• Sonuç bulunamadı

Osman Turan’a Göre Din, Devlet ve Hukuk İlişkisi

İslami devlet ve yönetim açısından halifelik kurumuyla ilgili Turan’ın önemle altını çizdiği husus “mukaddes bir sıfata nail olmakla birlikte halifeliğin dinin esaslarıyla ilgili değil sadece İslam siyaseti ile ilgili olduğudur. Hz Peygamber dahi Kuran’ın hükümlerine tabidir ve vahyi tebliği vazifesinden sonra diğer insanlarla farkı olmadığı ayetle bildirilmiştir (2018:85). Hristiyanlık İncilin orijinalliğini kaybetmesine bağlı olarak, tanrı ile kul arasında beşeri bir vasıta gerekliliğiyle ruhban sınıfının mevcudiyetini çıkarmıştır (2018:86). İslam’

İlk halife Hz Ebubekir’in nutkunu, demokrat ve ideal bir devlet reisinin yüksek vasıflarını göstermesi bakımından takdire şayan bulmuş ve hilafet makamının mahiyetini resmetmesi açısından dile getirmiştir (2018:86). Hilafet Osmanlıya geçtikten sonra güçlenmiş ve din, devlet işleri tamamen birleştirilmiştir. 18.asra kadar halifelik sıfat ve manevi nüfuzunu kullanılmamıştır. (2018:87).

Dine bağlı yönetimle ilgili bahiste Türk olmakla İslamlığı eş anlamlı hale getiren Türk milleti İslam’la birlikte bir dönüm noktası yaşamıştır. Turan’a göre Türkler milli, İslami ve insani duyguların uyumlu bir bütünü sayesinde, önce İslam dünyasına daha sonraları Anadolu’ya, Balkanlara ve Orta Avrupa’ya hâkim olmuştur. Milli geleneğine ve İslam’ın hukuki prensiplerine bağlı kalarak bünyesinde ki birçok kavim, din ve mezhebe hoşgörü sağlamış, bu şekilde cihan hâkimiyetini sağlamıştır (1978:37). Çünkü İslamiyet, insana dair uygun yapısıyla yeni bir medeniyet sentezi kurma imkânına sahiptir (2017:229). Bununla beraber Türk-İslam devlet telakkisi Tanzimat’la birlikte değişmeye başlar ve bu değişim Turan’a göre sathi kalarak istenilen sonucu vermemiştir (2017:82).

3.3.2.1. İslami Yönetim ve Hukuk Yorumu

Laiklik ilkesinin çıkış noktalarından birisi de devletin dine dayalı anayasasının toplum düzeniyle uyumsuzluk yaşadığı düşüncesidir. Turan, teokratik hukukun dinamik hayata uyum sağlamasındaki itirazı doğal bulur ve bu teoriyi halkın gösterdiği iddia edilen taassup bahanesinden daha geçerli bir sebep olarak yorumlar. Fakat kanunların ihtiyaçlara göre yorumlanıp güncellenmesi için devletin mutlak laik olması şart değildir. Zira İslam devletlerinin barındırdığı aklîlik, iktisadi ve içtimai ihtiyaçlar hukukî içtihatları üretmektedir (2018:97).

Osman Turan, İslam-Türk hükümdarlarının meşruiyetini sağladıkları Şeriat ve milli örfe dayalı ilkelere bağlı kalmak zorunda olduklarını ifade etmiştir (2017:117). Bununla birlikte Türklerin, İslam medeniyet ve İslam hukukuna dâhil olduktan sonra şeriat yanında Osmanlı kanunnameleri gibi bir takım laik kanunlara sahip olduklarının altını çizmiştir. Avrupa medeniyetiyle yapılan irtibatlar sonrasında Tanzimat da önemli hukuki faaliyetler meydana gelmiş ve Mecelle, yeni ticaret kanunları ve Nizamiye mahkemeleri değişen şartlar doğrultusunda laik hukukun da geliştiğini göstermiştir (2018:97).

Aynı zamanda Turan ironi barındırsa da iktisadi zaruretler ile dini naslar çatışması hususunda üretilen hilelerle faiz müessesinin durumunu hatırlatmıştır:

“İslamiyet faizi yasak ettiği halde bütün Orta ve Yeniçağlar boyunca, Şarkta ve Garpta, bu yasak ihtiyaçları durduramamış ve birtakım şeri formül(hileler) ile faize cevaz verilmiştir. Hatta bu İslam faiz usulleri İspanya yolu ile ve Mohatra adıyla Avrupa’ya da geçerek Orta çağ Hristiyan dünyasına da mal olmuştur (..) Böylece faiz ve bankacılık bugün her tarafta hukuki ve meşru bir müessese haline gelmiş ve devletin laik esaslara dayanmasını beklemeye lüzum kalmamıştır …. Hukuki içtihat vasfını veya ilmi bir tefsir mahiyetinin kazanamamış olmakla beraber fahiş bir istismara veya murabahaya meydan vermeyen makul bir faiz haddinin zarureti umumun tasvibine mazhar olmuş, bunun İslami izahına dair henüz ciddi bir içtihat yapılmış ve kabul edilmiş değilse de bütün İslam memleketlerinde bankacılık yerleşmiştir” (Turan, 2018:98).

Resmi ve dini olarak caydırıcı hükümler olmasına karşılık köylerde devam eden çok eşlilik mevzusu bir yandan, iktisadi getirilerinin yüksek olması nedeniyle Milaslı İsmail Hakkı isimli bir din âliminin “Tezkiyet’ül Luhum” isimli eserinde verdiği cevazın dâhil olduğu örnekler göstermektedir ki:

“Kanunların örf adetlere ve umumun tasvibine tabi bulunmasını gerektirdiğinden anayasanın dini veya laik olması ve kanunların tedvini bakımından büyük bir fark göstermez. Yani ne dini bir anayasa içtimai tekâmülü durdurabilir ve nede laik bir anayasa milli arzu ve iradeye aykırı -kanunlara hayat verebilir” (Turan, 2018:99).

Bu noktada Berkes’ in, İslam hukukuna dair söyledikleri bir bağlamda konuyu destekler niteliktedir. Şeriatı oluşturan hukuk kuralları fakih denilen laik kişiler tarafından oluşturulmuştur. Devletin nizamı için kullanılan bu fıkıh kurallarının, Hristiyanlıktaki Kanon kuralları gibi devlet için hukuksal bir zorunluluk içermesin diye şeriat kanunu haline gelmesi engellenmiştir. Dolayısıyla kurallar, kitaplardaki metodoloji ve olaylar ile İslam fıkhı okullarından çıkan öğretileri değerlendirerek siyasi otorite tarafından biriktirilen bir tür özel kişi hukukudur ve İslamlıkta hukuku din yapan dinin kendisi değil ya da Hristiyanlıkta ki gibi devletten güçlü kilise değil, devletin kendisidir. Dolayısıyla devletin desteğini alamamış

kurallar uygulama dışında bırakılırken, şeriat değişen dünya koşulları karşısında devletin yeni kurallar isteğine ve toplumsal değişikliklere uyum sağlayamadığı takdirde toplum sorunlarıyla ters düşmeye başlayacaktır (Berkes, 1984:15).

Sonuç olarak; Turan’a göre hukukun gelenek göreneğe ve ihtiyaçlara göre değişim zaruriyeti ortadayken, sıkça atıf yaptığı İngiltere’nin çoğu ülkeden daha ziyade uyguladığı vicdan hürriyeti için laik bir devlet yapısına ve laik bir anayasaya ihtiyaç duymadığı ortadır. Dolayısıyla Avrupa kendi tarihi ve toplumsal zaruriyetleri içinden laikliği üretmiş, fakat ne vicdan hürriyeti ne de hukuki serbestlik açısından Türkiye de böyle bir ihtiyaç yoktur (Turan, 2018:99). Başgil’ e göre dönem itibarıyla teokratik bir anayasanın ve bir din devletinin varlığı mümkün değildir. Dileyen dindar, laik sistemde dinini zaten yaşayabilecektir.

3.4. LAİKLİK

3.4.1. Kavramsal Kriz

1924 Anayasasında bulunan “devletin dini” ibaresinin 1928’de kaldırılması ve resmi olarak 1937’de Laiklik ilkesinin anayasaya eklenmesi devrimler için bir dayanak olmuştur. İnsan ve toplum tasavvurunda merkezi bir role sahip olması nedeniyle kavrama getirilen ortak bir tanımının olmayışı, süreç içerisinde halk adına bazı suiistimallere sebep olmuş, kavrama dayandırılan yaptırımlar ve ihmaller zaman zaman toplumu kutuplaştırmıştır (Şahbaz, 2017:102). Dolayısıyla anayasada laiklik kavramının belirsizliği ile yönetimin kavrama dayandırdığı aksiyonun bir reaksiyona neden olması, toplum içinde kavramın yıpranmasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak başlangıçta altını çizmekte fayda gördüğümüz ilk husus Hocaoğlu’nun ifade ettiği gibi, Türk düşünce tarihinde ki kavramların istikrarsızlığının ve çelişkilerinin sebep olduğu kaosun, “kavram üretme güçlüğü” ve “kavram kirlenmesi” ne bağlı olmasıdır.

Kavram üretme güçlüğü, ülkenin geçirdiği ağır dil buhranın neticesiyken bu aynı zamanda soyut bir kelime üretme kaygısından daha fazlası olmuştur. Zira bir medeniyetin kültür yıkımı yaşanmış, düşüncenin soyut ve somut her uzantısıyla ilgili üretim mevzunda zafiyet oluşmuştur. Kimi zaman reddedilen Osmanlıca terminolojisi kullanılmış, kimi zaman hiç işleme tabi tutulmadan yabancı terimlerin

montajıyla devam eden süreç içerisinde, bazı kavramlar kirlenme tehdidine maruz kalmıştır (Hocaoğlu, 1995:9).

Hocaoğlu’na göre buna sebep olan Osman Turan’ın da yazılarında sıkça yakındığı ve Ali Fuat Başgil’ i de dönem içerisinde mağdur eden, Türk entelijansiyasıdır. Kavramların ve fikirlerin taşıdığı derinliği tahkik edip yorumlamak, anlamak ve anlatmak yerine ret-kabulden uzaklaşamayan aydınlardır. Dolayısıyla derinliğine inilmemiş her fikir için yok sayma ya da koşulsuz kabul ve savunma refleksiyle ideolojik cepheleşmeler ve kutsallaştırılmış kavramlar ortaya çıkmıştır.

Bu bağlamda, kavramların yaşanmakta olan coğrafya içinde üretilmemiş olması ve aynı zamanda ortaya çıktığı medeniyetin içinde ki toplumsal hafızaya vakıf olunmaması Hilmi Ziya Ülken’ in kullandığı “mefhum buhranına” neden olmaktadır. Çünkü bir toplumda, kendi kodlarından üretilmemiş bir kavramı anlamak güç görünmektedir. Bu nedenle toplumun aydınları tarafından derinlikten yoksun, boş kalıp ve etiketler halinde sarf edilebilir oluşu kavramları; “milli idrake hitap eden fikirler değil, müphem kütle ruhunu harekete getiren tehlikeli sloganlar haline getirmektedirler” (1976:15).

Mefhum buhranına sebep olan kavramlardan birinin de laiklik olduğunu düşünebiliriz. Net bir tanımının olmayışı ve bu toplumun ürettiği bir gerçeklik olmayışı onu anlamayı zorlaştırmıştır ve toplumu kutuplaştırmış, kullananlar tarafından kendi fikri yönelimine göre araçsallaştırılmıştır. Dolayısıyla kirletilen kavramlar, onu kullanan fikir sahiplerini zan altında bırakmış, böyle bir durumda düşünce üretmek ve ifade etmek zorlaşmıştır (Hocaoğlu, 1995:10). Gerçek Türk mütefekkirleri için belki bir var oluş gerekçesi ve öncelik gerektiren durum bu kavramları arındırmaktır (Hocaoğlu, 1995:13).