• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Şehir Mimarisinin Geçirdiği Değişikler ve Bu Değişiklerde Amil Olan Etkenler Olan Etkenler

2.3. Osmanlı’da Şehir Mimarisi

2.3.1. Osmanlı Şehir Mimarisinin Geçirdiği Değişikler ve Bu Değişiklerde Amil Olan Etkenler Olan Etkenler

Osmanlı Devleti’nin beylikten cihan devleti olmaya geçişi tarihsel bir değerlendirme yapıldığında çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. Bu kısa zaman diliminde “500 çadırlık bir konargöçer topluluk” 150 sene gibi kısa bir zaman zarfında Avrupa topraklarında at süren, bunun yanında yüzyılladır hüküm süren Bizans’ı ortadan kaldıran, Karadeniz’i bir Türk gölü haline getiren “bileği bükülmez” olan bir devlet haline gelmişti. Çoğu Avrupalı araştırmacı için şaşırtıcı olan bu hızlı fetih hareketi değil, böyle bir hareketlilik sırasında gerçekleştirilen kusursuz sayılabilecek seviyedeki medeniyettir. Kabul edilmesi gereken bir gerçek vardır ki Osmanlı Devleti selefi olan başta Türk devletleri olmak üzere birçok devletten bir takım unsurları bir anlamda miras almıştır. Fakat bu müesseselerin çağın gerisine düşmeden- en azından 16.yüzyıla kadar- nasıl bir modernizasyona tabi tutulduğu sürekli olarak merak edilmiştir. Örneğin vakıf müessesi Osmanlı medeniyetinin önemli kısmını meydana getiren bir

organizasyondur. Yine esnaf teşkilatı da ekonomik ve sosyal anlamda Osmanlı toplumuna bir kimlik kazandıran müessese olmuştur. Tüm bunların yanında Osmanlı medeniyetinin süregeldiği, sosyal hayatın ikame ettirildiği ve her türlü toplumsal

olmuştur.

İstanbul’un fethine yani Osmanlı Devleti’nin devlet olmayı başardığı devreye kadar Osmanlı şehirlerinin karakteristik özelliklerini Edirne ve Bursa gibi başkentlerde daha sonra ise İznik gibi mühim noktalarda görmekteyiz. Fakat Osmanlı Devleti’nin

ihtişamının doruğuna ulaştığı 16.yy’da büyük bir iktisadi gelişme kendini göstermiş ve buna bağlı olarak da şehirlerde bir imar yarışı başlamıştır. Bu dönemde birçok han, hamam, suyolu, cami ve mescit gibi kamu yapıları meydana getirilmiştir99. Özellikle cami etrafında gelişen Türk –İslam şehirlerinde cami etrafına inşa edilen hamamların bir sıhhi ihtiyaç oluşu (Cezar, 1985: 31) ve buna bağlı olarak gelişen su kültürü bir yandan İslam dininin Türk kültürüne olan katkısını ortaya koyarken diğer taraftan medenileşmenin en önemli gereklerinin Osmanlı şehirlerinde geliştiğini göstermektedir.

Bunun yanında imparatorluğun nüfusunda mühim bir artış göze çarpmışsa da bu yoğunluk şehirlere sirayet etmemiştir. Örneğin Halep, Şam ve Bursa gibi şehirlerin nüfusları bu devirde 60.000-70.000’i geçmemiştir (Barkan, 1984:21-23).

Osmanlı mahallelerinde toplumsal merkez “cami” olmuş ve özellikle akşam ve yatsı namazları tüm erkeklerin katılımı ile kılınmıştır(Ergenç, 1974: 73, Emecen, 2000: 366). Caminin bu misyonunun çok iyi idrak edilmesi neticesinde özellikle 15. yüzyıldan 16. yüzyıl ortalarına kadar cami sayılarında önemli artışlar gözlenmiştir100. Özellikle

99

Bazı Avrupalı seyyahlar bu kamusal imar yarışını göstermelik kulluk inancı olarak nitelemişlerdir. Çünkü onlara göre Osmanlı evleri gerçek manada yaşamaya müsait değildir. Ya da en azından imar faaliyetlerinin yararlı binaların inşası için kullanılması gerekmektir. Ayrıntı içi bkz. Ortaylı,1974: 13

100

1510 tarihli kitabesi ile Kanuni ’nin Belen’de yaptırdığı cami buna bir örnektir, bkz. Fatih Müderrisoğlu, “Bir Osmanlı Türk Şehri Olarak Belen”, Vakıflar Dergisi, XXVI, 1994, s.240.

inşa edilmemiş, ibadet edilen yere bir medrese, imaret ve de bir okul eklenmiştir. İlk Osmanlı camileri Bursa da, İznik’te ve Edirne de vücuda getirilmiştir101.

Manastır’ın Osmanlı eline geçişi ile şehrin büründüğü Türk-İslam tarzı yapının bir gereği olarak imaretlerin de şehirde yer aldığı görülmüştür. İmaretler en basit ifadesi ile ihtiyaç sahiplerinin aynî ihtiyaçlarının karşılandığı hayır kurumlarıdır. Osmanlı

döneminde ağırlıklı olarak aşevi görevi görmüştür (Demir, 1998: 41). Ancak Cezar’a göre imaretlerin, hayır sahiplerinin maddi gücü ve inşa şekilleri ile zaman zaman neredeyse bir şehir haline de gelebildikleri görülebilmiştir (Cezar, 1985: 348; Bilgin-Özvar, 2008: 23). Manastır şehri mevzu bahis olduğunda buradaki cami ve imaretlerin genelde şehre tayin ya da bir sefer vesilesi ile gelen din ve devlet görevlileri tarafından inşa edildiği görülmüştür. Bu uygulama Osmanlı vakıf medeniyetinin en karakteristik örneklerinden bazılarının Manastır’da görülmesini de sağlamıştır.

İmaretler farklı fonksiyonlara sahip olabilirdi. Genel manada medrese talebeleri ile gelip geçen misafirlere, fakir halka, diğer ihtiyaç sahiplerine her gün sabah ve akşam olmak üzere yemek vermek amacıyla tesis edilen imaretlerin en önemlileri yine İstanbul’da Fatih Camii ile birlikte, İstanbul, Edirne ve Amasya’daki imaretler olmuştur.

İmaretlerden başka şehirlerde önemli bir misyonu yerine getiren yapılardan biri de hastanelerdir. 15. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı şehirlerinde I. Bayezit’in Bursa’da yaptırdığı hastaneden başka hastane gözükmemekte idi. Bunun sebebi, ele geçen

101

Bu camiler, Bursa’da Sultan I. Murat Camii, Çelebi Mehmet ve Yıldırım’a ait Ulu Camii ve Yeşil Camilerdir.

için bir tecrit hanenin Edirne yaptırılmış olduğu kayıtlarda mevcuttur(Uzunçarşılı, Tarihsiz: 641). İstanbul’un fethinden sonra şehrin imarına bağlı olarak, Fatih’in yaptırdığı imaret ve caminin yanına bir de hastane yapılmış ve bunu II. Bayezit döneminde yaptırılan Edirne’deki hastane ve tıp medresesi izlemiştir. İstanbul ve Edirne dışında kalan taşra şehirlerinde de sağlık hizmeti verilen vakıf kurumlarının inşa edildiği görülmüştür. Bu manada 16. yy ortalarında Karaman eyaletinde 2 darüşşifanın varlığını kaynaklardan öğrenebiliyoruz (Cezar, 1985: 351).

Bahsi geçen zaman diliminde özellikle medrese talebelerinin faydalanması amacıyla kurulan kütüphanelerin sayısının arttığı görülmüştür. I. Mehmet, yaptırdığı kütüphane ile bu akıma öncülük etmiştir. Çoban Mustafa Paşa’nın 1521’de Gebze’de yaptırdığı iki kütüphane de bu dönemde yapılan kütüphanelere örnek teşkil eder(Uzunçarşılı,

Tarihsiz: 643). Burada kısaca belirtmekte fayda vardır ki; matbaanın bulunmadığı bir devirde böyle binlerce cilt yazma eseri bir kütüphanede toplayabilmek ciddi bir zahmet gerektirmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı şehrinde konut mimarisi haricinde kalan, hayatı şehir halkı için kolaylaştıran ve zenginleştiren komplekslerin oluşumu kolayca

gerçekleşmiş bir süreci ifade etmez.

17. yüzyıla gelindiği zaman Osmanlı Devleti’nin ihtişamlı devri büyük oranda sona ermiş hatta bu yüzyılın sonlarında artık 150 yıllık toplumsal bozukluk, çözülme derecesine gelmiştir (Ortaylı, 1982: 34). Bu devirde Osmanlı Devleti’nin sembolü durumunda olan İstanbul, Akdeniz’in en önemli şehirlerinden biri olarak farklı büyüklükteki şehirlerin de merkezinde bulunmakta idi. Yukarıda bahsettiğimiz doğa insan kaynaşmasına burada da rastlamakla beraber etnik manada bir kaynaşmanın buralarda tesis edildiği tam manası ile söylenememiştir. Zaten İstanbul gibi bir şehir daha Fatih devrinden itibaren gerek asayiş bakımından ve gerekse de sosyal nizam bakımından zorluklar doğurmuştur. Kanuni zamanında İstanbul’un suya kavuşturulması

Bu manada 16. yüzyıla ait divan kayıtlarında İstanbul başta olmak üzere bazı önemli şehirlerin nüfusunun kontrol altında tutulması ile alakalı kararlara rastlanılmış, şehre kefilsiz adam sokulmaması, başıboş insanların toplanarak memleketlerine geri gönderilmesi gibi mevzularda görüşülmüştür (Bulut, 1997: 34).

Tüm bu veriler ışığında Manastır şehir merkezinin nüfus ve iktisadi yapısının ayrı ayrı değerlendirilmesi yukarıdaki değerlendirmelerin buradaki tezahürlerini ortaya koyabilmek açısından önemlidir.

2.4. 16. ve 17. Yüzyıllarda Manastır Şehir Merkezinde Nüfus

Manastır şehri önemli askeri ve ticari yolların kesişme noktası üzerinde olması hasebiyle sadece Osmanlı devrinde değil bundan önceki dönemlerde de nüfus açısından özel bir duruma sahip olmuştur. Coğrafi olarak bakıldığında Yunan ve Arnavut topraklarına sınır oluşu, diğer yandan da Makedonya’nın hemen hemen tüm su kaynaklarına (Ohri ve Prespa Gölü ile Crna Reka Nehri (Karasu) dikkat çekici bir şekilde yakın oluşu Manastır şehrini nüfus açısından kozmopolit bir hale sokmuştur.

Osmanlı idaresinin bölgeye yerleştiği 14. yüzyıl sonlarından itibaren nüfusta etkisi hissedilir bir denge çalışmasına girişilmiş ve tarihi süreç içerisinde nüfus yapısının bu dengeye kavuşabilmesi için sürekli olarak idari manada yenilikler yapılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde nüfusa ait çalışmalarda en önemli kaynak haline gelmiş olan tahrir defterleri kronolojik manada incelenmeye tabi tutulduğunda şehirde dört önemli nüfus başlığı göze çarpmaktadır: Müslümanlar(Türkler), Hıristiyanlar, Yahudiler ve

Çingeneler.

Müslüman Türkler bölgenin fethinden hemen sonra Anadolu’dan buraya getirilerek

yerleştirilmiş ve kısa süre zarfında şehir merkezinde ulaştıkları sayı ile gayr-ı Müslimleri azınlık haline getirmişlerdir. Özellikle Drama ile Seres, Petriç, Strumica, Ştip, Üsküp, Solun ve Manastır bölgeleri bu kolonizasyondan en fazla payını alan bölgelerdir (Anastasovski, 2005: 57).

popülâsyonla sınırlı kalmamış, sosyal hayatta da etkilerini hissettirmeyi giderek arttırmışlardır. Bilhassa 16. yüzyıla gelindiğinde gerek tesis edilen idari düzen gerekse şehrin dokusunda meydana getirilen fiziki değişim ile Manastır şehri tam bir Türk İslam şehri görüntüsüne bürünmüştür.

Hıristiyanlar şehrin yerli halkı olmakla birlikte bu özelliklerini taşradan öteye

geçirememişlerdir. Nicelik olarak Türklerden aşağıda kalmaları ve şehre sonradan gelen Yahudilerin özellikle ticaret hayatında kısa zamanda kazandıkları itibar Hıristiyanları bir anda şehrin tüketici sınıfı haline getirmiştir.

Manastır şehir merkezinde yaşayan Hıristiyanların nüfus hareketleri incelendiğinde istikrarsız bir durum göz çarpmaktadır. Sürekli değişen mahalle sayıları, nüfus açısından küçük ölçekli mahallelerin bir diğer mahalleye bağlanarak değiştirilen idari yapısı ve ani kayıplar, takibi güç ve sebepleri müphem ihtimaller yumağı haline gelmiş bir Manastır Hıristiyan ahalisi ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır.

Manastır’daki Hıristiyan nüfus ile alakalı olarak karşılaşılan problemlerin en önemlilerinden biri de özellikle Osmanlı kaynaklarında Müslüman olmayan halk için kullanılan gebr ve çoğulu gebran ifadesidir. İfadenin çoğunlukla tüm gayr-ı Müslimler için kullanılmakla birlikte zaman zaman sadece Hıristiyanlar için de kullanılması elde ettiğimiz verilerin netliği noktasında sıkıntılar doğurmuştur.

Yahudiler çeşitli araştırmacıların görüşlerinden hareketle Balkanlara milattan önceki

dönemlerde ulaşmışlardır. Bununla birlikte Makedonya topraklarına ne zaman ve ne şekilde ulaştıkları ise ayrı bir mevzudur.

Osmanlı kayıtlarında 16. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan Yahudiler’in İspanyol Sefaratlar olduğuna dair bilgilerimiz artık şüphe götürmez bir haldedir. 1492’de II. Bayezid döneminde başlayan Yahudi göçü özellikle Balkanlarda ciddi bir değişime sebebiyet vermiş ve bölge dokumacılık, deri işlemeciliği ve sarraflık gibi iş kollarında önemli atılımlar ve önemli gelişmeler meydana getirmiştir.

çarpmıştır. Bu durumda göçlerin sadece 15. yüzyılla kısıtlı kalmadığını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Çingeneler Manastır’da nicelik olarak en küçük nüfus grubudur. Müslüman olmakla

birlikte çoğu zaman Gayr-ı Müslimlerle birlikte kaydedilmeleri Osmanlı idaresi tarafından özel bir durum olarak düşünüldüklerini göstermektedir. Kökleri ve şehre ne şekilde ulaştıkları ile alakalı elimizdeki bilgiler çoğu zaman ihtimaller halindedir. Ama yine uzunca bir süre kayıtlarda karşımıza çıkan çingenelerin şehir için göz ardı edilemeyecek bir unsur olduğunu söylenebilir.

Tahrir defterlerinde nüfuslar verilirken Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Çingenler şekilde kaydedilen Manastır şehir ahalisinin tarihi süreç içerisindeki nüfus dağılımları aşağıdaki gibidir.