşimi ve toplumsal yörüngedir (Swartz, 2011:221).

Toplam sermaye hacmindeki farklılıklar hâkim sınıf, orta sınıf ve işçi sınıfından oluşan Fransız toplumunun üç katmanlı tabakalaşma yapısını ortaya koyar.

Meslekî kategoriler bağlamında Bourdieu serbest meslekleri, üniversite öğretim üyelerini, üst düzey devlet memurlarını, büyük iş sahiplerini ve yöneticileri, sanatçıları ve yazarları hâkim sınıfa dahil eder. Bunların karşı ucunda çok az sermayeye sahip olan işçi sınıfı yer alır ki, ister modern toplumda olsun, ister tarım

7 Şiazmatik yapı: iki yapının ya da sistemin çapraz kesişmesi ya da çakışması.

toplumunda olsun Bourdieu, vasıf düzeyleri ve tipleri itibarıyla bütün kol gücüyle çalışanları işçi sınıfına dahil eder. Bu iki karşı uç arasında ise, mütevazi bir sermaye birikimine sahip olan orta sınıf yer alır (Swartz, 2011:222).

Şekil 1’de görüldüğü gibi, hâkim sınıf içinde sanatçılardan endüstriyel ve ticari işverenlere doğru gidildikçe ekonomik sermayenin hacmi artar, kültürel sermayenin hacmi azalır (Bourdieu, 1984:116). Bu bağlamda hâkim sınıf da kendi içinde üç kısma ayrılır: bir uçta yazarlar, sanatçılar, öğretim üyeleri gibi kültürel sermaye bakımından zengin olup nispeten düşük ekonomik sermayeye sahip olan meslek grupları yer alırken, diğer uçta, büyük iş sahipleri ve finansçılar gibi ekonomik sermayeleri kültürel sermayeleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyük olan meslek sahipleri yer alır. Bu iki uç arasında ise, ekonomik ve kültürel sermayeleri dengeli olan serbest meslek sahipleri, kamu ve özel sektördeki kıdemli yöneticiler bulunur (Swartz, 2011:223). Bu dağılımdan, daha önce de ifade edildiği üzere, ekonomik sermayenin dağılımının simetrik olup, kültürel sermayeye ters olduğu (Bourdieu, 1984:120) anlaşılmaktadır.

Aynı şiazmatik yapı, orta sınıf içinde de kendini göstermektedir. Swartz’ın da açıkladığı gibi (2011:223-225) bir uçta ilkokul öğretmenleri, diğer uçta ise küçük iş yerlerinde çalışanlar bulunmaktadır. İlk okul öğretmenlerinin kültürel sermayesi, diğerlerinin ise ekonomik sermayesi nispeten daha fazladır. Bu iki uç arasında alt kademe yöneticiler, teknisyenler, büro personeli ve ikinci derecede sağlık hizmetlileri, basın çalışanları, sağlık ve sosyal hizmet görevlileri bulunmaktadır.

Ekonomik ve kültürel sermayenin dağılımı bakımından hâkim ve orta sınıflara göre en dezavantajlı kesim, işçi sınıfıdır. Ekonomik kısıtlılıkların kültürel sermaye birikimini kısıtladığı bu kesim, sermaye dağılımı bakımından kendi içinde her ne kadar vasıflı, yarı vasıflı ve vasıfsız kol işçileri, tarım işçileri gibi farklılıklar içerse de, Bourdieu bunlar üzerinde fazla durmamış, analizini hâkim ve orta sınıflar üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Şekil 1: Toplumsal Konumlar ve Hayat Tarzları Uzamı

Kaynak: Bourdieu, 2006a:19 (Distinction’da s.128-129’daki şemanın basitleştirilmiş hali)

Görüldüğü gibi, Bourdieu’nün toplumsal tabakalaşma analizi homojen sınıf yapılarından çok, heterojen sınıf kesimlerini (statü grupları) içermektedir.

Toplumsal mekânın üçüncü boyutu olan toplumsal yörünge, sermaye hacminin ve bileşiminin zaman içindeki değişimini ifade eder. Bu anlamda üç toplumsal yörüngeden söz edilebilir: yukarı doğru sınıfsal hareketlilik, aşağı doğru sınıfsal hareketlilik ve durgunluk (Swartz, 2011:226). Toplumsal hareketliliğin bu

farklı ihtimallerinin gerçekleşmesinde yine, birbirine dönüştürülebilen ama asla birbirine indirgenemeyen sermaye türlerinin etkin olduğunu söylemek mümkündür.

Sermayenin farklı biçimlerinin birbirine indirgenememesinin nedenini Bourdieu, sermaye türlerinin “ekonomik yönü maskeleyebilme” derecelerinin farklılığında arar (Field, 2008:22). Ekonomik değer ne kadar açık olursa, değişebilirliği de o kadar büyük olur; ancak, sosyal farklılaşmanın kaynağı olarak ekonomik değerin geçerliliği daha düşük olmaktadır. O nedenle Bourdieu, farklı sermaye türlerinin hep birlikte, var olma şartlarını, yani farklı sermaye türleri arasındaki toplam sermayenin farklı dağılımı üzerinde daha çok durmuştur. Bu bakış açısının Bourdieu’yü götürdüğü nokta, toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olarak sermayenin üretimi ve yeniden üretimi mekanizmaları olmuştur.

Bourdieu, özellikle sosyal sermayenin eşitsizliğe yaptığı katkının üzerinde yoğunlaşarak en çok bağlantıya sahip olanların bu bağlantılarını kendi menfaatlerini gerçekleştirmek için kullandıklarını, bunun da daha çok eşitsizliğin oluşmasına neden olduğunu ifade etmektedir (Field, 2008:108). Sosyal sermayeyi sadece ayrıcalıklı grupların malı olarak gören Bourdieu, sosyal sermayenin mali sermayesi nispeten az olan veya elit tabakaya dahil olan bireylerin ya da grupların konumunu belirlemede özel bir önemi olabileceğini düşünmektedir. Meselâ, avukatlar ve doktorlar gibi ortalama gelire sahip meslek üyelerinin, sosyal sermayelerinin değerini garanti altına almaya yardım eden çocuklarının eğitimine ve burjuva hayat tarzının kültürel sembollerine sistematik biçimde yatırım yaptıklarını ileri sürmektedir. Bu grup için sosyal sermayenin, toplumsal olarak önemli konumlarda bulunan müşterileri etkilemede gerekli olabilecek “onurluluk ve saygınlığın sermayesi”

olduğunu düşünen Bourdieu, bu sermayenin siyasi kariyer için para fonksiyonu gördüğünü belirtmektedir. Bu durumda Bourdieu için sosyal sermaye, Field’ın da belirttiği gibi (2008:109), birbirine arka çıkmanın ve kendini geliştirmenin üstün bir biçimi olarak iletişim ağı içindekiler için yapıcı olurken, dünyadaki eşitsizliği güçlendirmekte ve onun yeniden üretilmesine hizmet etmektedir.

Tabakalaşmış modern toplumlarda sınıf, kültür ve iktidar arasındaki bağları irdeleme çabası, Bourdieu’yü, eğitim kurumlarını araştırmaya yöneltmiştir. Çünkü O,

toplumsal tabakalaşmada kilit rolün kültürde olduğunu düşünür ve çağdaş toplumlarda, statünün ve ayrıcalığın dağılımının denetlenmesinde eğitimin hâkim rol oynayan kurum olduğunu savunur. Okullar, kültürel sermayenin çeşitli biçimlerinin üretimi, aktarımı ve biriktirilmesi açısından temel kurumsal şartları sağlar. Dahası, okullar simgesel iktidarın ifade bulduğu hâkim sınıflandırma sistemlerini telkin eder (Swatz, 2011:263).

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde toplumsal eşitsizliği azaltmak üzere, eğitim fırsatlarını yaygınlaştırmaya yönelik popüler politikalara eleştirel yaklaşan ilk sosyologlardan olan Bourdieu’nün, bu yaklaşımının en önemli gerekçesini, bütün Batı demokrasilerinde son kırk yıl içinde eğitim düzeylerindeki muazzam artışa rağmen servet, gelir ve statü eşitsizliklerinin hâlâ çarpıcı seviyede olması oluşturur (Swatz, 2011:264). Bourdieu’ye göre bu durum, miras alınmış kültürel farklılıkların eğitim kurumu yoluyla akademik başarıyı ve meslekî fırsatları şekillendirmesinden ve böylece eşitliksiz bir toplumsal düzenin idamesine katkıda bulunmasından kaynaklanmaktadır. O nedenle Bourdieu, özellikle Fransız eğitim sisteminin sosyolojik olarak tabakalaşmış niteliğini sürekli olarak vurgulamaktadır. Sadece Fransa’da değil, aynı zamanda ABD ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde de, en üst düzey toplumsal konumlara gelmeyi sağlayan eğitim kurumlarının neredeyse tamamının ayrıcalıklı sınıf veya statü gruplarının çocukları tarafından tekelleştirildiğini ileri sürmektedir (Bourdieu, 2006a:36).

Bourdieu, okula ilişkin yeniden üretim mekanizmalarının işleyişini fizikçi Maxwell’in ikinci termodinamik yasasını formüle ederken kullandığı cin imgesinden yararlanarak açıklar:

“Maxwell, az ya da çok sıcak, yani az ya da çok hareketli tanecikler arasında bir cin olduğunu hayal eder. Bu iblis, tanecikleri ayırır; en hızlılarını ısısı artan bir kaba, en yavaşlarını da ısısı azalan bir kaba atar. Bunu yaparken de işlem başka türlü yapıldığında ortadan kalkacak olan farklılığı, düzeni korumuş olur. Okul sistemi de Maxwell’in cini gibi çalışır: Ayıklama işlemi için gereken enerji pahasına, eskiden mevcut olan düzeni, yani birbirine eşit olmayan kültürel sermayeyle donanmış öğrenciler arasındaki farkı korur. Daha kesin bir biçimde söylemek gerekirse, bir dizi ayıklama işlemi aracılığıyla, miras yoluyla kültürel sermayeye sahip olanları, bu sermayeden yoksun olanlardan ayırır. Yetenek farklılıkları ise, miras edinilen kültürel sermayeye göre oluşan toplumsal

farklılıklardan ayrılamayacağından, eskiden var olan toplumsal farklılıkları böylece ayakta tutar” (2006a:36-37).

Böylece, Bourdieu’ye göre okul sistemi bir tür ayrıştırma, eleme fonksiyonu görmektedir. Okul sistemi, üst düzey yüksek okulların öğrencileri ile sıradan fakültelerin öğrencileri arasında bir kopma oluşturarak üst düzey soylu sınıf-alt düzey soylu sınıf arasındaki ve alt düzey soylu sınıf-soylu olmayan sınıf arasındaki toplumsal sınırları kurar. Bu sınır her şeyden önce, bilfiil hayat tarzında, sonra da, sınavlara hazırlık çalışmalarının içeriğinde, örgütlenmesinde ve son olarak da, bizatihi giriş sınavının sonucunda kazanan sonuncu öğrenci ile kazanamayan birinci öğrenci arasında bir ad, bir sıfat taşıma hakkıyla belirginleşen kopmada ortaya çıkmaktadır. Okullardaki bu sıralama, bir toplumsal sıra farklılığı, kalıcı bir düzen bağıntısı kurar: Seçilenler, hayatları boyunca kazandığı okulun mezunu olarak bir aidiyetin damgasını taşırlar; okulun geliştirdiği bu ayrım sayesinde tahakküm etme yetkisi kazanırlar (Bourdieu, 2006a:37-38).

Bununla birlikte Bourdieu, Maxwell’in cinine benzettiği okul sisteminin bazı yönleriyle söz konusu imgeden farklı olduğunun altını çizer. Her şeyden önce, belli bir dalı seçen öğrenciler, çocukları için belli bir kurum seçen aileler, vb. gibi toplumsal eyleyiciler mekanik güçlere tabi olan parçacıklar değildirler; nedenlerin dayatmasıyla hareket ederler. Diğer yandan Bourdieu’ye göre toplumsal eyleyiciler, Weber’in ileri sürdüğü gibi, olguların tam bilgisiyle ve tamamen önceden tasarlayarak hareket eden (rasyonel eylem) bilinçli özneler de değildir. Özneler gerçekte pratik kavrayışla,8 yani tercihlerden, zevk ilkelerinden, kalıcı bilişsel yapılardan ve şartların algılanışı ile bu şartlara verilecek cevapları yönlendiren eylem kalıplarından oluşmuş bir sistemle donatılmıştır (Bourdieu, 2006a:41). Bourdieu bu kavrayışı, habitus kavramıyla ifade etmektedir. Habitus, belli bir durumda yapılması gerekli olan şeye ilişkin bir tür pratik kavrayıştır, o anki durumda belirsiz olan, ama yine de o anda içerilen geleceğini görebilme yeteneğidir (Bourdieu, 2006a:42).

8 Bourdieu, bu çözümlemeleri geliştirdiği çalışmasına Raisons Pratiques (Pratik Nedenler) adını vermiştir.

Okul sisteminin eylemi, nesnel düzene göre sıraya sokulmuş tercihleriyle bu düzeni hem bilmeden hem de istemeden yeniden üretmeye yönelik binlerce küçük Maxwell cini tarafından düzenlenmiş eylemlerin bileşkesidir. Meselâ, öğretmenler.

Onlar, köken olarak hâkim sınıftan gelmiyorlarsa bile, taşıdıkları ve öğrencilere aktardıkları bilgi ve kültür hâkim sınıfın dilini gerektirdiği için, bu dili anlama konusunda hâkim sınıftan gelenlerin daha büyük avantajı olacağı açıktır. Yani, aynı sınıf ortamında eğitim görseler bile, farklı sınıfsal-kültürel sermayelere sahip öğrencilerin verilen eğitimden aynı şeyleri alma şansları yok gibidir (Aktay, 2007:483). Öğretmenler mekanizmanın önemli bir bileşeni olmaktadırlar. Tıpkı öğretmenler gibi, eyleyicilerden her biri var olmak için büyük çaba ve özveri ile mekanizmaya dahil olmak zorundadırlar. Meselâ öğrenciler, zekaya dayalı ölçme-değerlendirme ve seçme sistemlerinin uygulandığı eğitim sisteminde, seçkin mesleklere sahip olabilmek için, matematiğin hegemonik bir bilgi alanı oluşturduğunu kabullenmek ve bu kabule uygun davranmak zorundadırlar. Zira,

Onlar, köken olarak hâkim sınıftan gelmiyorlarsa bile, taşıdıkları ve öğrencilere aktardıkları bilgi ve kültür hâkim sınıfın dilini gerektirdiği için, bu dili anlama konusunda hâkim sınıftan gelenlerin daha büyük avantajı olacağı açıktır. Yani, aynı sınıf ortamında eğitim görseler bile, farklı sınıfsal-kültürel sermayelere sahip öğrencilerin verilen eğitimden aynı şeyleri alma şansları yok gibidir (Aktay, 2007:483). Öğretmenler mekanizmanın önemli bir bileşeni olmaktadırlar. Tıpkı öğretmenler gibi, eyleyicilerden her biri var olmak için büyük çaba ve özveri ile mekanizmaya dahil olmak zorundadırlar. Meselâ öğrenciler, zekaya dayalı ölçme-değerlendirme ve seçme sistemlerinin uygulandığı eğitim sisteminde, seçkin mesleklere sahip olabilmek için, matematiğin hegemonik bir bilgi alanı oluşturduğunu kabullenmek ve bu kabule uygun davranmak zorundadırlar. Zira,

Belgede ONUR SÖZÜ (sayfa 49-60)