D. Nesh Bahsi
2. Muarız Olan Âm ve Hâssın Tarihlerinin Bilinmemesi Durumunda
a. Toprak Mahsulünün Zekâtı
Âmm ve hâs lafızlar, delil kuvvetleri bakımından birbirlerine eşittirler. Bu yüzden hangisinin önce ya da sonra geldiği biliniyorsa, sonra gelen önce geleni nesheder. Fakat tarihler bilinmediğinde, Abdulaziz el-Buhârî’nin zikrettiğine göre Ebû Hanîfe ihtiyaten âmmın en son geldiğini kabul eder ve bunun ile hâssı nesheder. Bundan dolayı toprak ürünlerinin zekâtında Ebû Yûsuf ile aralarında ihtilaf vardır. Ebû Hanîfe “ ُرْﺷُﻌْﻟا ِﮫﯾِﻔَﻓ ُءﺎَﻣﱠﺳﻟا ُﮫْﺗَﻘَﺳ ﺎَﻣ” âm olarak gelen hadisinin, “ ٍﻖُﺳ ْوَأ ِﺔَﺳْﻣَﺧ َنوُد ﺎَﻣﯾِﻓ َسْﯾَﻟ
ٌﺔَﻗَدَﺻ” hâs olarak gelen hadisten, tarihleri bilinmediğinden dolayı daha sonra geldiğini savunur ve herhangi bir nisap miktarı zikretmeden toprak mahsullerinden ne çıkarsa çıksın zekâtın gerekeceğini savunur.290F
291Bu örnekle Ebû Yûsuf böyle bir ihtiyatı kabul
etmediği ortaya çıkmaktadır. Çünkü ilerleyen sayfalarda Buhârî, Ebû Yûsuf’un eğer âm ve hâssın tarihleri bilinmiyorsa mukarenet üzere geldikleri varsayılacağı ve mukarenetten dolayı da hâssın âmmı tahsis edeceğinden hareketle beşk vesk nisabını kabul ettiğini söylemektedir.291F
292
Bu ifadeler de, tarihlerini bilinmeyen âm ve hâssın tearuzunda nasıl hareket edileceği konusunda Şeyhayn arasında köklü bir ihtilafın olduğunu söylememizi sağlayabilir.
b. Kuyu Meselesi
Bir kişinin kendi açtığı kuyunun etrafında ne kadar bir alana sahip olacağı Şeyhayn arasında tartışmalıdır. Çünkü burada da Ebû Hanîfe tarihleri bilinmeyen âm ile hâs lafız bulunduğunda âmmı tercih ederken, Ebû Yûsuf ise hâssı tercih etmektedir.293 Yani Ebû Hanîfe’ye göre kuyu her ne amaç için açılırsa açılsın ya da her ne amaç için kullanılırsa kullanılsın kişinin bu kuyu etrafındaki özel alanı kırk zirâdır. Ebû Yûsuf ise elle çekilerek suyu çıkarılan ve canlıları sulama amaçlı olan
291
Buhârî, Keşfu’l-esrâr, I, 292. Serahsî’de hâs olan hadisin mensûh olduğunu söylemiştir. (Serahsî, el-Usûl, I, 133.)
292 Buhârî, Keşfu’l-esrâr, I, 298. 293 Serahsî, el-Usul, I, 133.
kuyu için kırk zirâ olduğunu kabul ederken, hayvan gücü ile çıkarılan ve toprağı sulama amaçlı olan kuyu için özel alanı atmış zirâ olarak belirlemiştir.294
Ebû Hanîfe’nin bu görüşü söylemesindeki delili “ نوﻌﺑرأ ﺎﮭﻟوﺣ ﺎﻣ ﮫﻠﻓ ارﺋﺑ رﻔﺣ نﻣ ﺎﻋارذ” hadisiyken, Ebû Yûsuf’un ise “ مﯾرﺣو ﺎﻋارذ نوﻌﺑرأ نطﻌﻟا رﺋﺑ مﯾرﺣو عارذ ﺔﺋﺎﻣﺳﻣﺧ نﯾﻌﻟا مﯾرﺣ
ﺎﻋارذ نوﺗﺳ ﺢﺿﺎﻧﻟا رﺋﺑ”hadisidir.295
Hadisler incelendiğinde, Ebû Hanîfe’nin kullandığı hadisin âm olduğu, açılan bütün kuyuları içine alan ve hepsinde kırk zirâ alanın kişinin hakkı olduğunu ifade eden hadis olduğu görülecektir. Ebû Yûsuf’un kullandığı hadis ise Ebû Hanîfe’nin kullandığına göre hâs bir hadistir. Her iki hadisin de tarihleri bilinmemektedir. Bu yüzden Ebû Hanîfe âm olan hadis ile Ebû Yûsuf ise hâs olan hadis ile amel etmiş bulunmaktadır.
c. Cenininin Boğazlanması
Ebû Hanîfe ceninin boğazlanmadan yenmeyeceğini söylerken Ebû Yûsuf, annesini boğazladıktan sonra cenin ölü bile doğsa kendisinin boğazlanmadan yenebileceğini söylemektedir.296
Ebû Hanîfe’nin burada delili, Mâide sûresinin 3. ayetindeki boğulmuş hayvanların yasaklanmış olduğudur. Çünkü cenin anne karnında yaşamaktadır, eğer ölü olarak anne karnından çıkarıldıysa bu da kendisinin, annesinin kesimiyle birlikte boğulup öldüğünü göstermektedir.297
Ebû Yûsuf’un bu konudaki delili ise “ﮫﻣأ ةﺎﻛذ نﯾﻧﺟﻟا ةﺎﻛذ” meşhûr hadisidir.297F
298
Bu hadis meşhûr olduğundan, söz konusu rivayet ile Kur’an-ı Kerim’ın lafzına ilave yapmak Ebû Hanîfe’ye göre câiz olmaktayken, Ebû Hanîfe bu yolu tercih etmemiştir.
294 Serahsî, el-Mebsût, XXIII, 162.
295 Serahsî, el-Mebsût, XXIII, 162. Serahsî’nin buradaki ifadelerinden, âmmın kabulünde ve
kendisiyle amel edilmesinde ittifak edildiği, hâssta ise kabulünde ve kendisiyle amelde ihtilaf edildiği gibi bir yargısı vardır. Muhtemeldir ki burada, cumhur fukahanın âm lafzı delâletinin kat‘î oluşunda birleştiği ve hâs lafız için böyle bir birleşmenin olmadığına bir işaret söz konusudur. Yani burada Ebû Hanîfe’nin hareket noktası Serahsî’ye göre kendisinde daha az şüphe bulunan ile amel ederken, kendisinde şüphe bulunanı terk etmektedir. Fakat böyle de yorumlansa, değişmeyen bir şey vardır ki, o da her iki delilin de tarihinin bilinmiyor oluşudur. Eğer tarihleri bilinseydi, nesh ya da tahsîs gerçekleşerek Şeyhayn’ın görüşleri aynı görüş şeklinde tezâhür edecektir. Tarihleri bilinmediğinde de tezimizde zikrettiğimiz Şeyhayn’ın farklı kuralları geçerli olacaktır ki, burada da bu kurallar işletilmiştir.
296 Tahâvî, Muhtasaru İhtilâfi’l-ulemâ, II, 226. 297 Serahsî, el-Mebsût, XII, 6.
Serahsî söz konusu rivayetteki ikinci zekât kelimesinin mansûb olarak okunması gerektiğini, yani “ceninin tezkiyesi, annesinin tezkiyesi gibidir” manasına gelecek şekilde anlaşılmasının gerektiğini söylerken, bu açıklamasını çeşitli deliller ile kuvvetlendirmektedir.299 Fakat bunları Ebû Hanîfe’nin ağzındanmış gibi zikretmemesine rağmen, belki Ebû Hanîfe’nin de bu şekilde düşünmesi de ihtimal olarak varlığını korumaktadır.
Bizce buradaki ihtilaf, âm ve hâs lafızların tarihlerinin bilinmediğinde nasıl davranılması gerektiğine ilişkin farklılıktan kaynaklanan ihtilafa mebnîdir. Çünkü Mâide sûresi Medine’de inmiştir. Kurbân ibâdeti de Medîne’de gelmiştir. Söz konusu hadis kurban ibâdeti ile alakalı olabileceği gibi, alelade hayvan kesimi ile de alakalı olabilmektedir. Bu yüzden kendisi için Mâide sûresinin 3. ayetinden önce mi yoksa sonra mı olduğuna dair herhangi bir fikir yürütülemeyecektir. Yani âm olan kitabın ifadesi ile hâs olan rivayetin ifadesi arasında birtakım tearuz gerçekleşmiş olacaktır. Bundan önceki örneklerde açıklandığı gibi kanaatimizce burada da Ebû Hanîfe kendi usul kuralı ile yaklaşıp, âm ve hâs lafzın tarihleri bilinmediğinde âmmın daha sonra geldiğini kabul ederek, hayvanların kesimi hakkındaki ahkâmı cenin hakkında da işletmiştir. Ebû Yûsuf yukarıda açıkladığımız gibi tarihlerin bilinmesi durumunda, tahsise gidileceği usul kuralından hareketle âmmı tahsis ettirip rivayete uygun olarak hareket etmiş bulunmaktadır.