• Sonuç bulunamadı

A. Osmanlı Toplumu, Şiir, 16. Yüzyılda Şairlerin Durumu

C. 16. Yüzyılda Yazılmış Tezkireler ve Müellifleri Hakkında Bilgi

1.6. Duygu-Düşünce veya Tem

1.6.3. Muhakkikâne, Muvahhidâne

Bu başlığımız tasavvufi boyut ve bunun Klasik Türk Edebiyatı’na olan yansımalarıyla ilgilidir. Divan Edebiyatında beşeri aşkın yanısıra tasavvufi aşka da yer verilmiştir. Kimi şairlerimiz beşeri aşka yönelirken kimileri tek ve gerçek aşk olan Allah aşkına yönelmişlerdir ve bu gayede şiirler yazmışlardır. Bunu yaparken tasavvufî terminolojiler kullanmışlardır. Bu tasavvufi terminolojiye göre “şarap” ilahi aşkı temsil eder, “pîr-i mugan” da (meyhâneci) mürşid demektir. “Meyhâne” aşkın öğrenildiği yer, yani tekke veya dergâhın remzidir. “Mahbûb” veya “mâşuk” ise Allah’tır (Akün, 2015: 147). Bu tasavvufi aşk ile söylenen şiirler tezkiremizde muhakkikâne, muvahhidâne, rindâne, mestâne, âşıkâne, dervişâne olarak tanımlanmıştır. Öncelikle muhakkikâne ve muvahhidâne terimlerine bakalım.

Arapça kökenli olan “ muĥaķiķ” kelimesi, mârifet ve keşif yoluyla varlıkların, meselelerin hakîkatini bilme seviyesine erişen kimseler için kullanılan bir terimdir. Farsça –âne ekiyle türetilen “muhakkikâne” gerçeği, hakikati araştıran bir kimseye yakışır surette, hakikati gerçeği araştırana yakışacak yolda anlamlarında kullanılır. Yine

Arapça kökenli olan “muvaĥĥid” kelimesi, Allah’ın birliğine inanan, Allah’tan başka bir şey görmeyen kendini ve başkalarını unutan kimse için kullanılır. Farsça –âne ekiyle türetilen kelime Müslüman bir kimseye yakışır tarzda demektir. Tezkiremizde birbirine benzer olan bu iki terim şiir ve söyleyişi nitelemek için kullanılmıştır.

Mevlânâ Aĥmed Ĥarîrî: Ebyāt-ı muĥaķķiķāne [ve] ʿāşıķāne dimeden bīgāne degüldür. Bu ķıŧʿa anlaruñdur. Ķıŧʿa :

Eger zünnār-ı ʿışķet ez-ser-i bütān Bended şeyħ lā ikrāhe fi’d-din71

Ve ger bī-ķıble rūy-i tu zāhid

Nemāzī kerd v’eylünlil muʿśallīn72 (Solmaz, 2005: 202)

Rûĥî Çelebi: El-ĥaķ muśāĥabeti bāde-i dil-küşā gibi bī-ġışş ve leŧāyif-i ŧarab-efzāsı dilkeş ve śoĥbeti dil-küşā bu bir nīce ebyāt-ı muhaķķıķāne ve nažm-ı ʿ āşıķānesindendür ķalem-i dü zebāna gelüp bu evrāķda taĥrīr ü tasŧīr olundı. Nažm :

ʿÖmr āħir oldı cevr-i firāvan dükenmedi Öldüm ġamıyla ġuśśa-i hicran dükenmedi Gözden ħayāl-i rūy-i cevānan dükenmedi Dilden recā-yı vuślat-ı cānan dükenmedi [Diger] : Şeh-i ʿışķı serīr-i dilde şāh-ı kāmran gördüm

Ser-ā-ser mülk-i dil ĥükmünde fermānın revan gördüm Daħi mihr ü maĥabbet neydügin hiç görmeden kimse

Derūn-ı dilde mihr-i rūyuñı günden ʿıyān gördüm (Solmaz, 2005: 322) Rindî: Bu rubāʿī-i rindāne ħayli mestāne ve muĥaķķıķāne olmaġla ķalem-i dü-zebāne geldi.

71 -Eğer şeyh intikam için senin aşkının zünnarını kuşanırsa dinde zorlama yoktur.

Rubāʿī : Taķdīr ile sübħa olsa dürd-i mey-i nāb Zāhid ele alduķca ola mest ü ħarāb Ayaġa düşerse kef-i zenān-ı duħter-i rez

Mevlāyi olup raķs ide anda ĥabāb (Solmaz, 2005: 333)

‘Ârif Çelebi: El-ĥaķ merd-i ʿ ārif ve rümūz-ı umūrdan vāķıf eşʿ ār-ı dürer-bārı muĥaķķıkāne ve güftār-ı nezāket-güźārı muvaĥĥidānedür (Solmaz, 2005: 427).

‘Ârifî-i İstanbûlî: Eşʿ ār-ı muĥaķķıkānesi ve güftār-ı muvaĥĥidānesi çoķ ve pāk ü śāf idügüne güzāf yoķ (Solmaz, 2005: 445).

‘Ârifî: Ol vechile rāķım-ı ĥurūf-ı teźkire ħāk-i pāyinden çoķ maʿ ārif taĥśīl ü tekmīl idüp baʿ ż-ı fünūna vāķıf ve her nesneden āgāh u ʿ ārif-i billah olmışdur ve meźkūruñ muvaĥĥidāne ve muĥaķķıkāne eşʿ ārı çoķ ve eyüliginde söz yoķ (Solmaz, 2005: 446). Fânî: Kendü ĥasb-i ĥālin Belā-zāde nām bir kitāb-ı sürūr-encām nažm itmişdür ziyāde dervīşāne vü muĥaķķıkāne vāķıʿ olmışdur belā-zādelere nāfi’dür (Solmaz, 2005: 478). Beşikŧaşlı Yaĥyâ Efendi: Zīrā ki ibārāt-ı beliġı ser ĥaķāyıķ ve işārāt-ı faśīhi ser-ā-pā muvaĥĥidāne ve pür-deķāyıķ vāķıʿ olmışdur. Bu bir ķaç Fārisī ve Türkī beyt anlaruñdur. Tebeyyünen ve teberrüken cemʿ olup bu perişān evrāķa ŝebt olundı. Rumūz-ı ʿulūm-ı āfāķ ü enfüse vāķıf olan ʿuşşāķa mefhūm ü maʿlūmdur. Şiʿr :

Gerçi der-gencem velī tenhā neyem Āşinā-yı cānib-i cānāneyem

[Diger]: Varlıķ ķamu çün bir durur şādī nedür mātem nedür Gel şeyħüm ol göster baña ʿālem nedür ādem nedür [Diger] : Ders-i ʿışķı biz fenā śaħnında taĥśīl itmişüz

Suħte olup yatduķ tetimmāt-ı ŧalebde nice yıl Me’kel-i derd içre ġam ŧasını taķbīl itmişüz Ey müderrisler nedür bu saʿy-i bī-ĥāśıl müdām Bir gün ola diyesiz kim ʿömri ŧaʿtīl itmişüz Ķāđī ʿaskerlik müderris manśıbı ednā durur Āsitān-ı ĥaķķı kevnin üzre taʿcīl itmişüz

Diger : Cihān mülkini ʿārifler görüp ħōşca mekān dirler

İdinmezler mekān amma hemān ħōş ca mekān dirler (Solmaz, 2005: 146)

Penâhî: Bu bir ķaç maŧlaʿ -ı muĥaķķıķāne ve muvaĥĥidāne anuñdur. Nažm : Derdden cism-i żaʿīfüm şöyle nā-peydā yatur

İremez dest-i ecel peyki ki bī-pervā yatur Ķatreden kemdür nemi yanında baĥr-ı kā’inat ʿIşķ dirler bu muĥīŧ-i dilde bir deryā yatur [Diger]: Gör nīce ʿayyār u ŧarrār-ı cihandur zülf-i yār

Her girih başında anuñ nīce yüz biñ başı var [Diger]: Zülfi sevdāsıyla ben būyı hevāsıyla śabā

İki bī-ĥāsıllaruz ser-geşte itmiş rūzgār (Solmaz, 2005: 236)

Tâbî: Ĥadd-ı źātında pāk meşreb ve lāubāli-meźheb olmaġın hemīşe geşt ü güźār-ı memālik-i ʿ Arab itmeden ħālī degül ol yār-ı śādıķuñ iki zebān ile kendü ĥāline muvāfıķ muvaĥĥidānesi ħūb ve güftār-ı muĥaķķıķānesi merġūbdur (Solmaz, 2005: 243).

Ża’fî: Ser-ā-ser eşʿ ārı taśavvuf ile müzeyyen ve cümle-i güftārı muvaĥĥidāne ve mübeyyen vāķıʿ olmışdur. Bu ġazel anuñdur śāĥib-sülūka nāfidür. Ġazel :

Oķıdum ümmü’l-kitābı añladum esrārını Bilmişüm sebʿa’l-mesānī dil-berüñ dīdārını Arż mülkümdür benüm ʿışķ ile şāh-ı ʿālemüm Genc buldum istemem dehrüñ zer ü dīnārını Añladum bu ķālıb-ı ādem neden endāzedür Noķŧadan fehm eyledüm remz ü rümūzuñ vārını Ŧutmuşum elde kitābum olup aśĥāb-ı yemīn

Nuŧķ-ı ĥaķķı añlayup bildüm nedür güftārını (Solmaz, 2005: 399)

Ŧab’î: ʿ Ulūm-ı ʿ Arabiyye’de aķrānı içre müŧālaʿ āsı pāk ve eśnāf-ı şiʿ r bilmede cüst ü çālāk zebān-ı Fārisī’de ebyāt-ı muvaĥĥidānesi ħūb ve Türkī’de kelimāt-ı rindānesi merġūb (Solmaz, 2005: 403).

Fażlî Çelebi: Meźkūruñ biñ dāne muvaĥĥidāne rubāʿ īsi vardur. Biñden birin ķalem-i dü-zebāne tesvīd idüp beyān ider. Rubāʿ ī :

Yenbūʿ-ı vücūd yaʿnī ser-çeşme-i hū73

K’olmış bu nigūn ŧas anuñla memlū Feyżinde anuñ naħl bulunmaz ammā

Her kişi alur feyżini miķdār-ı sebū (Solmaz, 2005: 466)

Lâyıĥî: Ol yegāne-i ferzāne eşʿ ār-ı muvaĥĥidāne ve muĥaķķıķāne dimede bī-nažīr ve faķr u fenā ehli yanında dil-peźīr geçinür (Solmaz, 2005: 500).

Lâzımî: Bu maŧlaʿ -ı muvaĥĥidāne ol yār-ı yegānenüñdür. Maŧlaʿ :

73 -Varlık kaynağı, yani onun kaynağı

Keŝretinden bir iki hemdem ile dünyānuñ

Seyr-i deşt-i ʿ adem it ʿ ālemi var tenhānuñ (Solmaz, 2005: 506)

Muĥyî Çelebi: Eşʿ ār-ı muvaĥĥidānesi bī-ħadd ve güftār-ı şāʿ irānesi lā-yuʿ addur (Solmaz, 2005: 530).

Yûsuf: Eşʿ ārı muvaĥĥidāne ve güftārı rindāne vāķıʿ olmışdur (Solmaz, 2005: 598). Muhakkıkâne ve muvahhidâne şiirler yazan şairlerimizin yaşamlarına baktığımızda hepsinin tasavvufa yönelip bir şeyhe, bir dergâha bağlandığını ya da kendilerinin şeyh olduğunu tespit ettik. Aralarında kutsal mekânları ziyaret eden, hac görevini yerine getirenleri de vardır. Tek tek ele alırsak;

Rûĥî Çelebi, Şeyh Mahmûd Efendi’ye bağlanmıştır. ‘Ârifî-i İstanbûlî, Mısır’a giderek Gülşenî dergâhına bağlanmış ve orada kalmıştır. ‘Ârifî, tasavvufa yönelmiş, devrin meşhur sufilerinin sohbetlerine katılarak onların hizmetinde bulunmuştur. Daha sonra hac görevini yerine getirmek için Mekke’ye gitmiş, burada bulunan Arap ve Acem âlimlerinin ilim meclislerine katılarak onların bilgilerinden istifade etmiştir. Fânî, Halveti şeyhlerinden Zarifi Hasan Efendi’ye intisab etmiş, uzun süre yanında kalarak tasavvufi sülukunu tamamlamıştır. Beşikŧaşlı Yaĥyâ Efendi’nin kendisi mutasavvıf ve âlimdir. Beşiktaşta dergâhı vardır. Penâhî, Konya mevlevihanesinde mesnevihanlık ve şeyhlik yapmıştır. Tâbî, tasavvufa yönelerek devrinin meşhur mutasavvıflarından Molla Hudavendigar’ın dergâhında uzun süre kalmıştır. Şevķî, rintlik yolunu seçmiştir. Fażlî Çelebi, zahiri ilimlerle uğraşırken hocası Üsküplü Rıyazi’nin de etkisiyle tasavvufa meylederek Halvetiyye tarikatının Gülşeniyye kolu şeylerinden Hasan Zarifi Efendi’ye intisab etmiştir. Lâyıĥî, tasavvufa meylederek İbrahim Gülşenî’ye intisab edip Mısır’a gitmiş ve bir müddet hizmet etmiştir. Muĥyî Çelebi, tecride girmiş, uzun yıllar Mekke ve Medine’de yaşadıktan sonra Şeyh İbrahim Gülşenî’ye intisab etmiştir. Yûsuf, Mısır’da Şeyh İbrahim Gülşenî’ye intisab etmiş daha sonra Mevlevîliğe geçerek Konya’da Mevlana dergâhını ziyaret etmiş, Edirne Muradiye Dergâhı postnişini olmuştur.